Prof. Dr. Şinasi Gündüz: İslam, Savaşa Ahlak Kazandırmıştır

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Şinasi Gündüz hoca ile cihad mefhum ve mükellefiyeti üzerine söyleşimizin İlk bölümünü okuyanlar, dolu dolu bir söyleşi olduğunu takdir etmiş olmalılar. Bu bölüm de hakikaten manşetlik birçok cümlenin sıralandığı bir tesbit ve söylem zenginliği taşıyor. Söyleşimizin ikinci bölümünü dikkatlerinize sunuyoruz.

18-11-2025


İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Şinasi Gündüz hoca ile cihad mefhum ve mükellefiyeti üzerine söyleşimizin İlk bölümünü okuyanlar, dolu dolu bir söyleşi olduğunu takdir etmiş olmalılar. Bu bölüm de hakikaten manşetlik birçok cümlenin sıralandığı bir tesbit ve söylem zenginliği taşıyor. Söyleşimizin ikinci bölümünü dikkatlerinize sunuyoruz.

Prof. Dr. Şinasi Gündüz: İslam, Savaşa Ahlak Kazandırmıştır

İslam’ın savaşla ilgili ilkelerini “kıtal ahlakı” olarak vasfeden Şinasi hoca, İslam’ın vazettiği bu ahlakın önemine dikkat çekiyor ve şu vurguları yapıyor:

“İslam savaşa bir ahlak kazandırıyor. Haddi aşmayın deniliyor. Bu haddi aşmama nedir mesela? İşte bu, kıtal yani fiili savaş konusunda birtakım kurallara riayet etmektir. Bu çok önemli bir ahlaktır, bir kıtal ahlakıdır.”

Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi

Bakara 190. ayet-i kerimede Rabbimiz mü’minlere kıtal izni verirken, aynı zamanda da “aşırı gitmeyin” uyarısı, ikazı yapıyor. Bu konuda neler söylersiniz hocam?

Ayette “Sizinle kıtal yapanlarla, yani fiili anlamda savaşanlarla siz Allah yolunda savaşın” buyurulduktan sonra “ve la        te'tedu”, yani “aşırıya gitmeyin, haddi aşmayın, itidali aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez” vurguları yapılıyor.

Şimdi bu ayet-i kerime bize şunu gösteriyor: Tabi kıtal, yani cihadın fiili savaş hali, İslam'da öncelikle istenilen, asıl olan husus değildir, yani asıl maksat kıtal değildir. Asıl maksat, yeryüzünde ifsadın, fitnenin ortadan kaldırılması ve yeryüzünde ıslahın, sulhun sağlanmasıdır. Bu ıslah ve sulhtaki asıl amaç da; Allah'ın dininin yaşanması, ifade edilmesi ve kabulü konusunda insanların hür iradelerinin gerçekleşeceği sağlıklı ortamların oluşturulması ve bu konudaki engellerin ortadan kaldırılmasıdır.

Fakat tarihte olduğu gibi bugün de öyle durumlar yaşanır ki, nitekim Allah Rasulü’nün hayatında da bu yaşandı, karşıdaki güçler İslam’a ve Müslümanlara karşı fiili anlamda tacizde ve saldırıda bulunabilirler. Yani onların varlıklarına kastederler, bunun yanı sıra insanların Allah'ın diniyle, İslam mesajıyla engelsiz bir şekilde yüz yüze kalmalarını, bu mesajın onlara ulaşmasını engelleyen birtakım siyasetler, tutumlar geliştirirler ve insanların önüne birtakım engeller koyabilirler. Böylesi durumlarda Müslümanların kendi dinlerini, değerlerini, varlıklarını bir şekilde müdafaa etmesi, savunması ve İslam'ın önüne engel olarak konulan setlerin ortadan kaldırılması amacıyla, bu tacize, saldırıya karşılık vermek durumunda kalabilir ki biz buna kıtal diyoruz, yani fiili savaş durumu.

İşte Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede, sizinle kıtal yapanlarla siz Allah yolunda kıtal yapın diyor, yani rastgele durduk yerde kıtal yapın demiyor, sizinle savaşanlarla siz Allah yolunda savaşın, fakat bunu yaparken aşırıya gitmeyin deniyor. İslam kıtalde bile insanlara bir ahlaki nosyon kazandırıyor ve dahası bu fiili savaşın, Allah yolundaki gayretlerin özünü oluşturmadığını, gerçek amacın, maksadın bu olmadığını, bunun sadece belirli durumlarda başvurulabilecek olan bir çare olduğunu ve neticede meşru bir ameliye olduğunu söylüyor. Dolayısıyla İslam burada bakın savaşa bir ahlak kazandırıyor, haddi aşmayın deniliyor. Bu haddi aşmama nedir mesela? İşte bu, kıtal yani fiili savaş konusunda birtakım kurallara riayet etmektir. Mesela Allah Rasulü'nün bu hadis-i şeriflinde “Sizinle savaşmayanlarla savaşmayın” diyor, işte “Evlerine çekilenlerle, mabetlerine sığınanlarla savaşmayın. Masumları, çocukları, kadınları, size karşı silah çekmeyenleri katletmeyin, evlerini yıkmayın, bahçelerini, bostanlarını bozmayın, hayvanları katletmeyin” diyor. Yani burada bir katastrofa yol açmayın diyor. Bu çok önemli bir ahlaktır, bir kıtal ahlakıdır.

Bununla birlikte aynı zamanda başka bir ayet-i kerimede de “Eğer onlar vazgeçerlerse, siz de artık vazgeçin, haddi aşmayın” deniliyor. Karşıdaki güçler, saldırısını artık terk edip sizinle sulha yanaşıyor ise, siz de bunu sürdürmeyin. Tabi bunun da şartları var. Burada “haddi aşmak” demek, Allah'ın bu konuda koymuş olduğu sınırlara riayetsizlik durumudur. Burada bu ahlakı, bu kıtal ahlakını ve kıtaldaki bu ilkeleri koyan da Allah'tır ve onun dini olan İslam'dır, dolayısıyla buna riayet etmekle Müslüman yükümlüdür. Ve dolayısıyla bunu aşması, bunu çiğnemesi, haddini aşmak anlamına gelir ki Cenab-ı Hak işte ayetin sonunda“Allah haddini aşanları sevmez” buyuruyor. Yani dolayısıyla burada haddi aşmanın Allah'ın iradesine, Allah'ın dinine, Allah'ın sınırlarına aykırı bir durum olacağı konusunda bizleri uyarıyor. Bu son derece önemli bir şey.

Yani bu bize aynı zamanda tarihte, cihad ve kıtal emrini kendi bağlamından kopararak, kıtali cihadın asıl maksadı haline getiren, yani asıl maksat işte savaşmaktır, fiili anlamda savaşmaktır, ülke fethetmektir, insanları derdest etmektir ya da işte fiili anlamda onların hayatlarına ve her türlü özgürlüklerine tahdit koymaktır tarzı anlayışı da bence bu ortadan kaldırıyor. Çünkü burada aslolan husus, insanları kim olursa olsun, ne olursa olsun zorla değiştirmek, dönüştürmek değil, aslolan husus Allah'ın diniyle onların arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Onların Müslüman insanlar için, İslam için, Allah'ın dini için fiili tehdit, tehlike olma durumlarını bertaraf etmektir aslolan. Onlar eğer fiili anlamda bir tehlike ya da tehdit oluşturmuyorsa, Allah'ın dinine karşı ve Müslümanlara karşı savaş açmıyorsa, sizin onlara savaş açmanız, onları yok etmeye çalışmanız, kıtal içerisinde bulunmanız Allah'ın sınırlarını ihlal eden bir cürüm haline dönüşür ki Cenab-ı Hak bizi bundan sakındırıyor.

Zaten Mümtehine 8-9. Ayetler de aslında bu konuyu biraz daha çerçevelendiriyor. Ayrıca modern dönemlerdeki vahşi savaş ve soykırımlar ve son olarak Gazze’de yaşanan soykırım da, savaş ahlakının ne kadar önemli olduğunu bize ifade ediyor...

Tabi, kesinlikle. Yani cahiliye zihin yapısı ve onun ürettiği sistemler hiçbir etik değer tanımıyor, hiçbir ahlak tanımıyor ve bu konuda güç ve iktidarı ele geçirdiği zaman insanlıktan çıkıyor. Yani bir şekilde güç ve iktidarı kendi çıkarı için, hazları için vazgeçilmez bir aygıt olarak kullanmaktan çekinmiyor, buldozer gibi insanları eziyor, haklı-haksız, zalim-mazlum onlar için hiç önemli değil, hiçbir ölçüsü yok, sınırı yok. Evet biz bunu Gazze’de de gördük, biz bunu Birinci Dünya Savaşı'nda, İkinci Dünya Savaşı'nda gördük, biz bunu sömürgecilik döneminde gördük, biz bunu bölge coğrafyasında birçok zamanda gördük, kendi ülkemizde yaşanan bir kısım hadiselerde de gördük. Zalimler güç ve iktidarı ele geçirdiği zaman, bakıyorsun ki her şeyi buldozer gibi ezip geçiyor, ne ahlak, ne hukuk, ne hak, bunlar asla düşünülmüyor. İşte bu açıdan İslam'ın kıtal gibi, yani fiili savaş gibi bir konuda bile bağlatıcı sınırlar koyması, o sınırlar çerçevesinde Müslüman insanları “Evet gerektiğinde Allah yolunda savaşın, fakat haddinizi aşmayın” diye ihtar etmesi çok önemli.

Bir de cihad ve içtihat ilişkisi konusunda yorumunuzu alabilir miyim hocam. İkisi de aynı kökten, cehd kökünden türeyen kavramlar ve tabii sorumluluklar. Aralarındaki bağ açısından neler söylersiniz?

Şimdi tabii Arapça fiil kökünden türetilen fiillerde bazen fiilin kendi kalıbına göre anlam çeşitleniyor, değişiyor. Şimdi tabii içtihat, aslında akıl yürütmedir, yani kişinin zihni muvazenesini belirli bir konuda yoğunlaştırarak o konuda gayret göstermesidir, bir sorunu çözmeye çalışmasıdır, yani dolayısıyla o da bir cehttir, o da bir çabadır. Tabii ki bu akıl yürütme usule göre, meşru birtakım yöntemler üzere bir akıl yürütmedir ve neticesinde de bir sorunun, bir meselenin çözümüne katkıda bulunmaktır. Ki içtihatta bulunan insan neticede doğru yönde bir sonuca da ulaşabilir, yanlış bir kanaate de ulaşabilir, fakat önemli olan bunun sahih, sağlıklı bir usulle, temelle yapılmasıdır, yani bunun temelinin doğru olmasıdır. Mesela mantık ilkelerinde bazı mantık kuralları, kaideleri var değil mi? İşte şu şuysa, bu buysa, şu da şudur diyoruz. Aksi takdirde, bağlamsız, usulsüz, mantıksız bir içtihat olmaz.

Bundan dolayı mesela İslam düşünme usulünde, akletme biçiminde öteden beri bazı temel sâbiteler belirlenmiş. Ortada bir problem var ve siz de bir alim insan olarak bu probleme bir çözüm arayacaksınız. “Bana göre bu böyle” ile olmuyor, öncelikle bir defa Allah'ın Kitabı’na bakacaksınız, Allah'ın Kitabı bu konuda ne diyor? Yoksa Peygamberin uygulamasına bakacaksınız, sünnete bakacaksınız, eğer orada da net bir şey bulamadıysanız bu defa Allah'ın Kitabı’nda, Peygamber'in sünnetinde var olan delillerden kıyas yaparak bir sonuca ulaşmaya çalışacaksınız. Tabi bu arada icma konusu da var.

Şimdi bütün bu yöntemler bize, akletmede, akıl yürütmede bir usulü gösteriyor, tıpkı cihad konusunda olduğu gibi. Cihadda da bir usul var değil mi? Cihad Allah yolunda çabadır diyoruz, gayrettir, fakat onun da bir usulü var. Biz Allah yolunda o çabayı nasıl göstereceğiz? Kitabında Allah bizi nasıl yönlendiriyorsa öyle göstereceğiz, yoksa Kitab’ın dışına çıkarak Allah yolunda cihad olmaz, o meşru bir çaba olmaz değil mi? “Allah yolunda hakkıyla, olması gerektiği gibi cihad edin” deniyor. İçtihatta da böyle.

Şimdi burada özü itibariyle, içtihatta da bakın Allah yolunda bir cehd var, yani bir çaba var, ki bundan dolayı Allah Rasulü çeşitli sözlerinde ilim yolunda, ilim tahsili için yola çıkıp da bir şekilde hayatını kaybeden insanı da şehit olarak sayıyor. Çünkü o da Allah yolunda bir çaba içerisine, bir gayret içerisine giriyor ve bu çabası esnasında da hayatını kaybediyor, bu da son derece değerli olan bir şey.

Dolayısıyla içtihatta da Allah yolunda bir çabanın gerçekleştiğini görüyoruz. Fakat dediğim gibi önemli olan bu çabanın da Allah'ın sınırlarını çizdiği çerçevede olmasıdır. Bu sınırların dışında gerçekleşirse o meşru bir çaba olmaktan çıkar.

İçtihat diye de adlandırılmaz…

Tabi, başka bir şeye dönüşür. Nitekim bakın bugün bunun çokça örneklerini görüyoruz. Mesela Kur'an-ı Kerim birtakım modernist okumalara tâbi tutuluyor, liberal okumalara tâbi tutuluyor. Yok şu ayet tarihseldir, bu ayetin işte efendim artık bağlamı bitmiştir, ya bu zamanda bu olabilir mi gibi haddi aşan yaklaşımlar. Buradaki sakatlığın sebebi, İslam'ın koymuş olduğu akletme, düşünme usullerinin dışına çıkma sorunudur.

Pergelin sâbit ucu Kur’an yerine seküler, modernist yaklaşımlara konulup diğer ucuyla Kur’an’a gidildiğinde bu sapmalar kaçınılmaz olmaktadır. Böyle yapıldığında, Kur’an yerine zamanın paradigmaları baz alınmış olunuyor. Bakın bu yanlış, sakat bir metot ve bizi yanlışa götürür. Oysa bir Müslüman her daim Allah'ın Kitabı’nı ölçü almalı, Rasulü’nün uygulamasını ölçü almalı, buradan hareketle bir meseleyi çözmeye çalışmalı. Bunu yaptığı zaman bu değerli olur ve içtihat da zaten budur.

Cihadla ilgili olarak Furkan Sûresi 52. ayetin mesajı da dikkat çekici. “Büyük cihad”ın ne olduğu Müslümanların tarihinde konu edilmiştir. Kimisi kıtali, kimisi nefisle mücadeleyi büyük cihad, cihad-ı kebir olduğu,  ama Furkan 52'de de Rabbimiz Kur'an'la davet çabasını cihaden kebira, yani büyük cihad olarak ifade etmiştir. Ancak bu ayet-i kerime Kur’ani dâveti, dâvet çabalarını bu kavramla ifade ediyor. Bu konuda ne dersiniz hocam?

Şimdi şöyle: Kur'an mesajının yayılması, tebliğ edilmesi çabalarının, bu konudaki dâvet çalışmalarının büyük cihad olarak değerlendirilmesinin bence sebebi, tüm bunların esasen insanın malıyla, canıyla cihad etmesi mükellefiyetinin içerisinde olmasıdır.

Şimdi burada, büyük cihad nedir? Kur'an’a baştan sona baktığımız zaman aslında büyük cihad, malın ve canın harcanmasıdır değil mi? Bakın, kıtalin kendisiyle ilgili Kur'an-ı Kerim'de çok açık ayetler var, Medine döneminde Allah Rasulü insanları kıtale dâvet ediyor, bir kısım insanlar geride kalıyorlar, ki bakın bunlar da Müslümanlar, münafıkları çıkın, Müslümanlar da var bunların arasında, münafık olmayan insanlar da var, fakat diğerleri Allah Rasulünün kıtal dâvetine icabet ediyorlar. Ve Kur'an-ı Kerim o geride kalanları kınıyor, değil mi? Cihada çıkanlarla onlar hiçbir zaman eşit olamazlar diyor. Oysa geride kalan insanlar da mümin insanlar, onlar da hayatının merkezine Allah'ın iradesini koymuş.

Bununla birlikte Allah Rasulü Kur'an'ın emri doğrultusunda bazen de, herkes kıtale çıkmasın, herkes sefere çıkmasın, geride Allah'ın dinini insanlara hatırlatan, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker yapan birileri kalsın diyor. Allah Rasulü sefere çıkarken kendi yerine yönetici olarak bazı Müslümanları bırakıyor, işte Abdullah İbn-i Ümmü Mektum gibi, Hz. Ali gibi Müslümanları bırakıyor.

Şimdi burada tüm bakın bunlara baktığımız zaman, aslında Kur'an'ın ayetlerini hiçbir zaman parçacı bir mantıkla ele almamak lazım, bir ayeti ele alıp Kur'an'ın genel bağlamından kopartmamak gerekiyor. Allah Rasulünün sözlerini de genel İslam mesajını içeren tüm o yaşantısının dışında ve dayandığı Kur'an mesajının dışında değerlendirmemek lazım.

Şimdi nefisle mücadele bir cihad mı? Nefisle mücadele dediğimiz husus da aslında kişinin kendisiyle mücadele etmesi anlamına geliyor. Bu aslında kişinin kendisini heva hevesin kulu olmaktan koruması değil midir? Hevanın ilah edinilmesi gibi kendisini helaka sürükleyecek bir durumdan uzak durması, bir şekilde tüm yaşamını Allah'la, Allah'ın iradesiyle hemhal hale getirmeye çalışması, buna gayret etmesi, budur nefisle mücadele değil mi? Şimdi bu çerçevede kişinin nefsiyle bu şekildeki mücadelesi zaten cihadın bir parçasıdır. Bunu yapmayan bir insan malıyla, canıyla Allah yolunda mücadele etmez. Bunu yapmayan bir insan Allah yolunda kıtale katılmaz. Bunu yapmayan bir insan işte menfaatinin, çıkarlarının peşine koşar, hevasının peşine koşar değil mi? Yoksa şöyle bir şey değil: Cihadda işte yirmi tane unsur var, bunlardan bir tanesi de bu, bu diğerlerinin hepsinden iyi. Ben nefsimle cihad ediyorum, nefsimle mücadele ediyorum, malımı Allah yolunda harcamam, canımı ortaya koymam, şunu yapmam, bunu yapmam diyen bir insan cihadı anlamamıştır.

Şimdi dolayısıyla bakın cihad, tekrar ediyorum, Allah yolundaki her türlü cehdi, gayeyi ifade eder, bunun başında da insanın zaten kendisini dizginlemesi geliyor. Yani sen kendini o iradeye teslim etmezsen, o bilince sahip değilsen Allah yolunda nasıl mücadele edeceksin?

O zaman burada sanırım şunu diyebiliriz hocam, yani bazen cüzle bütünü ifade etmek mümkün, burada cüz ile aslında bütün ifade ediliyor…

Ha burada bakın sapma hangi konuda oluyor biliyor musunuz? Sapma şu konuda oluyor: Allah Rasulüne atfedilen nefisle cihad konusundaki o sözü kimi sufi çevreler kendi o işte ruh, beden, nefs ayrımından, ki tamamen suni bir ayrımdır bu, buradan hareketle, nefs tamamen kötü bir şey, insanda nefs diye bir şey var, bu tamamen kötü bir şey, bu kötü şeyle öncelikle mücadele etmemiz lazım şeklinde anlıyor ve bu şekilde bir yaklaşım içine giriyorlar.

Oysa bu anlayış bakın doğru değil. Neden doğru değil? Çünkü böyle bir nefs tanımı yok. Yine Kur'an'daki o nefs teriminin geçtiği bazı ifadeleri cımbızla çekip bağlamından kopararak bir nefs tanımı yapıyorlar. İşte kınanan nefs, mutmain olan nefs, işte Allah'ın razı olduğu nefs, Allah'tan razı olan nefs, bakın bunları böyle parçacı olarak çekip birtakım böyle nefs kategorileri oluşturuyorlar. Oysa nefs kavramı Kur'an'da birçok ayet-i kerimede geçer, nefs kavramı kişinin kendisi anlamına gelir, özü, varlığı, benliği, ben dediğimiz şey. Ve çok çarpıcıdır bazen Allah için de kullanılır, bakın Allah için kullanılır. Hz. İsa'yla ilgili Maide Sûresinde 116-117. ayetlerdeki ifade ile Cenab-ı Hak,“Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka ilahlar edinin dedin” diye sorunca, Hz. İsa ne diyor? “Allah'ım sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem.” Bakın Cenab-ı Hakka böyle diyor, ben senin nefsinde olanı bilmem. Ayetlerde nefs kelimesiyle kast olunan şey özdür, kendisidir, kendim dediğim, ben dediğim şeydir. Dolayısıyla nefs insanın kendisini ifade eder, insanla ilgili olarak kullanıldığında.

Bizatihi insan.

Evet.

Bir de yine cihadla ilgili Kur'an'da bir vurgu olarak, Hac Sûresi 78'de biliyorsunuz, “Ve câhidû fillâhi hakka cihâdihi” buyuruyor Rabbimiz. Şimdi burada “hakka cihadihi” vurgusu tabi çok önemli, çünkü cihad edin demekle yetinmiyor, bunu hakkıyla yapın vurgusu yapıyor. Bu vurgu sizce ne ifade ediyor hocam?

Bunu şöyle anlamak lazım: Yani içini doldurun, gereğince yapın demek aslında. Şekli anlamda ben cihad ediyorum, cihada gidiyorum yeterli değil. Bakın Allah Rasulünün hatırlatmaları var. Bir seferde Allah Rasulünün yanında savaşan bir insan var, çok da kahraman birisi, sonuna kadar kahramanca çarpışıyor ve neticede vuruluyoır. Allah Rasulüne soruyorlar, “Ya Rasulullah, bu kimsenin durumu nedir?” diye, “O” diyor, “Kahramanlık için, ün, şan için savaştı.” Oysa aslında müşriklerle mücadele ediyor savaşta, hayatını veriyor.“Ne için çarpıştıysa onun için o vardır” diyor.

Hicret konusunda mesela, geliyorlar Allah Rasulüne diyorlar ki, “Ya Resulullah, filan adam da hicret etti, fakat sevdiği bir kadın vardı, onun için hicret etti.” O da diyor ki, “Kimin hicreti Allah'a ve Rasulü’ne ise o Allah'a hicret etmiştir. Kimin hicreti de kadına, mala ise o da ona hicret etmiştir.”

Şimdi Cenab-ı Hak burada bakın benim yolumda hakkıyla, yani gerçek anlamda cihad edin derken aslında burada bunun içinin doldurulması, gereğince yapılması gerektiğinin altını çiziyor. Allah yolunda gerçekten cihad nedir peki? İhlas temelinde, yalnız Allah rızasını umarak cihad etmektir. İmam Ebu Hanife iman tarifinde imanın içselleştirilmesinden söz ediyordu, ki bu çok önemli. Şimdi hani bir çocuğa biz mesela ateş yakıcıdır diyoruz, işte elini yakar filan. Çocuğa söylüyorsun, aman sobaya elini değdirme, bak seni yakar. O tamam diyor, cız-mıs diyor. Fakat ne zamanki ateşin yakıcılığını tecrübe ederse, elini ateşe vurduğu anda ondan sonra bir daha asla elini dokundurmuyor. İşte bakın bu yakînî bilgiye dönüşüyor. Şimdi dolayısıyla cihadın içerisini doldurun, yakini anlamda bunu içselleştirin demek.

Ve tabi bunu yaparken Allah’ın belirlediği ölçülere göre hareket edin...

Yani hududullahı gözetin, başka şeyleri gözetmeyin. İşte ben şunu yaparak ya buradan aynı zamanda biraz da rant elde etmiş olurum, şöhret elde etmiş olurum. Vay be hoca ne güzel adam ya, ne güzel konuşuyor, işte bak ne güzel anlatıyor cihadı desinler diye eğer bir düşünce sâdır olursa zihnimizde, Allah korusun, bu, Allah için olmuş olmaz, bu başka şey için olur. Bundan dolayı mesela bizim İslam ahlakıyla ilgili yazıp çizen ulema, mesela bazı Müslüman alimler için, ilim insanları için en büyük felaketlerden, tehditlerden birinin şöhret olduğunu söyler. Şöhret merakı, ahlaki zaafiyetlerin başta gelenlerindendir, özellikle de ilim erbabı için. Adam fıkıhta, tefsirde vs ilim alanında çok çok öğrenci yetiştirmiş, ilim vermiş, fakat onun içinde bir şöhret hastalığı var. İnsanlar beni konuşsun, ben şöhret olayım diyorsa bu, o yaptığı ilmin cihad kapsamına girmediğini gösterir, oysa ilim cihaddır.

Evet, ihlas yoksa hiçbir şey yoktur, ihlas burada çok önemli. Hocam, mevcut durumda cihad mefhumu çağın Firavunları tarafından şeytanlaştırılmaya çalışılıyor. Bir DAEŞ sorunu yaşadık ve hâlâ daha gündemde tutuluyor. Hatta öyle ki, İbn Teymiyye'nin işgalcilere karşı cihad fetvası dahi bu çerçevede hedefe konuluyor. Bir kere şunu görüyoruz: Küresel güç odakları cihad kavramından çok rahatsız oluyorlar. İbn Teymiyye'nin 8 asır önceki fetvasının iptal edilmesini talep edecek kadar kendilerini bu kavram karşısında savunmasız görüyorlar. Bu da cihad mefhumunun ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi. İbn Teymiyye'nin mezkur fetvasını değerlendirebilir miyiz? O konjonktürdeki önemi, bugün için önemi, yani Müslümanların harekete geçirilmesi, işgalcilere karşı dinamik bir hareketin oluşması bağlamında. Ondan sonra da, cihad kavramının şeytanlaştırılmaya çalışılmasını değerlendirebilir miyiz?

Şimdi tabi İbn Teymiyye'nin yaşadığı döneme, hayatına, o verdiği mücadeleye baktığımız zaman, eğer bir yerde işgal varsa, zalim bir iktidar varsa, toplumların Allah yolundan saptırılması açısından bir tehdit unsuru varsa, bu tehdit unsurunun öncelikle bertaraf edilmesi Müslümanların öncelikli görevidir. İbn Teymiyye bunun altını çiziyor aslında o fetvasıyla. Ki bunun için de aslında İbn Teymiyye'nin fetvasına gerek yok, yani bu, Allah Rasulünün hayatında da, sahabe-i güzinin hayatında da, onların fiillerinde ve sözlerinde zaten karşımıza çıkan bir husus. Yani fiili anlamda eğer Allah'ın dinine savaş açan bir güç varsa, bir işgal gücü veya iktidar yapılanması varsa, Müslüman orada özgür değildir. Öncelikle bir defa Allah'ın dininin insanlarla özgür olarak buluşturulacağı, Allah'ın iradesinin özgür bir şekilde insanlara anlatılıp bunun tebliğinin yapılacağı ve hakka fiilen savaş açan, tacizde bulunan o güçlerin ortadan kaldırılmasına dayalı bir adım atmak gerekiyor, yani Müslümanların öncelikli görevi budur. Şimdi dolayısıyla İbn Teymiyye de bunun altını çiziyor, öncelikle bu. Şimdi bu doğrultuda…

FERASET SAHİBİ OLMAK DA CİHADIN BİR PARÇASIDIR

“Feraset sahibi olmak da cihadın bir parçasıdır. Bundan dolayı bakın Kur’an-ı Kerim'de Rabbimiz ne buyuruyor: “Bir fâsık size bir haber getirdiğinde araştırın.” Hemen inanın demiyor, gereğini yapın demiyor, araştırın diyor, bakın araştırın, çünkü diyor aksi durumda öyle bir adım atarsınız ki ondan pişman olursunuz, bakın bu çok önemli. “Yaptığınız şeyden sonra pişmanlık duyarsınız” diyor, pişman olarak sabahlarsınız. Şimdi burada Müslüman feraset sahibi insandır, dolayısıyla etrafındaki olayları iyi okuması gerekir ve o ferasetiyle hareket etmesi gerekir.”

Hocam o dönemde Müslüman toplumlar üzerinde etkili olmuş mudur bu fetva?

Tabii ki etkili oluyor, olmaz olur mu? Yani mesela işte o dönemde fiili bir Moğol işgal saldırısı var, yani bir Moğol tehdidi var, istilası var, İbn Teymiyye’nin bizzat kendisi de Moğollara karşı mücadeleye katılıyor ve bu mücadele neticesinde, neticede Moğollar bir zaman sonra yenilgiye uğratılıyorlar değil mi?

Neticede bu fetva Müslümanları harekete geçiren bir çıkış, bir yaklaşım oluyor. Ki burada İbn Teymiyye sadece fetva vermekle de kalmıyor, dediğim gibi bizzat kendisi eline kılıcı alarak bu mücadelenin bir parçası da oluyor. O açıdan gerçekten İbn Teymiyye önemli bir adam. Burada ben tabii ki İbn Teymiyye'nin her konuda her düşüncesi, her fikri doğruydu demiyorum. O neticede bir İslam alimidir, yanıldığı şeyler olmuştur, hataları olmuştur, fakat genel anlamda, genel resme baktığımız zaman gerçekten önemli bir İslam alimidir. Diliyle, eliyle, bütün kalbiyle cihad eden bir Müslümandır, Allah ona rahmet eylesin. Ve geriye müthiş bir külliyat bırakmıştır, ki o külliyat dinler tarihinden tutun, mezhepler tarihinden tutun tefsire kadar hadise kadar önemli bir birikimdir. Birçok öğrenci yetiştirmiştir; İbn Kesir gibi, İbn Kayyım el-Cevziyye gibi. Dolayısıyla gerçekten çok önemli bir İslam alimidir.

Ha şimdi buradaki temel sorun şu aslında: Bu konuda, ki hani DAEŞ örneğini verdiğiniz için söylüyorum, her harekete geçen doğru mu yapmaktadır, önemli olan bunun sorgulanmasıdır. Çünkü biz tarihte de gördük, bugün de gördük, yani ehl-i haktan gözükerek, birtakım doğru şeyler söyleyerek, fakat başka birtakım niyetlerle, art niyetlerle ortaya çıkan o kadar çok akım oldu ki. Mesela Allah Rasulü döneminde inşa edilen o mescidi düşünün, Dırar Mescidi denilen mescidi… O mescidi yapan insanlar en azından görünürde işte ehl-i haktan insanlar, mescid inşa etmişler ve Allah Rasulüne diyorlar ki, gelip burada da namaz kıldır ki burası meşru olsun. Fakat orada Allah Rasulü, vahyin bilgilendirmesi neticesinde o mescidin baştan itibaren zaten fitne-fesat üzere kurulduğunu, Allah'ın dinine, mesajına düşmanlık amacıyla inşa edildiğini görüyor ve neticede o mescid Dırar Mescidi diye adlandırılıyor.

Şimdi burada dolayısıyla ehl-i haktan gözüken her hareket ehl-i haktan olmayabilir, bir defa bunun altını çizmek lazım. Müslüman aynı zamanda feraset sahibi insan olmak durumundadır, feraset sahibi olmak da cihadın bir parçasıdır. Bundan dolayı bakın Kur’an-ı Kerim'de Rabbimiz ne buyuruyor: “Bir fâsık size bir haber getirdiğinde araştırın.” Hemen inanın demiyor, gereğini yapın demiyor, araştırın diyor, bakın araştırın, çünkü diyor aksi durumda öyle bir adım atarsınız ki ondan pişman olursunuz, bakın bu çok önemli. “Yaptığınız şeyden sonra pişmanlık duyarsınız” diyor, pişman olarak sabahlarsınız. Şimdi burada Müslüman feraset sahibi insandır, dolayısıyla etrafındaki olayları iyi okuması gerekir ve o ferasetiyle hareket etmesi gerekir.

Allah razı olsun hocam. Şöyle bir konuyla toparlayalım inşallah: Rabbimiz “Ve lâ udvane illa ale’z-zalimin / Düşmanlık ancak zalimlere yöneliktir” buyuruyor. Şahsen Kur’an kıssaları üzerinde yaptığım çalışmada şunu çok açık gördüm: Nebiler aleyhimusselam hep otorite sahipleriyle kavga etmiş, halklarla değil. Onlara hep merhamet göstermişler, muhatapları olan o halklara “Ya bakın bunlar zalim, bunlar sizin dünyanızı ve âhiretinizi ziyana sürüklüyorlar, bunlardan uzaklaşın, hakka gelin” diye onlara dâvette bulunmuşlar. Bu konuda sizin yorumunuz ne olur?

Hz. Ömer meşhur Kadisiye Savaşı'nda temsilcisini gönderdiğinde, o temsilci karşı tarafın komutanına, Allah Rasulünün sünnetinde olduğu gibi üç tane teklifte bulunuyor: Müslüman olun kardeşimiz olun, değilse İslam egemenliğini kabullenin ya da diyor sizinle savaşacağız. Karşı taraf ise, siz işte Bedevilerdiniz, şöyle yapardınız filan diye küçümsemeye çalışıyor. Fakat bunun arkasında şöyle bir düşünce var: Neden Müslüman olarak kardeşimiz olun ya da İslam egemenliğini tanıyın deniyor? Çünkü eğer bir yerde bir siyasal irade, siyasal iktidar hakla halkın arasına engel koyuyorsa, hakkın olduğu gibi insanlara ulaşmasını engelleyen içtimai, iktisadi, siyasi birtakım planlar, düzenler peşinde koşuyorsa, fitneyi, fesadı yaygınlaştıran politikalar güdüyorsa, işte Müslümanlar o iradenin, o zalim gücün ortadan kaldırılması için kıtal yapar. Çünkü o iktidar, Allah'a savaş açan iktidardır. İşte düşmanlık zalimleredir denilirken bu vurgu var. Dolayısıyla önemli olan burada aslında büyük resmi görüp, Allah'ın dinine, hak ve hakikate karşı savaş açan zalim güçlerin farkına vararak o zalim güçlerin iradesiyle mücadele etmektir mesele, önemli olan bu.

Şu anda da küresel anlamda görüyoruz, işte bir Amerikan-İngiliz iktidarı var, yani bütün dünyada bir egemenlik alanı kurmuş ve bir şekilde kendi habis çıkarları için her türlü fitneyi, fesadı, kargaşayı, zulmü yayıyorlar, şimdi bunu görmek gerekiyor. Bu durum varken sen bunu bırak işte sadece bataklıktaki sineklerle uğraş diyemeyiz. Burada sineklerle uğraşmanın belki sınırlı anlamda seni teskin eden bir sonucu olabilir, fakat bataklığı kurutmadan bunun asli bir anlamı olmaz. Sen bataklıkla mücadele etsen zamanla zaten o sivrisinekler ortadan kalkacaktır. Şimdi dolayısıyla o büyük resmi görüp ona yoğunlaşmak gerekir diye düşünüyorum.

Etiketler : #Prof.   #Dr.   #Şinasi   #Gündüz:   #İslam   #   #Savaşa   #Ahlak   #Kazandırmıştır   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN