Alan: Medine, tam anlamıyla bir İslam iktidarıydı

Hüseyin Allan: Son dönemlerde şehri dönüştürme iddiasını yitiren, dünyayı imar etmekle sorumlu tutulduğunu unutan ve varlık gerekçesini karıştıranlar, devlet ve iktidar işlerinde de kafalarını kuma gömmeye devam etmektedirler. Özellikle liberal teorilerin etkisi altında kalıp onun kavramları ile dünya, hayat ve toplum algısı üreterek dini araçsallaştırmaya başlayanları, ülkemizde de bolca görmek mümkündür. Onlar için şimdi sıra, laikliği içselleştirme aşamasıdır. Bu yol, peygamberlerin yolu olmadığı gibi, Kuran’ın da tasvip etmediği bir yoldur…

23-12-2010


İslam ve Hayat

Kur'an Nesli Kültür Merkezi, "İslami Bilinç Seminerleri"nde bu hafta "Medine'de İslam İktidarının İnşası" konusuyla Hüseyin Alan'ın sunumu vardı.

Müslümanların bugün iktidar olma iddialarından önemli ölçüde vazgeçtiğini ifade eden ve iddiasından vazgeçenlerin değişmeye, gerilemeye mahkûm olduğunu kaydeden Alan, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının mücadelesinin bu açıdan iyi anlaşılması gerektiğini vurguladı.

İslam iktidarının inşası derken modern dönemin adlandırması ile “İslam Devleti”nden, eski terimlerle ifade edersek vahyin egemen olduğu, toplumun İslami kurallarla yönetildiği “emirlik”ten, ”iktidar”dan söz etmiş olunduğunu kaydeden Alan, "Değişik adlandırma yapılsa da, esası itibarı ile aynı fonksiyona işaret eden toplumsal bir örgütlenmeden bahsetmiş oluyoruz… İnsanoğlu, eski zamanlardan beri, sayıca az yahut kalabalıklar halinde yaşamalarına istinaden adlandırılan köy, kasaba, şehir, imparatorluk tarzı yerleşim yerlerinde bile, her zaman bir “gelenek” yahut “hukuk”un dayandığı bir “din”e göre bir “reis”i yönetici olarak “seçmiş”ler, topluluğun “yönetim” dediğimiz her türden işlerini çekip çevirmişlerdir. Kabile yönetimlerinde bile bu yöntemler uygulanmıştır. Modern dönemin aldatıcı propagandaları olan “yönetici” ,“seçim”, “seçme” “kurumsal” yapılar ve “bürokrasi”yi oluşturan “devlet” anlayışının çağdaş olduğuna dair anlatıları, büyük bir aldatmacadır." tesbitinde bulunarak konuya giriş yaptı. 

Alan, konunun devamında şu tesbitlerde bulundu:

"Devlet, bir toplumda nihai kararı  veren, şiddet kullanımının yasal olarak sadece kendisine tanındığı, toplumun örgütlenmelerinden en büyük olanıdır. Egemenlik denen olay budur. Neye göre meşru olduğu, egemenliğin kullanım yetkisi, seçimler, seçme-seçilme hakları gibi yöntemlerin yapıldığı tartışması, teknik bir konudur… Yöneten-yönetilen ilişkileri, her türden kamusal hasılanın toplama-dağıtma işleri, sosyal statünün belirlenmesi, toplumun sınıflandırılması ve birlik ve dirliğinin sağlanması, gelecek tasavvuru gibi devlete ait işlere “siyaset” denmektedir. Devletin işi, siyasettir yani. Şirket, dernek, sendika, vakıf, okul gibi örgütlenmeler de birer örgüttür ama onların yaptıkları iş başkadır, onlar siyaset yapmazlar. İnsanlar, oralarda siyaset yapmak için de örgütlenmezler. Bu anlamda sadece siyasi parti örgütlenmeleri, devleti yönetmek işine soyundukları için onların işi de siyasettir. O halde, devlet ve siyaset, kendisi ve işi ile bir bütündür…  

Devlet, tüm bu işlerini bir hukuka, o hukuktan çıkartılan değişik kaide ve kurallara göre yapar. Kuran buna din diyor, “melikin dini” gibi. O halde insanlar, topluluk işlerini ya binlerce dinden bir dine uyarak yahut tek hakikat olan İslam dinine tabi olarak yaparlar. Bu onların tercihidir. Allah’a inanmış ve sadece ona itaat eden Müslümanlar için bir devletin dayandığı referans önemlidir, itikadi bir durumdur bu. O nedenle buna ya razı gelir yahut gelmez. İki duruma göre de onun takınacağı tutum farklıdır. Razı gelmediği bir devlet yapılanması söz konusuysa şayet, ki tarih genelde bu tarz yapılanmaların örnekliği ile işlemektedir, toplumu dönüştürmeyi, devlet iktidarını değiştirmeyi yani siyaset işlerini omuzlarında yük olarak görecektir. Bunu nasıl yapacağını, nasıl gerçekleştireceğini ise zaten biliyor o. 

“Allah, içinizden inanan ve Salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde hükümran kılacağına, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar, sadece bana kulluk eder, hiçbir şeyi de bana ortak koşmazlar.” ( Nur 55) 

“Kim Allah’a yardım ederse, Allah da muhakkak ona yardım eder. O çok güçlü ve her zaman galiptir.” (Hac 40) “Allah, şüphesiz inananları savunur, hainleri ise hiç sevmez” (Hac 38) “Çünkü Allah, inananların sahibidir, inkârcılar ise sahipsizdir” (Muhammed 11) “Allah’ın sizin sahibiniz olduğunu iyi bilin. O ne güzel bir sahip ve ne güzel bir yardımcıdır” (Enfal 40) 

Bu işlerin nasıl yapılacağını  Müslümanlara örnekleyen ve bu konuda rehberlik edenler, şüphesiz ki elçilerdir. Müslümanların belleklerinde ve bilinçlerinde, tarihsel dayanak olarak da bu işin gerçeği ve karşılığı her daim vardır. Elçilerin olmadığı, insanların elçisiz tarihlerde yaşadığı zamanlarda ise, bu işleri, Müslümanların belli bir kasıtla bir araya gelerek oluşturduğu siyasi toplum olan “ümmet” eliyle yapacaktır. 

“Biz elçilerimize ve inananlara, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik etmek üzere ayağa kalkacağı kıyamet gününde yardım ederiz.” (Mümin 51) 

Siyaset biliminde ve sosyolojik tezlerde, mevcut devletten razı gelmeyenlerin o devleti değiştirmek için gerekli iki şeye ihtiyaçları olduğu ileri sürülür; Birincisi, o kimselerin güçlü aristokrat bir aileden olmaları, ikincisi de, arkalarında, kendi devletlerinden daha güçlü, yabancı  bir devletin olması. Bu iki şart, “devrimcilerin” kendilerini korumaları, sistem tarafından yok edilmelerini önlemek içindir. Kitlesel destek ancak o zaman sağlanabilecektir. Beşeri ideolojilere itaat edenler için bu iki maddi şart, olmazsa olmazdır. Ancak Allah’a itaat edenler için bu şartlar olmazsa olmaz değildir, çünkü onlar için en büyük yardımcı ve destek Allah’ın bizzat kendisidir. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, gaybi yardım, yani. Bunu da ancak inananlar anlarlar… 

Bu girişten sonra, tümden gelim yöntemiyle hareket ederek, (bir hafta önceki İlkav-Ankara da tüme varım yöntemi ile yaptığım konuşmanın bir devamı olarak anlaşılırsa daha iyi olacaktır) İslam devletinin vucut bulduğu Medine’deki siyasi İslam toplumunun yani İslam iktidarının temellerini göz önüne alarak değerlendirmemizi yapabiliriz. Bilinmesi gerekir ki, Medine devleti, yeni bir aşamadır. Ön hazırlıkları tamamlanmış, daha önceden planlanmış ve hedeflenmiş çalışmaların yeni bir aşamasıdır. Bu, Mekke’de inşa edilmiş, mümin bir topluluğun, insanlardan ayrı oluşturulmuş bir ümmetin becerdiği ve hak ettiği bir aşamadır. Bir anlamda, onların omuzlarına yüklenmiş yeni bir yüktür, devlet sorumluluğu bu. Bu sorumluluk burada da bitmeyecek, bu araçla, bu güçle, evrensel daveti yayma sorumluluğu başlayacaktır bu defa da. 

Tüm bunları nereden çıkartıyoruz? Müslümanlar siyaset yaparlar mı, devlet aracı gibi bir gücü hedeflerler mi? O aşamaya uygun bir yapılanma hedefi güderler mi? Benzeri sorulara, Medine’de ilk bir yıl içinde gerçekleştirilen işlerden hareketle cevap bulmaya çalışalım. 

1- Mescit yapımı. Her tür siyasi-sosyal-ekonomik-askeri-kültürel faaliyetlerin yapıldığı, topluluk işleri dediğimiz öncelikle dünyevi, o işlerin nasıl yapılması gerektiğini öğreten uhrevi, her türden işlerinin çekip çevrildiği ve karara bağlandığı merkez. Bu merkez, siyasi birliğin de temsil edildiği bir yerdir.

 

2- Kardeşlik akdi. Mekke’de, Kureyş’e ait farklı kabilelerden Müslüman olanların oluşturduğu inanç temelli yeni bir topluluk tecrübesi ile akabe biatlarında, Evs ve Hazrec kavimlerinden Müslüman olanlar arasında tesis edilen aynı inanç temelli kardeşlik tecrübesine ilaveten, bu defa, Mekkeli muhacirlerle Medineli Ensar arasında oluşturulan inanç temelli yeni bir kardeşlik anlaşması bu. Bu topluluk, Müslümanlar olarak kurulan yeni bir ümmet, siyasi bir topluluktur. Örnek ve rehber elçinin liderliğinde, almadan önce veren, sadece inanç bağı ile birbirine bağlı, tüm işlerini iman ilkeleri ile yürüten bir topluluk.

 

3- Yazılı akit, vesika. Medine de birlikte yaşayan diğer topluluklar ve Yahudilerle, Müslüman toplum arasında kurulan, aralarındaki ilişkileri yeniden düzenleyen, karışık ümmet topluluğunun tesisi. Egemenliğin Müslümanlarda olduğu, İslam cemaatine diğerlerinden ayrı bir statü veren, onları, insanlardan ayrı bir nitelik de kazandıran yazılı bir anlaşma bu… Eski tecrübelerden hareketle yürütülen kabile asabiyesi, hukuku, sınırları ve ilişkilerinin iptal edilerek yeni bir toplumsal statünün oluşturulduğu bir yapı bu… Diğerlerinin inançları ve ibadetleri korunacak, serbest bırakılacak, her tür baskı kaldırılacaktır. Müşrikler ve Yahudilerle yürütülen ilişkiler, bundan böyle devlet eliyle yürütülecektir… Devlet, Müslüman olan herkesin ortak mülküdür burada… Birçok kabile mensubu ve farklı bağlılıkları olan diğer insanlar, hiçbir engelle karşılaşmaksızın islama girebileceklerdir… Arap yarımadasında, kabile sistemi, kan bağı ve geleneklere dayandırılmadan yeni bir toplumsal model üretilmiştir burada. Evs ve Hazrec kabileleri Ensar, Kureyş’e ait kabilelerden gelenler de Muhacir olarak Müslüman toplum içinde birleşecekler ve eriyeceklerdir…

 

4- Medine de nüfus sayımı yapılacak, Medine’nin sınırları belirlenecektir.

 

5- Medine’de, Müslüman pazarı kurulacaktır. Hiçbir imtiyazın tanınmadığı, özel mülk edinmenin ve sabit bir yer tutmanın yasak edildiği, vergi vs hiçbir katılım payının alınmadığı bir Pazar bu. Ekonomi politiğin ve ekonomik değerlerin işlerlik kazandığı ve vücut bulduğu alan.

 

6- Gaza ve Seriyye’ler çıkartıldı. Medine civarında yerleşik veya seyyar kabileler tespit edilip onlarla siyasi ve askeri görüşmeler yapıldı. Tabi olanlar ve düşman olanlar belirlendi ve üzerlerine gidildi… Medine yeni kurulan devlet otoritesi onlara da kabul ettirilirken, devlete ekonomik kaynak girişi de sağlandı.

 

7- Geceleri, Medine’nin stratejik noktalarına nöbetçiler kondu. Münafık ve müşriklerden olduğu kadar Kureyş’ten de gelebilecek saldırılara, gece baskınlarına karşı önlemler alındı.

 

8- Ordu kuruldu. Bundan böyle Arap geleneklerinde var olan saldırı, baskın ve kavim savaşlarının adı, içeriği ve muhtevası cihad olarak değiştirildi, kutsallaştırıldı. Artık silahlı mücadeleye, kıtal olarak izin çıkmıştı… Müslüman topluluğun omuzlarında devlet yükü vardı ve otorite olmuşlardı. Akabede biatlarla resmen tescillenen devlet, artık toprağa da kavuşmuş, fiilen ve eksiksiz olarak var olmuştu. Düşmanları çoktu, her an saldırıya geçebilirlerdi ve her zaman bir yerlerden baskına uğrayabilirlerdi… Devlet olduklarında, ayakları yere sağlam basmamış, sanıldığı gibi rahat değillerdi henüz. O halde Müslümanların savaş becerileri artırılmalı, savaş talimleri yaptırılmalıydı. (Enfal 60)… Bundan böyle Müslüman savaşçı oluşuyordu ve en temel sloganları “ya zafer, ya cennet” olacaktı. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın…” gibi teşvik edici ayetler peş peşe gelecek, Peygamber (s) da, “kim Allah’ın yolunda bir infakta bulunursa, her dirhemine yedi yüz dirhem vardır”, “kılıç, hataları siler süpürür”, “Allah bir ok ile üç kişiyi cennetine koyar. Hayırlı bir iş için Allah’dan ecrini bekleyerek ok imal eden, oku atan ve ok takviyesi yapan” diyerek motivasyonu yükseltecektir.

Görüldüğü gibi, bir devlete ait bütün unsurlar tamamlanmış, Medine’de bir devlet kurulmuştu. Ayrıca Medine’de kurulan devlet yöresel, sınırları belli, orası ile sınırlı bir devlet değildi. Tüm evrene ve insanlara açık bir davetin merkeziydi de. Nitekim kısa bir süre sonra, kabile reislerine, devlet başkanlarına elçiler gönderilecek ve onlara da davet ulaştırılacaktır. 

Burada temel soıru şudur: Bütün bunlar, akşamdan sabaha kararlaştırılmış, hicretten hemen sonra başlarına musallat olan işlere karşı tedbir olarak alınmış, şartların dayattığı, kabile geleneklerine uygun, kabile hukuku gereği yapılmış işlerden midir? Yahut, bir vaizin, sadece din tebliğcisi bir peygamberin, dini, gönül işi, aşk-meşk işleri olarak algılayan bir ruhbanın ve yine dini sadece ahlaklı-erdemli insanlar üreten bir öğreti olarak sunanların işlerine benzer işlerden midir? 

O halde, bu işler, çok önceden tasarlanmış, planlanmış, hatta hazırlıkları yapılmış işlerdendir. Bu işler için beşeri katkı, vahyi doğru algılamış kulluk bilinci gerektiği gibi yetenek, akıl, feraset, liderlik, sabır, stratejik düşünmek gibi özellikler gerektiren işlerdendir. Devlet adamı olmak, siyasi işlere kalkışmak, aynı zamanda tedbirli olmak, olayları yönlendirmek ve şartlara uygun hazırlıklar da yapmaktır. Ve Peygamber (s), ta baştan bu aşamayı hesaplamış, buna uygun yapılanma ile topluluk kurmuş, mücadelesini siyasi çerçevede ve o hedeflerde yürütmüştür. (Şura Suresi 38-40. ayetler) 

Bunu anlamak için, tevhidin dört aşamalı, iç içe, birbiri ile bağlantılı, senkronize işleyen anlayış ve hedefini görmek gereklidir. Kendisini ve niyetini değiştirmiş, tevhide teslim olmuş Mümin bir kul, kendisi gibilerle birlik olup insanlardan değerleri ile ayrışmış ve kendi özgün cemaatini oluşturmuş bir yapı, toplumunu değiştirmek üzere stratejik hesap yaparak işinin siyaset, aracının devlet olduğunu bilen ve o hedefe doğru mücadeleye soyunmuş bir amaç ve nihayet elde ettiği araçla evrensel çapta daveti omuzlayacak yeni bir sorumluluk… Ta baştan bu aşamaları hesaplanmadan, böyle bir oluşum, yapılanma ve devlete kavuşacak bir toplum oluşamaz. Devlet işleri, tombaladan çıkmadığı gibi, birilerinin hediye edeceği işler de değildir! Tersine bu işlere yönelmek ve hak etmek işidir.

Tevhidi akide ve davet sorumluluğu, bir insanı, bir kabileyi, bir ulusu, bir devleti kuşatmıyor, tam tersine, bir yerden başlayıp tüm evreni ve tüm insanlığı  kuşatıyor. Allah, sadece Müslümanların ilah’ı ve rabb’i değil, diğer insanların da Allah’ıdır. O halde onlara nasıl ulaşılacak, suni sınırlar ve devletlerle hangi araçla muhatap olunacaktır?  Öte taraftan, mümin bir kul, aklını, dinini, neslini nasıl koruyacak, değişim ve dönüşümden nasıl muhafaza olacaktır? Keza, hak ne ile gelecek, batıl ne ile zail edilecektir? (Ayetin hicrete yakın zamanda nazil olduğunu ve hikmetini hatırlayalım.) 

Devleti olmayan bir Müslüman, sokakta her tür tehlikeye ve saldırıya açık, çıplak bir vücut gibidir. Şehirlerde yaşayan, şehri dönüştürme iddiasından da vazgeçmiş  nice toplulukların saptıklarını, kafirlerle birlikte dost olarak yaşamaya mahkum bir dönüşüme uğradıklarını, kendimiz de görüp duruyoruz. Kuran, Yahudi topluluğunun bu konuyla ilgili bir kıssasını örnek olarak bize bildirmektedir. Davud (s)’ın ve Meryem oğlu İsa (s)’nın dilinden lanetlenen o kavimin özellikleri, neden lanetlendikleri, bu konuda gerçekten de ibretliktir, ibret almak isteyenler için. (Maide 78-81) 

Bu konuda temel bir kural vardır; ya şehri dönüştüreceğiz ya da şehrimizi kuracağız. Bu iddia, bu tasavvur bizi özgün bir yapılanmaya, kendi aramızda iman temelli bir topluluk inşasına, değerlerimizi ayakta tuttuğumuz ve onlarla ilişki kurduğumuz topluluklarımızdan fiziken değil ama fiilen bir ayrışmaya götürecek, bu hal değerler çatışmasından siyasal bir hareketliliğe ve toplumsal değişime doğru yönlendirecek bir duruş üretecektir. Böylelikle şehir, Müslüman’ı değiştirme ve dönüştürme özelliğini yitirecek, buna karşılık Müslüman’ın şehri değiştirme mücadelesi başlayacak, bu da onun kendini, dinini, aklını ve neslini koruyabilecektir. Aksi halde çifte karakterli, riyakâr bir tipleme çıkar karşımıza. Özelinde ayrı, kamusal alanda ayrı bir kişilik olarak. 

Tevhide şahadet getirerek, her şeye şahitlik ettiğini, her şeyden de sorumlu tutulduğunu bilen bir Müslüman, halifelik nitelikleri gereği bu işleri yapabilecek kapasitededir. Peygamberler bu konuda kendisine örnek ve rehberlik etmiş, inzal edilen hakikatler ise elinde durmaktadır. İmanının sınanması, cahiliyyeden ayrışması ve arınması, ancak bu bilinçte olmakla mümkündür. Ben Müslüman’ım diyen, ben de Müslümanlardanım diyen, Allah’a inanan ve teslim olan bir kul, aynı zamanda insanların iradesine itaat etmeyeceğini de beyan etmiş olmaktadır. Allah’ı tekbir etmek, başka nasıl anlaşılacak ki? Kulları kullara kulluk etmekten kurtarmak ve onları Allah’a kulluğa yönlendirmek sorumluluğu, başka nasıl olacak ki? 

Son dönemlerde, Müslümanlar devlet olma fikrinden ricat etmiş, siyasi hedeflerinden şüpheye düşer olmuşlardır. Müslüman toplulukların yetersizlikleri, liberal kuşatmanın dönüştürücü etkisi bir yana, esas olarak iktidarın kirliliğinden, bozucu özelliklerinden hareketle, varlık gerekçelerini bile tartışır oldular. Bu durum, birkaç yüz yıldır ümmetin içine düştüğü buhrandan çıkamayışının ve tarihsel iddiasının yetersizliğinden de kaynaklanan önemli bir yarasıdır onun. Tarih perspektifini yitirmiş, toplum tahlilini doğru yapamamış dolayısı ile vakıayı doğru okuyamamış Müslüman ümmetin, o nedenle gelecek tasavvurunu da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktı… 

Hayatın ve toplumsal yaşamanın gereği olarak yemek yeme ihtiyacı ne kadar normal bir şey ise, iktidar ve devlet talebinde olmak da o kadar normal bir ihtiyaçtır. Burada önemli olan, bu ihtiyaçların, hangi değerlerle karşılandığı, hangi sınırlarla sınırlandığı ve yürütüldüğü meselesidir. Yemek yiyerek karşılanan bir ihtiyaç ne kadar insani bir iş ise, iktidar olma ihtiyacı da o kadar insani ve toplumsal bir gerekliliktir. Yeme ihtiyacını haramla karşılayan azgın birileri, elbette iktidarında da insanlara zulüm üretecek ve fesad yayacaktır. Bunların yokluğunu tartışmak nasıl abesle iştigal bir şeyse, zalim uygulayıcılardan hareketle iktidar iddiasından vazgeçmek de o kadar abes bir şeydir. 

O halde, abesle iştigal edeceğimize, vazgeçilmez bir ihtiyacı kötüleyerek yok sayacağımıza, (sufilerin nefis öldürmeleri gibi!) her işte olduğu gibi iktidar işinde de olması gerekeni konuşmak en doğrusu olacaktır. Günümüz dünyasında bolca örnekleri bulunan, kendileri yapısal dönüşüme uğramış zalim ve fasık Müslüman muktedirler, sadece iktidarlarında fasık ve zalim değillerdir. Bu, akla ziyan bir önerme olur. Onlar, gerçekte diğer hallerinde de fasık ve zalim kimselerdir, görebilene, akledebilene. Allah, bir sinede iki kalp yaratmamıştır çünkü. Bu başka bir şey, öteki başka bir şeydir. Bu ikisini birbirine karıştırıp, olması gereken gayet doğal bir ihtiyaçtan, bunun için çabalamaktan vazgeçmek, olsa olsa, “açık toplum” üfürükçülerinin tezgahına düşüp özgürlükçü liberallerin ve sermayenin teorilerine itaat ederek tüketici kılıklı bireyselleşmek olur. Yahut Marksist bakıştan hareketle devleti yok saymak ayrı bir “Donkişotluk”, bireysel bir haykırış olur, o da ayrı bir garabettir ya.

Nitekim son dönemlerde şehri dönüştürme iddiasını yitiren, dünyayı imar etmekle sorumlu tutulduğunu unutan ve varlık gerekçesini karıştıranlar, devlet ve iktidar işlerinde de kafalarını kuma gömmeye devam etmektedirler. Özellikle liberal teorilerin etkisi altında kalıp onun kavramları ile dünya, hayat ve toplum algısı üreterek dini araçsallaştırmaya başlayanları, ülkemizde de bolca görmek mümkündür. Onlar için şimdi sıra, laikliği içselleştirme aşamasıdır. Bu yol, peygamberlerin yolu olmadığı gibi, Kuran’ın da tasvip etmediği bir yoldur… O halde, kim, önceden ne gönderdiğine bakmalıdır."

"İslami Bilinç Seminerleri" 8 Ocak 2011 Cumartesi günü, inşaallah Şükrü Hüseyinoğlu'nun sunumuyla "Yeni Nesil Mealler" konusuyla devam edecek.

Etiketler : #Alan:   #Medine   #   #tam   #anlamıyla   #bir   #İslam   #iktidarıydı   
YORUMLAR
  • Adil H.   25-12-2010 12:15

    Hüseyin kardeşim! Ancak okumaya vaktim oldu. Gerçekten içerikli ve ufuk açıcı bir sunum olmuş. Özellikle de İslam'ın iktidar talebi olmadığının iddia edildiği ve siyasi, ekonomik, hukuki alanın beşeri hevaya dayalı liberal ya da sosyalist modellere terk edilerek sentezlere yönelindiği bir süreçte çok daha önem arz eden bir sunum. Allah razı olsun. İnşallah istifade edilir. Ancak izninizle bir hususa dikkat ekeceğim: "Medine de birlikte yaşayan diğer topluluklar ve Yahudilerle, Müslüman toplum arasında kurulan, aralarındaki ilişkileri yeniden düzenleyen, karışık ümmet topluluğunun tesisi." ifadeniz, belki "medine vesikası" adıyla bilinen sözleşmenin, Müslümanlarla Medinedeki diğer topluluklar arasında gerçekleştiği gibi anlaşılabilir. Ancak bildiğim kadarıyla, Hristiyanlar ve müşrikler dahil diğer kesimler muhatap alınmamışlardır. Zaten Hristiyan yok denecek kadar azdır. 4500 civarındaki Müşrikler ise, Müslüman olan Evs ve hazrec liderlerine kabile asabiyetiyle tam anlamıyla bağlı konumdadırlar. Bu sebeple, vesika sadece Yahudilerle ve Resulün dikte ettirmesiyle aktedilmiş, Allah'ın lütfettiği temel haklar tek taraflı olarak verilmekle, ilişkiler hukuku ve ihtilafların çözümü kurallara bağlanmakla beraber, aslında özünde Medineyi dıştan gelecek saldırılara karşı savunma paktı niteliği ağırlıktadır. Medineli müşriklerle ilgili tek bir madde söz konusudur, o da Mekke müşrikleriyle ilişki ve yardımlaşmalarının yasaklanmasını içermektedir. Sunumunuz gerçekten istifade edilecek bir içerikte olmuş. tekrar Allah razı olsun kardeşim.

  • hikmet erturk   23-12-2010 10:42

    Çok güzel bir sunum olmuş.İnşallah faydalı olmuştur.Allah razı olsun.

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN