İSLAM BİNASININ KESİLEN KOLONLARI

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

15-10-2025 08:26


Bu makaleyi yazmak için bilgisayar başına oturmaya hazırlanırken, telefonda dinlediğim günün haberlerinden biri dikkatimi çekti. İstanbul’un Avcılar ilçesinde bir zincir market şubesi açmak için tadilat yapılan dükkânda kolonların kesildiği iddiasıyla çalışmanın durdurulduğu ve soruşturma başlatıldığı bildiriliyordu.

Bu haberi dinleyince makalenin başlığını belirlemiş oldum. Zira İslam’ın temel şartlarından olan cihad yükümlülüğünün tarihsel süreçte başına gelen, söz konusu dükkândaki ve her deprem sonrası tesbit edildiği gibi onlarca dükkândaki kolonların başına gelenden farklı değildi.

Kolon, bilindiği üzere bir yapının taşıyıcı unsurudur. Dolayısıyla yapı için olmazsa olmazdır. Bir binayı belli sayıdaki kolonlar ayakta tutar ve kolonlar birbirini tamamlar. Birinin yokluğunda diğer kolonlar da işlevini tam olarak yerine getiremez, bu itibarla yapı için hayati risk ortaya çıkar.

İşte cihad yükümlülüğü de İslam binası için, herhangi bir yapıdaki ana kolonlardan birine tekabül etmektedir. Kendisi olmadan binanın ayakta kalamayacağı bir ana direk…

Cihad mefhumu konusunda muhakkak ki üzerinde durulacak birçok husus var. Dergimizin bu ayki sayısı bu konuya hasredildiği için konuyla ilgili farklı boyutlar birbirinden kıymetli yazarlarca ele alınacaktır.

Hac sûresi 78. ayetteki “hakkıyla cihad” vurgusu, Furkan sûresi 52. ayetteki “cihad-ı kebir” tanımlaması ve bu tanımlamanın kıtalle değil Kur’ani dâvetle ilgili olması, Bakara sûresi 218. ayetteki “iman, hicret, cihad” sıralaması üzerinde durmak istediğim konular arasında idi, lakin cihad mükellefiyetinin mücmel “İslam’ın şartları” öğretisi arasında kendisine yer bulamaması konusuna değinmeyi kendi açımdan daha öncelikli değerlendirdim ve bu konuyu ele almaya karar kıldım.

Muhakkak ki İslam’ın şartlarını belli bir sayıyla sınırlamak imkânsızdır. Bir hayat nizamı olan İslam, fert ve cemiyet hayatının tüm an ve alanlarına dair ölçüler bildirmiş, emir ve nehiyleriyle dünya ve âhiret hayatını imar etmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla mahdut sayıda şarttan söz etmek mümkün değildir.

Bununla birlikte Âlemlerin Rabbi’ne itaat üzere bir hayat ve işleyişi temsil anlamında mücmel bir “şart listesi”nden söz edilebilir, ki Kur’an’da gerek iman ve gerekse amel konusunda mücmel şartların söz konusu edildiğini görmekteyiz.

Evet, Kur’an’a baktığımızda mücmel anlamda “imanın şartları”nın ve “İslam’ın şartları”nın gündeme getirildiğini görmekteyiz. Aynı şekilde fıkıh geleneğinde de her iki alanda mücmel anlamda şartların dile getirildiğine tanıklık etmekteyiz. Ki asırlardır olduğu gibi bugün de “ilmihal” bilgileri, bu şartlar temeline oturtulmaktadır. Fıkıh geleneğindeki şartların teşekkülünde rivayetlerin belirleyici olduğunu da hassaten belirtmeliyiz.

Gerek imanın gerekse İslam’ın şartları konusunda Kur’an’ın beyanlarıyla, rivayet kaynaklı geleneksel fıkhın öğretilerini karşılaştırdığımızda, önemli ölçüde örtüşen maddelerin yanı sıra, farklılıkların da varlığı göze çarpmaktadır.

Mesela mücmel anlamda “imanın şartları”nı konu eden ayet-i kerimelerde (Bkz: Bakara, 2/177, 285; Nisa, 4/136) Allah’a, Rasullerine, Kitaplara, meleklere ve âhirete iman söz konusu edilirken, “kadere iman” diye bir maddeye yer verilmediğini görürüz. Bu tabii ki kader diye bir mefhumun (hâşâ) olmamasından değil, sonraları yaşanan toplumsal-siyasal çatışmaların ürünü olarak ortaya çıkan Cebriye akımının ürettiği anlamda din anlayışının merkezi yapısını teşkil eden bir kader anlayışının İslam’da var olmaması sebebiyledir.

Kısacası Kur’an’daki mücmel “imanın şartları” beş iken, geleneksel öğretide bu altı olarak ifade edilmiştir.

“İslam’ın şartları” öğretisine gelince, Kur’an’ın çeşitli bölümlerinde mücmel anlamda İslam’ın şartlarının da sıralandığını görürüz. Konuyla ilgili ayet-i kerime zincirlerinde dikkatimizi çeken husus, insanın Rabbiyle ilişkisinde ittiba ve ittikasını sembolize eden namaz ve diğer insanlarla ilişkisinde rekabet yerine velayeti ve adaleti sembolize eden zekatın yanı sıra, cihad mefhumunun temel bir cüzü olan emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yükümlülüğünün de İslam’ın temel şartları arasında zikrediliyor olmasıdır.

Cihad mefhum ve mükellefiyeti, “İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, ğafûr ve rahîmdir”[1] şeklindeki beyanlarında Rabbimizin vurguladığı ve “Hayat iman ve cihaddır” sözünde ifadesini bulduğu üzere İslami hayatın temeli ve bir anlamda özetidir.

Kur’an’ın baştan sona bir cihad ta’limi olduğunu söylememiz gayet mümkündür. Zira Kur’an bize salt bir bireysel arınma dini değil, bir egemenlik öğretisi ve iddiası vazetmektedir. Bu sebeple İslam’ın temeli ve özeti iman ve cihaddır.

Kur’an’da fert ve topluluk anlamında İslami şahsiyetin tanımlandığı şu ve benzeri ayet gruplarında cihad mükellefiyetinin namaz ve zekatla birlikte mücmel “İslam’ın şartları” arasında zikredilmesi bu sebepledir. Konuyla ilgili ayet-i kerimelerden bir kısmını birlikte okuyalım:

“Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder kötülükten sakındırırlar, namazı ikame ederler, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz, Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/71)

“Onlar ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimizde namazı ikame ederler, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah'a aittir.” (Hac, 22/41)

“Onlar ki, Allah'a ve âhiret gününe iman ederler, iyiliği emreder kötülükten menederler ve hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlihlerdendir.” (Âl-i İmran, 3/114)

“Hiç şüphesiz Allah mü'minlerden, karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 9/111)

Kimi hadislerde de bu hususa vurgu yapıldığını görürüz. İbn Mesud (r.a.)’ın bildirdiğine göre, bir adam Rasulullah (a.s.)’a “Amellerin en üstünü hangisidir?” diye sordu. Rasulullah’ın cevabı şöyle oldu: “Vaktinde ikame edilen namaz ve anne-babaya iyilik etmektir. Sonra da Allah yolunda cihad etmek gelir.”[2]

Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirleyip bildirdiği din-i mübin-i İslam’ı yaşamak ve egemen kılmak için ortaya konulan tüm çaba ve çalışmaların ortak adı olan cihad, Kur’an’ın birçok ayetinde mü’minlere emredilen temel bir mükellefiyettir. İslam binasının ana taşıyıcı kolanlarından biridir cihad mükellefiyeti. Bu taşıyıcı kolon yıkıldığında veya zayıflatıldığında ortada İslam binası kalmayacaktır.

Cihad dinamizm demektir, cihad sinerji ve enerji demektir, cihad hareket demektir, cihad yolda olmak demektir. Cihad, bâtılın egemenliğini kabul etmemek, hakkın egemenliği için çaba göstermek demektir. Cihad, zalim sultana boyun eğmemek, bâtıl sultalara ve sultanlara karşı dik durmak demektir.

Cihadsız bir İslam (!), lâsız İslam (!) demektir. Bâtılla ve bâtıl otoritelerle uzlaşmak, onların egemenliğine boyun eğmek, izzet yerine zilleti kabullenmek demektir.

Kur’an’ın mücmel “İmanın şartları” ve “İslam’ın şartları” öğretisiyle, geleneksel öğreti arasında ortaya çıkan farklılığın temelinde, Emevi sultasının “İslam’a tâbi devlet” öğretisi yerine “devlete tâbi İslam” yaklaşımının bulunduğu kanısındayım. Bu yaklaşımın Abbasi sultasınca da sürdürüldüğü bilinen bir gerçektir.

Zalim ve fâsık sulta ve sultanlara karşı İmam Ebu Hanife’nin yaklaşımıyla, sonradan onun adına teşekkül ettirilmiş olan “Hanefi mezhebi”nin yaklaşımı arasındaki farka baktığımızda, Emevi ve Abbasi sultalarının suyun kaynağını bulandırma ve İslam binasının kolonlarına kast etme cürümlerinin tüm alanlara sirayet ettiğini görmüş oluruz.

Rabbimiz, insanlar arasından seçtiği Muhammed (a.s.)’a vahyederek dinini açıkça bildirmiş ve insanlar için kıyamete kadar geçerli olacak dini bildiren vahyin yegâne kaynağı Kitab-ı Kerim’le beyanlarını koruma altına alarak bu beyanları kıyamete kadar insanlar için yol gösterici kılmıştır. Rasulullah (a.s.), vahyin ilk muhatabı ve vahyi en iyi anlayan ve yaşayan Kur’an muallimi olarak sözleri ve yaşantısıyla vahyin ilk ve en doğru müfessiri olmuştur.

Kur’an ve Rasulullah arasındaki ilişkiyi ve Rasulullah’ın konumunu, Aişe (r.a.) annemizin kendisine Rasulullah’ın ahlakını soran tabiinden genç bir mü’mine verdiğicevap çok veciz bir şekilde ifade etmektedir: “Sen Kur’an okuyor musun? O’nun ahlakı Kur’an’dı.”[3]Rivayetlerde, Aişe annemizin, bu cevabının ardından Mu’minun sûresi ilk 11 ayetini okuduğu da kaydedilmektedir.

Aslında bu tanım, Kur’an’da birçok ayette yer alan “Deki: Ben ancak bana vahyolunana tâbi oluyorum”[4] beyanının tefsirinden ibarettir.

Hal böyle olduğuna göre, Rabbimiz ya Cebrail (a.s.) vasıtasıyla ya da doğrudan kalbine ilka yoluyla Rasulullah (a.s.)’a dinini Kur’an vahyi olarak bildirdiği halde Cebrail (a.s.)’ın bir insan görünümünde gelerek Rasulullah (a.s.) ve beraberindekilere din vazetmesi ve vazettiği ifade edilen bilgilerin bize korunmuş vahiy olarak değil ahad haber olarak iletilmiş olması, dinin ikamesinde temel şartlardan biri olan “subut-i katilik” açısından bir sorun değil midir?

Her şeyden önce Cebrail (a.s.)’ın kendisine ait bir beyanı olmayacağı, onun ancak bir elçi olduğu, dolayısıyla ondan sâdır olan her ne ise Rabbimizden sâdır olmuş olacağı malumdur. Her türlü hadis rivayeti cerh ve ta’dile tâbi olduğuna göre, Rabbimizin bir beyanının cerh ve ta’dile tâbi tutulması kabul edilir bir durum mudur?

Üstelik Cebrail (a.s.)’a nisbet edilen metinde, Cebrail (a.s.) tarafından Rasulullah’a iletilen Kur’an vahyiyle mutabık olmayan bir içerik söz konusu ise orada durmak ve sahabenin hadis usulü olan Kur’an’a arz metodunu işletmek iman ve İslam’ın selahiyeti açısından bir zorunluluktur.

Söz konusu rivayetin, Rasulullah (a.s.) sonrası dönemde ortaya çıkan kelami “kader” tartışmalarında taraflardan birine cevap olarak rivayet edilmiş olması[5] da, üzerinde durulması gereken bir husustur.

Kur’an’da mücmel anlamdaki “imanın şartları”nın beş maddede zikredilip “kadere iman” maddesine yer verilmemiş olması ve yine mücmel anlamdaki “İslam’ın şartları”nda emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker, hakkı ve sabrı tavsiye gibi ifadelerle Allah yolunda cihadın da gündem edilmesi, fakat rivayetteki mücmel şartlarda bu yönleriyle ciddi bir farkın ortaya çıkması çok önemli bir meseledir.

Müslümanlar olarak, rivayet düşmanlığından da rivayetperestlikten de kaçınmak zorundayız. İmam Buhari’ler, İmam Müslim’ler bizim için önemli değerlerdir, Allah için çaba göstermiş ilim adamlarıdır. Lakin onları mutlaklaştırmaktan, dolayısıyla putlaştırmaktan kaçınmak da imani bir vazifedir. Aksi halde Tevbe sûresi 31. ayetteki tanımlamanın kapsamına giren bir yaklaşıma düşülmüş olunur.

Şunu belirtelim ki “Cibril hadisi”ni veya başka bir rivayeti Kur’ani açıdan cerh ve ta’dile tâbi tutmak hadis karşıtlığı değil, bilakis Kur’an’ın elçisi ve muallimi Rasulullah (a.s.)’ın Nebevi mirasını üretilmiş unsurlardan arındırma çabasıdır, dolayısıyla ilmi bir cihaddır.

Şunu da belirtmeliyiz ki, herhangi bir rivayeti cerh ve ta’dile tâbi tutmak (hâşâ) ne Rasulullah (a.s.)’ı ne de rivayet zincirinde isimleri geçen sahabi ve tabiileri cerh ve ta’dile tâbi tutmaktır. Kasıtlı hadis üretenlerin, ustalıkla senet zinciri ürettikleri de bilinmektedir.

Söz konusu rivayet şu şekildedir:

“Abdullah b. Ömer (r.a.)’ın, babası Ömer b. Hattab (r.a.)’dan şöyle naklettiği rivayet edilmiştir:

‘Bir gün Rasulullah (a.s.)'ın yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğruca Rasulullah (a.s.)'ın yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve; ‘Ey Muhammed! Bana İslam'ın ne olduğunu söyle’ dedi. Rasulullah (a.s.); ‘İslam; Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı ikame etmen, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir’ buyurdu. O zat; ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: ‘Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.’

‘Bana imandan haber ver?’ dedi. Rasulullah; Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, nebilerine ve âhiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına ve şerrine inanmandır’ buyurdu. O zat yine; ‘Doğru söyledin’ dedi… Bu sefer; ‘Bana ihsandan haber ver?’ dedi. Rasulullah (a.s.): ‘Allah'a, O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür’ buyurdu. O zat;

‘Bana kıyametten haber ver?’ dedi. Rasulullah ‘Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir’ buyurdu. ‘O halde bana alâmetlerinden haber ver’ dedi. Rasulullah; ‘Cariyenin kendi sahibini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir’ buyurdu. Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Rasulullah bana: ‘Ey Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. ‘Allah ve Rasulü bilir’ dedim. ‘O Cibril'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti’ buyurdu.”[6]

Bu rivayet, imanın ve İslam’ın şartları boyutuyla olduğu gibi “kıyametin alâmetleri” boyutuyla da Kur’an’a arz süzgecinden geçemeyecek niteliktedir. Zira bilindiği üzere Kur’an’da Rabbimiz, kıyametin alâmetlerinden değil, kıyamet saatinin ansızın geleceği gerçeğinden söz etmekte[7], bizi bu şekilde her an gelip çatıverecek bir kıyamet bilinciyle mücehhez kılmaktadır.

Üstelik Muhammed sûresi 18. ayette kıyamet saatinin ansızın geleceği bildirildikten sonra, onun alâmetlerinin gelmiş olduğu da vurgulanmaktadır. Ki son Nebi (r.a.)’ın gelmiş olması en büyük alâmettir. Kur’an’da yer alan “Dabbetul Arz” ve “Yecuc - Mecuc” hadiseleri ise alâmet değil, kıyamet saatinde gerçekleşecek hadiselerdir.

Ez cümle, “Cibril hadisi” olarak ifade edilen rivayetin, Cibril (a.s.) tarafından Rasulullah (a.s.)’a iletilen ve yeryüzünde egemenlik iddiasını ve bu iddia üzere cehd-cihad etmeyi öngören din-i mübin-i İslam’ın, bu iddiasından soyutlanmış ve tağutlarla, sultalarla hesaplaşma, onların tahtlarını devirme dinamizmini kaybetmiş bir bireysel arınma öğretisine indirgenmesi yönündeki Emevi-Abbasi tandanslı “dine karşı din” proje ve çabalarının ürünü olduğu kanısındayım.

Bunu ifade etmenin de, Rasulullah (a.s.)’ın Nebevi mirasını ve onun getirdiği, en güzel şekilde yaşadığı ve ta’lim ettiği İslami hayat nizamının aslını savunmak olduğunu, Rasulullah adına “paralel din” üretilmesi çabaları karşısında tutum almak ve Rabbimizin Şûrâ sûresi 13. ayette emrettiği üzere dini doğru tutmanın bir gereği olduğunu düşünüyorum.

Netice olarak, mevcut mücmel “İslam’ın şartları” öğretisini mutlaka “cihad” şartını da ekleyerek bu nesle ve gelecek nesillere asli haliyle öğretmemiz gerekir.


[1] Bakara, 2/218; Ayrıca bkz: Enfal, 8/72, 74, 75; Tevbe, 9/20 vb

[2] Buhari, Tevhid, 48

[3] Müslim, Musâfirîn, 139

[4] Bkz: En’am, 6/50; Yunus, 10/15; Ahkaf, 46/9 vb

[5] Basra’da yaşanan kader tartışması kendisine haber verildiğinde Abdullah b. Ömer’in bu metni rivayet ettiği aktarılmaktadır.

[6] Buhari, İman 1; Müslim, İman 1

[7] Bkz: A’raf, 7/187; Muhammed, 47/18

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ekim 2025 "Cihad Özel Sayısı"nda yayınlanmıştır.)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN