`Milliyetçilik paganizme dönüştür`
Sosyolog Prof. Hüsamettin Arslan, milliyetçiliğin ve ulusçuluğun ‘cahiliye devri’ne dönüş olduğunu söyleyerek, Kürtlük ve Türklük üzerine ezber bozucu tespitler yapıyor.
“Kritik bir dönemden geçiyoruz.” Bu cümleyi Türkiye için her daim kurabiliriz ama şu günler biraz daha özel ve farklı olarak, ‘umut verici’.
Türkiye’nin ‘beyazları’ dirense de ‘aşağıdakiler’ eşitlik istiyor ve artık bu sese kulak tıkamak imkansız. ‘Kürt açılımı’ biraz da bu... Prof. Hüsamettin Arslan, milliyetçiliğin ve ulusçuluğun ‘cahiliye devri’ne dönüş olduğunu söyleyerek, Kürtlük ve Türklük üzerine ezber bozucu tespitler yapıyor.
Beyaz Türk’ler artık iyiden iyiye rahatsız, belli. Belki beyazlıklarını da yitirmeye başladılar. Ama bir taraftan da ‘beyazlaşmaya’ öykünenler var. Nedir beyazlaşma?
‘Beyazlaşma’ renkliyken ‘renksizleşme’dir. Kendisiyken kendisi olmak istememe, başkası olmak istemedir. Beyazlaşır ve kendisi olarak kalanlara yukarıdan bakırsınız. Beyaz iyi, siyah kötüdür. ‘Modern’ olan her şey beyaz, kendinize ait ne varsa siyahtır. Beyaz ‘modern’, ‘siyah’, ‘azgelişmiş’, feodal, Doğulu, yoksul, eğitimsiz, cahil, görgüsüzdür. Bu iktidar ilişkilerinin ürünüdür ya da buna iktidar ilişkileri eşlik eder: Beyazlar efendi, siyahlar köledir. İktidar ilişkileri sizi deri değiştirmeye zorlar. Bir türlü ne iseniz o olarak kalamazsınız; iktidar ilişkileri kendi içinizde, kendi kendinize ‘evrilmenize’ izin vermez. Otantik, sahici siz olamazsınız. ‘Modern’ olmanız, ‘ulus’ olmanız, ‘etnisite’ olmanız istenir sizden. İktidarlara boyun eğmeniz, iktidarları desteklemeniz istenir. Kendi problemlerinizle değil, ‘beyazların’ problem olarak gördüğü problemlerle uğraşmanız istenir.
Eşitlik imkansızdır
Bu doğanın bir kanunu gibi: Eşitlik imkansız!
‘Beyaz’ ve ‘siyah’ olmak eşitsizlik ilişkilerinden doğar zaten. ‘Eşitlik’ olduğu için değil, olmadığı için değerli ve insanlığın yüksek değerlerinden biridir. Eşitler daima toplum merdiveninin aşağısında ‘eşittir’ ve sayıları daima ‘eşitsiz olanlardan’ çoktur. Yukarda eşitlik imkansızdır. Çünkü herkes zengin, herkes zeki, herkes güzel, herkes başarılı ve ‘elit’ olamaz. Sosyalizm insanları, yukarıdakilerin düzeyinde değil, aşağıdakilerin düzeyinde eşitlemek zorundaydı. Aksini yapamazdı; çünkü aşağıdakiler, yukarda eşitlenemeyecek kadar çoktu. Eğer yoksulları zenginlerin düzeyinde eşitleseydi, dünyada bir ‘cennet’ yaratacaktı.
Bugünün beyazları yarının siyahları mı olacak?
Aşağıdakiler ya yukarıya tırmanacak ya da aşağıda kalmaya razı olacaktır. Biz ‘siyahların’ hayatını anlamlı kılan şey budur. Hep tırmanmak isteriz. Siyahların kaderi tırmanmaktır. Siyah inemez çünkü daha aşağısı yoktur. Yalnızca yukarı vardır: Tek yön! Türkiye’de ‘beyaz’ olmaya, çıktığı yeri beğenmemek eşlik eder. Beyaz olmak efendi olmak, efendi olmak iktidar olmak demektir: ekonomik iktidar, kültürel iktidar, politik iktidar, bürokratik iktidar. Ahlak ve etik yukarıdakileri, efendileri bağlamaz, aşağıdakileri bağlar. Etik ve ahlak aşağıdakilerin kaçınılmaz kaderidir. Etik güçsüzlerin,’siyahların’ yegane insani silahıdır. Başka silahlara başvurduğunuzda ‘efendileşir, beyazlaşırsınız’. Düşmanların ya da rakiplerin silahını kullanmak düşmanlara ya da rakiplere” benzemekle sonuçlanır. Düşmanlarımıza benzememizi engelleyecek yegane mücadele formu etik mücadeledir. Etik vasıtalarla etik mücadele. Aşağıdakiler, yani ‘plepler’, yani halk hep ‘aşağıda’ olacak ve hep varolacaktır. Bugün biz, yarın başkaları.
Bir yazınızda “siyah’ların, etik, hukuk ve demokrasiden başka sığınacak limanları yoktur” demişsiniz. İktidarlar beyaz olduğuna göre etik, hukuk ve demokrasi beyazların egemenliğinde değil mi? Bu durumda siyahlar neye ve nereye sığınacaklar?
‘İktidar’ doğası gereği ‘kötü’ değildir. İktidarın ‘iyi’ ve ‘kötü’ kullanımlarından söz edebiliriz ancak. Mevcut uluslararası ‘insani’ kurumlar bile iktidar kurumlarıdır. Batılı iktidarların finanse ettikleri, siyahların inşa edemeyecekleri ölçüde pahalı kurumlardır. Günümüzün dünyasının bazı bölgelerinde insanlar dünyanın efendilerinin ya da beyazlarının kendilerini kurtarması için yalvarıyor. Barışı tesis emek için bile iktidar gerekir. Siyahların yapabileceği yegane şey, iktidarları etiğe, ahlaka, demokrasiye zorlamaktır. Günümüzün en insani, en makul talebi, ‘adalet’tir. Bahis konusu olan etik, beyazların etiği olsa bile. Adaleti beyazlardan talep ediyor olsanız bile. Bu bir çelişki elbette. Çünkü iktidarlara etikle değil, ‘iktidar’la karşı çıkarsanız sizin de kaderiniz başka iktidarlar gibi ‘iktidar’ olmak olur. Ya da bugün bu iktidara hizmet ederken, yarın başka bir iktidara hizmet ediyor olursunuz. İktidar talep etmek bir şey, adalet talep etmek başka bir şeydir. Her iktidar kendi ‘siyahlarını’ yaratmak durumundadır. Ben âcizane Levinas’ın izinden giderek “sorumluluk ahlakına” inanıyorum. Tanrı Kabil’e sordu: “Kardeşin nerede?” Kabil şöyle cevap verdi: “Ben kardeşimin çobanı mıyım?” Kardeşlerimizin ‘çobanı’ olmamızı, sorumluluklarını taşımamızı buyuran bir etik. Ölüm ancak Kabil’in Habil’den sorumlu olmadığı bir dünyada meşruiyet kazanabilir. Önce etik; etik olmaksızın babanızla, eşinizle, çocuklarınızla bile bir arada yaşayamazsınız; iktidar kavgalarının doğurduğu acıları yalnızca etik dindirebilir. Etik iktidarın panzehiridir. “Nasıl daha az zalim olabiliriz?” Nasıl daha az zalim olabildiğimiz sistemler kurabilir ve toplumlar inşa edebiliriz? Bunun etik dışındaki bütün yollarının yanlış olduğunu düşünüyorum.
Bu durumda mevcut toplumsal yapı bir kader mi?
Toplum ‘toplum’ olması dolayısıyla ‘eşitsizlik’ ilişkilerinden oluşur. Uygulamadaki sosyalizmler, kendilerince bir tek eşitsizliği, yani ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırabildiler; sosyalist toplumlarda diğer eşitsizlikler, bürokratik, politik, kültürel eşitsizlikler varlığını sürdürdü. Marx “eşit ilişkilere dayalı toplumun” bir ütopya, bir imkansızlık olduğunu farkedecek kadar büyük bir entelektüeldi. Eşitliğin varolan, mevcut bir şey değil, olması gereken bir şey olduğunu, bir ütopya olduğunu, bir değer olduğunu biliyordu. Eşitlik önemlidir, çünkü yoktur. Fakat aşırı vurgu yaptığınızda etik tehlikelidir; çünkü ‘despotizm’e sonuçlanır. Toplumu eşitlemek, toplum kendi kendisine eşit olamayacağına göre, ona yukardan müdahaleyi gerektirir. Bir el, bir irade eşitlemedikçe, toplum kendi kendisine eşit olamaz. Bu yüzden eşitliğe vurgu politikada hep Jakobenizm’le sonuçlanmıştır. Tarihin bilinen bütün devrimcileri jakobendir. Beyazlar eşitlik istemezler. Toplumu eşitlemek beyazlara zulümle sonuçlanır. Kabul etmeliyiz ki, beyazlar da en az siyahlar kadar insandır. Ayrıca eşitleme, homojen, tek tip toplumla sonuçlanır. Farklılıklar içermeyen bir toplum, renksiz bir dünya ister misiniz? Sorunuza döneyim. Mevcut toplum yapısı bir kader değildir; fakat ‘iktidar’ kaderdir. Toplum yapısının değişmesi demek, bir iktidar ilişkileri sisteminin yerine başka bir iktidar ilişkileri sisteminin geçmesi demektir. Mevcut toplum yapısına mahkum değiliz, fakat iktidara mahkumuz. İktidara, iktidar ilişkilerine mahkumiyetimiz etiğe mahkumiyetimizi doğurur. Etik iktidar ilişkileri varolduğu için anlamlıdır. Etiğe çağrı, vicdana çağrıdır. Etiğe çağrı adalete çağrıdır. Eşitlik değil, adalet!
Halkçılık da bizde pek yerinde kullanılmıyor sanki. Halkçıyım demek aynı zamanda ‘beyaz’ olduğunu ilan etmek ve siyahları ‘hizaya’ getirmek anlamına da gelmiyor mu?
“Muhayyel halk”
Halkçılık 19. yüzyılın güçlü politik ideolojilerinden biri. ‘Halkçı’ olamayacak kadar bu halkın bir parçasıyım. Türkçü olamayacak kadar ‘Türk’, İslamcı olamayacak kadar ‘Müslüman’, sosyalist olamayacak kadar ‘yoksul’, Alici olamayacak kadar ‘Alevi’, Kürtçü olamayacak kadar ‘Kürt’üm. Bütün bu izmler halkçılık denilen ideolojinin versiyonları olarak görülebilir. Ayrıca ‘halkçılık’ kendisini halkın bir parçası sayanların ideolojisi değil, kendilerini halkın dışında görenlerin ideolojisidir. Halkçılık halka yukardan bakmanın adıdır. Halkçılar, gerçek, fiilen mevcut halkı sevmezler, kafalarında yarattıkları muhayyel ‘ideal’ halklarını severler. Türkleri homojen bir etnisite olarak görmekle Kürtleri homojen bir etnisite olarak görmek aynı şey değil mi? Cumhuriyet halkçılığı böyle bir ‘ideal’ halk için mücadele vermiştir; sosyalistler kafalarındaki ideal halk için savaşmışlardır. Eğer ‘otantik’ halka değil, kafanızdaki ideolojinize uygun halka inanıyorsanız, bu ‘ideal halk’ adına, bu ‘ideal halk’ için fiilen mevcut ‘otantik halkı’ budamak istersiniz. Halkçılık renklere karşıdır; ‘muhayyel halk’ daima homojen, renksiz, birörnek halk olagelmiştir. Oysa yapmamız gereken, toplumu ne ise öyle kabul etmektir.
Troçki, halkçılık ve faşizm arasında ince bir çizgi vardır, der...
Öncelikle bir generale, bir dikdatöre referans yapmanız esef verici! Adı Troçki olsa bile. Yine de Troçki yanılıyor. Hangi ince çizgi? Halkçılık doğası gereği, faşizandır. Troçki, ‘faşist’ generallerin hışmına uğramış bir ‘toplumcu faşist’ generaldi. Otantik halkı görmeyen, göremeyen her ideolojik duruş faşist olmak durumundadır. Gulag’ı, Sibirya işkencehanelerini, Kronstat’ı vb. yaratanlar halk adına ve halk için faşizmle mücadele ittikleri iddiasındaydılar. Sosyalizmle faşizmin mücadelesi faşizmle faşizmin mücadelesidir. İnsanlık tarihinin yaşadığı en büyük zulümler fikirler adına gerçekleştirilmiştir.
Kemalist elitleri Türkiye’deki elitler yelpazesindeki renklerden biri olarak ölçülendiriyorsunuz? Kürtlerin, İslamcıların da elitlerinin olduğunu söylüyorsunuz. Son tahlilde tüm bu elitler aynı kumaştan mıdır?
Kemalizmin versiyonları
Bütün Kemalistleri birörneklermiş gibi aynı sepete doldurmuyorum. Kemalizm versiyonları bulunabilir. Kemalizm en az yetmiş yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi ya da yöneten ideoloji olarak varolagelmiştir. Türkiye’deki etnik ya da ideolojik gruplar bu ideoloji karşısında farklı tavırlar sergilemişlerdir. İslamcılar Kemalizmden nefret ederler, hatta İslamcılık Türkiye’de bir anlamda Kemalizmden nefretin adıdır; ‘resmi solcular’ Kemalizm’i çok sevmişlerdir; Ermeniler Osmanlı’yı da Kemalizmi de sevmezler, Aleviler Osmanlı’dan nefret eder Kemalizme bayılırlar; Kürtler Osmanlıyı sever Kemalizmden nefret ederler. Vs. vs. Haklısınız, rakiplerinize, düşmanlarınıza benzemek mukadderatınızdır. İslamcılığa bakın; içerik olarak Kemalizm’den farklı, fakat ‘form’ olarak, ‘duruş’ olarak Kemalizmle neredeyse aynı. Kürtçülüğe bakın, içerik olarak Kemalizm’e karşı ve ondan farklı, fakat form olarak Kemalizmle neredeyse aynı. Bir Kürt milletvekiline bir TV spikeri soruyor: Diyarbakır’dan aldığınız oyu neden Urfa’dan alamadınız? Milletvekili cevap veriyor: “Çünkü Urfa feodal.” Neden böyle diyor? Çünkü ‘beyaz Kürt’, bir tür ‘Kürtçü Kemalist’; otantik, hakiki, gerçek Kürtlerle problemi var. Bilinçaltında şu var: Ah şu Kürtler de biraz daha etnik bilinç, Kürtlük bilinci olsaydı! Uygarlıkların potası Harran’da saf etnisite aramak! Kemalist milliyetçiler de Hititler’de, İyonya’da, Sümerler’de ve nihayet Orta Asya’da aramışlardı. Bu mantığın arkasında fiilen mevcut halktan nefret var. Kürtleri “feodal” olarak görüyor, çünkü jakoben, zulme, diktatör olmaya hazır. Yarı sosyalist yarı milliyetçi. Cumhuriyet’in milliyetçiliğine savaş açmış fakat kendisi de Kemalist milliyetçilere taş çıkartacak kadar milliyetçi. Bu faşizm değil mi? Başkasının milliyetçiliği kötü, sizinki iyi olabilir mi?
Mazlumların da ‘beyaz’ı varsa ve bu hep böyle olmuşsa kurtarıcılar hep beyazlar mıdır?
Peygamberler hariç evet. Kurtarıcılığa soyunmak bir ‘beyazlaşma’ talebidir. Çünkü beyazlaşma talebi iktidar talebidir: Size bir efendi lazım ve o benim. Çünkü siz kendi kendinize efendi olamayacak kadar “ahmak ve aptal”sınız. Kurtarıcınız ve yol göstericiniz benim. Fakat kurtuluşunuz, top namlularının ve makineli tüfeklerin karşısında ‘ateş tanrısı’ adına şehit olmanızdan geçiyor. Size ekmek, sağlık, para, eğitim ve daha insanca bir dünya değil, pagan bir ulus lazım. Gerçek sorunlarınızı unutun ve bu sorunlarınızla birlikte kendinizi de unutun! Ateşe ve güneşe tapın; çünkü güneş paganların ve beyazların Tanrısıdır.(Röportaj: Avasin Yorulmaz / Star)