
Şükrü HÜSEYİNOĞLU
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BÜYÜK BİR YANILGI: BEDELSİZ CENNET
Kitab-ı Kerim’den öğreniyor ve bugünkü yaygın yaklaşım biçimlerinden anlıyoruz ki, geçmişten günümüze insanoğlunun en temel yanılgılarından biri de amelsiz, bedelsiz cennet beklentisidir.
Maalesef bu öyle yaygın bir yanılgıdır ki, kendilerini İslam dâvâsına nisbet eden belli bir bilinç seviyesindeki Müslümanların önemli bir kısmında bile “dünyada konfor, âhirette cennet-i âla” gibi bir yaklaşımla gündelik hayatlarını sürdürdüğünü görebilmekteyiz.
Oysa ne amelsiz, bedelsiz cennet, ne de hem dünyada konfor hem âhirette cennet gibi bir formülasyon söz konusu değildir. Bahse konu olan Âlemlerin Rabbi Allah’ın din-i mübini ise, bu muhaldir. Kısacası böyle bir din yoktur, tüm bunlar insanalrın yanılgıları ve dayanağı olmayan uydurulmuş temennileridir ki, Rabbimiz Kitab-ı Kerim’inde bu yaklaşım ve iddiaları “emaniyye” terimiyle ifade etmektedir.
“Emaniyye”, “ümniyye” teriminin cemisidir/çoğuludur. Ümniyye, “m-n-y” kökünden türemiş bir kelimedir. Türkçede kullandığımız “Temenni” kelimesi de bu kökten gelir ve Rağıb el-Isfahani, Müfredat’ta bu kelimeyi şu şekilde açıklar: “Bir şeyi gönülde değerlendirip düşünmektir. Bu da bazen tahmin ve zan ile bazen de bilgiden ve bir asla dayanarak meydana gelir. Temenninin geneli tahminden olduğundan yalan ona daha hâkim olmuştur. Onun için temenninin çoğu, gerçekliği olmayan şeyleri düşünmektir.”[1] Isfahani, “Temenni” kelimesinin Kur’an’daki kullanımına örnek olarak da “Yoksa her umduğu (temenni ettiği) şey insanın mıdır?” (Necm, 53/24) ayetini, benzeri birkaç ayetle birlikte zikretmektedir.
“Ümniyye” kelimesini ise şu şekilde izah etmektedir: “Gerçekleşmesi neredeyse imkânsız arzu, umut, kişide bir şeyi dilemekten meydana gelen düşüncedir. Yalan, gerçekliği olmayan şeylerin düşünülmesi ve onların söz ile dile getirilmesi olduğundan temenni, yalanın başlangıcı gibi kabul edilmiştir…”[2]
Yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi 78. ayetin içeriği ve inşallah aşağıda değinmeye çalışacağımız konuyla ilgili diğer ayet-i kerimelerin kapsamı, “Ümniyye” kavramının Kur’an’da, sözlüklerde belirtilen bu ve benzeri anlamlarının bir hülâsası olarak, vahye dayalı sahih bilginin (ilmin) zıddı olarak, sahih bir dayanağı olmayan, insanların temelsiz temenniler olarak kendi zihinlerinde kurup ortaya attığı ve toplumlarda din algısı maalesef çoğunlukla Kitabi temelde oluşmadığı için giderek genel kabul haline gelen yanlış inanışlar, hurafeler anlamında kullanıldığını göstermektedir.
Geçmişten Günümüze Ümniyyeler/Kuruntular
Zaman zaman çeşitli vesilelerle ifade etmeye çalıştığımız bir husus var. Özelikle de, hayatını kaybeden hemen her insanın arkasından, o insanın hayatta iken nasıl bir tercihte bulunduğuna, nasıl bir hayat yaşadığına bakmaksızın rahmet duasında bulunulması karşısında, İslam’ın bu şekilde dayanağı olmayan temenniler dini olmadığını, her konuda insanlara ölçüler bildiren ve ölçülü hareket etmeyi öğreten bütüncül bir hayat öğretisi/nizamı olduğunu ifade etmek durumunda kalmaktayız. Onlarca ayet-i kerimede Rabbimiz, nasıl bir hayat yaşayanlara rahmet edeceğini açık olarak bildirdiği[3] halde, Rabbimizin konuyla ilgili beyanlarının hilafına, temelsiz ve ölçüsüz bir şekilde rahmet “temennisinde” bulunmanın son derece yaygın, egemen bir tutum olduğunu görmekteyiz.
Rabbimizin Kur’an’da gündeme getirip “emaniyye” olarak nitelediği ve dolayısıyla bizleri benzerlerinden sakındırdığı yaklaşım ve inanışlara baktığımızda, insan topluluklarının herhangi bir vahyi ölçüye dayanmayan beklentiler olarak üretip, zamanla genel kabul gören inanışlar haline getirmiş oldukları temelsiz “temennilerle” karşılaşırız.
İşte Rabbimiz bizlere, Âl-i İmran Sûresi 24. ayette bildirdiği “Dinleri konusunda uydurdukları şeyler onları yanılgıya düşürmüştür”[4] durumuna düçar olmamak, dinini O’nun bildirdiği gibi doğru olarak anlayıp o doğru anlayış üzere yaşamanın yolunu, Kitab’ı hakkıyla okumak[5] ve Kitab’a ittiba etmek[6] olarak bildirmektedir.
Kitab-ı Kerim hakkıyla, yani kendisine ittiba etmek gayesi temelinde okunduğunda, fert ve toplum hayatında vahyi ölçüler belirleyici olacaktır. Aksi durumda, öğrenilip yaşanılmayan vahyi ölçülerin yerini, ümniyyeler, yani temelsiz inanışlar, kuruntular, hurafeler alacaktır. Zira hayatta boşluğa yer yoktur. Ekilmeyen bir tarla boş kalmayacak, yabani otlar tarafından doldurulacaktır. İşte ümniyyeler, insan ve toplum zihninde, kalbinde ve yaşayışında vahyi ölçülerin yerine boy atan “yaban otları” mesabesindedirler.
Nitekim kendilerini Musa (a.s.)’a inzal edilmiş hidayet rehberi Tevrat’a nisbet eden Yahudiler ve İsa (a.s.)’a inzal olunan hidayet rehberi İncil’e nisbet eden Hıristiyanların, tarihsel süreçte Kitab eksenli kavrayış ve yaşayıştan uzaklaşarak, kendi temelsiz temennilerini din haline getirmeleri hususu Kur’an’da gündeme getirilmiş ve son risâletin mensupları aynı duruma düşmemeleri konusunda ikaz edilmiştir.
Öyle ki Nisâ Sûresi 123. ayette, Yahudi ve Hıristiyanlar ile son risâletin mensupları birlikte muhatap alınarak, insanın cennet nimetine kavuşması veya cehennem cezasına muhatap kılınmasının, hiçbir inanç grubunun emaniyyesine (ümniyyelerine, temelsiz temenni ve boş, uydurulmuş inanışlarına göre değil), 122, 123, 124. ayetlerde bildirilen ölçülere göre olacağı beyan edilmektedir. Bu ayetler grubu, ümniyye kavramını ve bu bağlamda insanların tarihten bugüne içine düştükleri yanılgıları anlamak için çok öğreticidir:
“İman edip sâlih ameller işleyenleri ise, içlerinde ebediyyen kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Allah’ın vaadi haktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir. Bu ne sizin kuruntularınıza (emaniyye) ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük işlerse ona karşılık cezalandırılır ve kendisi için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. Erkek olsun kadın olsun, iman etmiş olarak kim sâlih amel işlerse, onlar cennete girecek ve bir çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisâ, 4/122-124)
Bu ayetlerin öncesinde 119-120. ayetlerde de Rabbimiz, şeytanın “Onları saptıracağım, boş kuruntulara (ümniyyelere) düşüreceğim” ifadelerini hatırlatarak, ümniyyelerin (temelsiz inanış, hurafe, kuruntuların) şeytan kaynaklı, onun insanları hak yoldan uzaklaştırma çabasının ürünü olduğunu ve ümniyyelerin dalâleti netice verdiğini bildirmektedir.
Kur’an’ın bize ümniyye konusunda muharref Yahudi ve Hıristiyan inançlarından bildirdiği somut örnekler de vardır. Ki bu örnekler, Nisâ 122-124. ayetlerin bağlamıyla doğrudan ilintili görünmektedir. Bakara suresi 111. ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar, ‘Cennete ancak Yahudi veya Hıristiyan olan girebilecektir’ dediler. Bu onların ümniyyeleri/kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” (Bakara, 2/111)
Görüldüğü üzere Rabbimiz, onların bir iddialarını hatırlatarak, bu iddianın herhangi bir temele dayanmadığını, bir gerçekliği olmadığını bildiriyor ve herhangi bir iddianın ümniyye değil de ilim niteliği taşıyabilmesi için bir delile (burhana) dayanması gerektiğini kaydediyor.
Bu ayette ifade edilen hususun, Nisâ 122-124. ayetlerin konusuyla doğrudan ilintili olduğu ortadadır. O ayetlerdeki “Bu ne sizin kuruntularınıza (emaniyye) ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir” ifadelerini hatırlarsak, Rabbimizin, bizden önceki ümmetlerin içine düştüğü bu tür yanılgılar ve temelsiz inanışlara bizim de düşmememiz, inanç ve amellerimizin Kitabi temele dayanması konusunda titizlik göstermemiz için ümniyye kavramı çerçevesinde hatırlatmalarda bulunduğunu kavramış oluruz.
Yani Kitabi bilgiler yerine, ümniyyelere (temelsiz inançlara, dayanağı olmayan temennilere, hurafelere) dayalı din algısı sorununun, tarihte yaşanıp bitmiş bir sorun değil, insanların her zaman içine düşebileceği bir hal olduğuna ve dolayısıyla bu konuda dikkatli olunması gerektiğine vurgu yapılmaktadır.
Yahudi ve Hıristiyanların ümniyyeleri olarak Kur’an’da zikredilen inanışlar arasında (hâşâ) “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”,[7] “Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacaktır”,[8] “Nasıl olsa bağışlanacağız”[9] gibi iddia ve temelsiz temenniler de söz konusudur.
Günümüzde bir hurafe tüccarı tarafından dillendirilen “Yarın âhirette bir adamı azap melekleri yaka-paça yakalasa, o adam ‘Ben Nakşibendi tarikatının Halidi kolundanım’ dese, bırakırlar” ifadeleri, Kitab-ı Kerim’de söz konusu edilen bu ümniyyelere ne kadar benziyor değil mi?
Yukarıda söz ettiğimiz Âl-i İmrân Sûresi 24. ayet, tüm bu ümniyyeleri kastederek, insanların uydurdukları bu gibi inanışların kendilerini dinleri konusunda yanılgıya düşürdüğünü, laubaliliğe sevk ettiğini bildirmekte ve aynı duruma düşmekten bizi sakındırmaktadır.
İmtihansız, Bedelsiz Cennet Yok
Said Nursi’nin güzel bir sözü var “Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil” şeklinde. Evet, Kitab-ı Kerim’den anlamaktayız ki cennet de cehennemde bir hak ediştir. Nitekim Kur’an’da cenneti hak etme ve hafazanallah cehenneme müstahak olma ile ilgili ayet-i kerimelerde kullanılan iki fiil kalıbı bu gerçeği tek başına ifade etmeye yeterlidir: “cezâun bima kânu ya’melun / yaptıklarına karşılık”[10], “bimâ kânu yeksibûn / kazanmakta oldukları”[11]…
Kur’an’da “cennet ucuz değil” gerçeğini vurgulayan, yani cennetin bedelini bize hatırlatan birçok ayet-i kerime vardır.
Cennetin bedeli denilince akla ilk gelen ayet-i kerimelerden biri Tevbe Sûresi 111. ayettir. Birçok müminin ezberinde olduğu üzere Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun hak olan bir vaadidir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (Tevbe, 9/111)
Evet, ayet-i keirmede Rabbimizin açıkça beyan ettiği gibi cennet hiç ucuz değildir, mallar ve canlar karşılığında hak edilecek olan nimetler üstü nimettir. Onu hak etmek için Hududullah’a ittiba üzere bir hayat yaşamanın yanı sıra, Allah yolunda maldan ve candan vazgeçmek de gerekmektedir. Kısacası serdengeçti olmadan cenneti hak etmek söz konusu olmamaktadır. Ne yardan ne serden geçen eyyamcı bir tutumla cennet yolunu adımlamak muhaldir.
Rabbimiz, cennet yolculuğunda biz kullarını çeşitli imtihanlara muhatap ve maruz kılacağını Kitab-ı Keriminde defaatle bildirmektedir. İmtihansız, bedelsiz bir cennet beklentisinin geçersizliğini, bir ümniyyeden (kuruntudan) ibaret olduğunu bize tekrar tekrar hatırlatmaktadır.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed, 47/31)
“Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)
“İnsanlar ‘iman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten sâdıkları da ortaya çıkaracak, yalancıları da ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut, 29/2-3)
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin başlarına gelenin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine darlık ve sıkıntı içerisine düştüler ki, peygamber ile yanındakiler "Allah'ın yardımı acaba ne zaman?" diyecek kadar sarsıldılar. Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
Bu ve benzeri ayet-i kerimelerin çoğunlukla Medenî ayetler olmaları dikkat çekicidir. Yani ayetler Rasulullah (a.s.)’ın uzun süre tedrisatından geçmiş bir topluluğa hitap etmektedir, onlara defaatle cennetin bedelini hatırlatmaktadır.
Onlar ki, ittika, takva üzere inşa olunmuş, Hududullah’a ittiba bilinciyle yaşanmakta olan bir hayatın sahibiydiler. İşte Rabbimiz bu topluluğa cennetin bedelini bildirmekte, defaatle hatırlatmaktadır. Bunda bizim için çok mühim bir mesaj vardır.
Rabbimiz Ahzab Sûresi 28-29. ayetlerde Rasulullah (a.s.)’ın eşlerini (r.a.), dünya süsü ile Allah, Rasulü ve âhiret arasında tercih yapma tercihiyle baş başa bırakır. Evet, Allah ve Rasulü’ne itaat bilinci ve ameli üzere yaşayan o güzide insanları bu tercihle baş başa bırakır. Niçin? Rasulullah’ın iyileşen maddi imkânlarından evleri için meşru dairede daha fazla pay istemeleri. Öyle ki o evlerde sürekli olarak yemekler pişirilmekte, sofralar kurulmaktaydı Medine’deki yoksul mü’minler ve Medine dışından gelen müminler için.[12] İşte böyle bir durumda var olan imkânlardan bir miktar daha evlerine harcanmasını istedikleri için Rabbimiz tarafından ikaz edilmişlerdir.
Evet, dünya süsü ile Allah, Rasulü ve âhiret arasında tercihte bulunmak… Bugünün, konforundan da cennet beklentisinden de vazgeçmeyen insanları için ne büyük bir ders…
2012 yılında rahmetli Ahmed Kalkan hocanın riyasetinde Umre ibadetimizi eda etmek nasip olmuştu. Umre dönüşü kaleme aldığım izlenim yazılarında da vurguladığım bir husus Umre’de edindiğim en önemli izlenimlerden biriydi.
Hira’dan Sevr’e, Bedir’den Uhud’a her ziyaretimizde tekrar tekrar Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk neslin ilayı kelimetullah için ne yoğun bir çaba içinde olduklarını ve ne büyük çileler çektiklerini yerinde müşahede ettik. Sevr için tırmanmaya başladığımızda kafilemizdeki birkaç arkadaş yolun henüz üçte birinde pes etti. Üstelik gündüz vakti ve sevinç üzere muhabbet ederek çıkılan bir yolculukta ve 20’li 30’lu yaşlardaki arkadaşlar…
Oysa Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki Ebu Bekir (r.a.) gece vakti ve arkada düşman tehlikesi altında ve bugün olduğu gibi bir patika yol da olmadan Sevr’e tırmanmış, orada üç gece geçirdikten sonra 400 küsur kilometrelik 15 günlük çöl yolculuğuna revan oldular.
Bedir, Uhud, Hendek ve hassaten Kur’an’da “saat’il usre (zorluk saati/günü)” olarak nitelenen[13] Tebük Gazvesi (Gazvet’ul Usre)… Nice çilelerle, Allah için ödenen nice bedellerle geçen bir ömür…
Onlar imtihanlarını gereği gibi verdiler ve kendileri Rablerinden razı, Rableri kendilerinden razı olarak dünya imtihanını tamamlayıp Rabbimizin “Ey mutmain bulmuş nefis/can! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön. Gir kullarımın arasına ve gir cennetime” (Fecr, 89/27-30) müjdesine muhatap bahtiyar kullar oldular.
Biz şimdi, Rabbimizle iman akdi üzere akitleşmiş bu çağın şahitleri[14] olarak İslam dâvâsı emanetini omuzlayıp omuzlamama konusunda muhatap olduğumuz imtihanımızı yaşıyoruz. Kıyamete kadar da her nesil kendi imtihanını yaşayacak.
Mallarını ve canlarını rıza ve cennet nimeti karşılığında Rablerinin yoluna bahşeden, dünya süsü yerine Allah, Rasulü ve âhiretten yana tercihte bulunan ve bu tercihinin bedelini ödemeye adanmış bir hayat yaşayan, Rablerine olan ahidlerine sadakat bilinci üzere hareket eden[15] sâdıkların dünyada izzeti ve âhirette cenneti kazanacakları Rabbimizin vaadidir.
[1] Rağıb el-Isfahani, Müfredat / Kur’an Kavramları Sözlüğü, “M-n-y” maddesi, Sh. 1017-1018, Çıra Yayınları
[2] Rağıb el-Isfahani, a.g.e., sh. 1018
[3] “Âyetlerimize iman edenler yanına geldiklerinde de ki: Size selam olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi üzerine almıştır. Sizden kim bilmeden bir kötülük işler de, sonra arkasından tevbe eder ve durumunu düzeltirse bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, rahmet edicidir.” (En’âm, 6/54, Ayrıca bkz: Tevbe, 9/71, A’râf, 7/156 vb.)
[4] “Bu, onların; Ateş bize sayılı günlerin dışında dokunmayacaktır, demeleri yüzündendir. Uydurmakta oldukları şeyler onları dinleri hakkında yanılgıya düşürdü.” (Âl-i İmrân, 3/24)
[5] “Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim onu inkâr ederse, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/121)
[6] “Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) tâbi olun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A’râf, 7/3)
[7] Bkz: Mâide, 5/18
[8] Bkz: Bakara, 2/80