MÜŞRİKLERDEN EMÂN ALMAK

Yüksel YILMAZ

11-10-2016 09:21


Doğru bir usul/yöntem izlenmediğinde yapılan işler daima yanlış sonuçlar doğurmaktadır. İster bu Kur’an üzerinde yapılsın ister tarihi bir olay için yapılsın fark etmiyor.  O zaman karşılaştığımız olaylara karşın kullandığımız veya kullanacağımız araçlarla veya ilişkilerle ilgili doğru bir yöntem/usul kullanırsak sonuçlarımız doğru/meşru olacaktır. Hudeybiye antlaşmasını, Habeşistan hicretini ve kralın durumunu, müşriklerden emân alma olayını günümüze taşırken doğru bir yöntem/usul izlenirse bunları kullandığımız zaman sonuçları da başarılı olacaktır ama usulsüzce kullanmaya kalkarsak sonuçları başarısızlık olacaktır. Çünkü yola yanlış yerden girince yol bizi hedefimize değil başka bir yere götürecektir. İşte bunlardan biri olan müşriklerden emân alma olayını bu yazımızda işleyerek bu ve buna benzer konularda nasıl bir usul izlenmesi gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız. İnşaAllah.
 
İslam öncesi Araplarda emân; zarar göreceğinden korkan kişiye, güvence altında olduğuna dâir verilen yazı, söz veya emân vereni hatırlatacak bir alamet olarak uygulanmıştır. Tek kişiye emân verilebildiği gibi toplu olarak bir kabileye de emân verilebilmektedir
 
Kur’an-ı Kerim’de, doğrudan “emân” kelimesi geçmemektedir. Ancak Tevbe sûresi altıncı ayette emân anlamı ifade eden ve emân yerine kullanılan “civâr” kelimesi yer almaktadır ama bu müşriklere verilen bir emân olduğundan konumuzla alakası yoktur. Çünkü bizim konumuz müşriklerden alınan emândır.
 
Emân dileme, mevcut haklarından mahrum kalan insanların başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaş esnasında canının bağışlanması, işlediği bir suç sebebiyle öldürülme korkusu yaşaması, yolculuk sırasında yol emniyetinin sağlanması, ellerinden alınan mallarının kendilerine iade edilmesi, düşmanları tarafından toplum dışı ilan edilme, kan davaları gibi çeşitli sebeplere dayalı olarak emân istenebilmektedir.(1)
 
Hadislerde, pek çok “emân” uygulaması örnekleri vardır. Bu hadislerde, emân anlamına gelecek şekilde “civâr, zimmet, menn, ahd” gibi farklı kavramlar yer almaktadır. Bunlar arasından da emân uygulamalarında, “civâr” ve “zimmet” kelimeleri daha çok kullanılmıştır.
 
Emânı sözlü ve yazılı olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Sözlü emân zaman zaman emân vereni hatırlatacak bir alametle birlikte gerçekleşirdi ki buna “emân alameti” adı verilir. “Emân akdinin mutlaka yazılı olması gerekmiyordu. Emâna delâlet eden bir eşya bir söz veya hareket bunu ifade edebiliyordu. Bir kabilenin ileri geleni kendi kabilesi içinde veya bir başka kabilede herhangi birine emân verebilirdi.” (2)
 
Aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabaların oluşturduğu topluluğa “Asabe” (3) denir. Böyle bir topluluğun fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “Asabiyet” (4) denir
 
Bu ön bilgilerden sonra konumuz olan müşriklerden emân alma meselesi girebiliriz. İlk sorumuz şu Müslümanlar ilk ne zaman emân almışlardır?
 
Davetin ilk dönemlerinde çok büyük bir tepkiler yoktu. Bunun sebebi, müşriklerin bu davetin neler getirdiği hakkında fazla bir bilgiye sahip olmamaları ve bu tür hareketlerin geçici bir heves olduğunu düşünmelerindendir. İlk zamanlarda Muhammed(as) ve ona inananlar çok büyük bir baskı altında değillerdi ancak onlar yine de temkinli davranıyorlardı. Muhammed(as)’ın ve ilk Müslümanların can güvenlikleri tehlike altında olmadığından her hangi bir kimsenin himayesine ihtiyaçları yoktu.
 
Davete kulak verenlerin artması ve bunun geçici bir heves değil düzenlerini ortadan kaldıracak bir çağrı olduğunu fark ettiklerinde müşriklerin davranışları değişmeye ve sertleşmeye doğru başladı. Öncelikle alaya alma daha sonra sözlü tehditler daha sonra güçsüz olanlara karşın dayak, işkence, hapis daha sonra genele yönelik fiili tehditler daha sonra boykot ve daha sonra da ölüm tehditleri yerini almıştır. Tüm bu aşamalar davetin büyümesi ve etkisinin artması ile orantılı olarak seyretmektedir.
 
Müşrikler, Ebû Tâlib’in asabiyete dayalı himayesi sebebiyle Muhammed(as)’a yapamadıklarının acısını bu kimsesiz Müslümanlardan çıkarmaya kalkıştılar. Müslüman kölelere yönelik işkenceleri dayanılmaz boyutlara ulaştı. Şiddetin dozunu sürekli arttırdıkları halde müşriklerin öfkesi dinmedi ve emânsız/himayesiz Müslümanları işkenceyle öldürmeye kadar gittiler. Müslümanların, birisinin emânı olmadan Mekke’de güven içinde yaşaması zorlaştı. Ebû Tâlib’in himayesi bir yere kadar Muhammed(as)’ı koruyabiliyordu, bu bile ona yönelik hakaretlere, küfürlere ve ufak bazı fizikî saldırılara engel olamıyordu.
 
Habeşistan’a hicretin en önemli, belki de tek sebebi Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara karşı yaptıkları eziyet ve işkencelerin fayda vermediği durumlarda baskı altında tuttukları kişilerin emân haklarını ellerinden almalarıydı. İbnü’l Verdî’nin verdiği bilgiye göre Habeşistan’a hicret eden Müslümanların hepsi kabilelerinin kendisine sağladığı himayeyi kaybeden kimselerden oluşmaktaydı. Habeşistan’a hicret eden Müslümanların emân hakkını kaybeden hür Müslümanlardan oluştuğunu görüyoruz. Savunmasız olmaları sebebiyle müşrikler tarafından en çok eziyete maruz kalan köleler ise efendilerinin izni olmadan şehirden ayrılamadıklarından hicret kafilesinin içinde yer alamamışlardır.(5)
 
İlk Müslümanlardan olan Hz. Ebû Bekir yaşanılan baskılar sebebiyle Habeşistan’a hicret için Hz. Peygamber’den izin istedi. İzin verilince Hz. Ebû Bekir, Habeşistan’a yapılan ikinci hicrete dahil olmak üzere dayısının oğlu Haris b. Hâlid ile birlikte yola çıktı. Yolda Ehâbişlerin reisi İbnu’d-Duğunne ile karşılaştılar. Nereye gittiklerini soran İbnu’d-Duğunne’ye kavminin yaptığı eziyet ve işkenceleri anlattı ve serbestçe Rabbine ibadet edebileceği bir yere gitmek istediğini söyledi. İbnu’d-Duğunne, Hz. Ebû Bekir’e övgü dolu sözler söyledikten sonra onu himayesine (civâr) alacağını, koruyacağını söyleyerek onun tekrar Mekke’ye dönmesini ve ibadetini orada yapmasını söyledi.(6)
 
Habeşistan’dan dönen Müslümanlar Mekke’ye girebilmek için emân almaya çalıştılar. Hz. Osman, akrabasından Ebû Uhayha Saîd b. Âs'ın emânı altına girdi. Ebû Uhayha Saîd b. Âs adet olduğu üzere bu emânı oradakilere duyurdu. "Ey Kureyş cemaati! Ebû Uhayha, Osman b. Affan'ı himayesine aldı! Ona dokunmayınız!" denildikten sonra Hz. Osman bu emân ile Hz. Peygamber’in yanına rahatça gidip gelmeye başladı. Ebû Huzeyfe b. Utbe, Ümeyye b. Halef’in, Mus'ab b. Umeyr, Nadr b. Hâris'in veya Ebû Aziz b. Umeyr'in himayesine, Ebû Seleme b. Abdulesed, dayısı olan Ebû Tâlib'in himayesine, Âmir b. Rebîa, Âs b. Vâil'in, Hâtıb b. Amr, Huvaytıb b. Abduluzzâ'nın himayesine, Osman b. Maz'un, amcası Velid b. Mugire'nin himayesine girdi. (7)
 
O zaman sorumuza geri döndüğümüzde görüldüğü gibi artık Mekke, Müslümanlar için güvenli bir yer olmaktan çıkarak canlarının tehdit altında olduğu bir yer haline gelmeye başladığında emân alma başlamaktadır. Bu aşamaya ulaşmadan emân alma söz konusu olmadığına göre bu aşamaya gelmeyenlerin daha alay, ciddiye alınmama aşamasında olanların müşriklerden emân alınması olayını ortaya atarak müşriklerin bazı yasalarından veya imkânlarından, araçlarından yararlanılabilir demeleri büyük usulsüzlüktür.
 
Peki, Resulullah ne zaman emân aldı ve aldığı şartlar nelerdi? Sorularına cevap bulmaya çalışalım.
 
Resulullah, müşriklerin saldırılarına karşı kendisini her şartta himaye eden amcası EbûTâlib’in ve nübüvvetinin ilk günlerinden itibaren maddi manevi desteğini hiç esirgemeyen hanımı Hatice’nin aynı yıl içinde (m.619) kısa aralıklarla vefat etmelerinin ardından büyük üzüntü yaşadı. Resulullah, Taif’teki akrabalarından destek bulmak ve İslâmiyeti onlara tebliğ etmek için yola çıktı (m.620).Taif yolculuğunda Resulullah’ın yanında Zeyd b. Hârise vardı. Taife’e ulaştıklarında burada halkın arasında rahatça dolaşabilmeleri için herhangi bir başkandan korunma hakkı (emân) ve izin almaları gerekiyordu. Taif’in eşrafından ‘Abd Yâlîl b. ‘Amr b. ‘Umeyr, Mes‘ud b. ‘Amr ve Hubeyb b. ‘Amr adında üç kardeş Resulullah ‘ın uzaktan akrabası idi. Resulullah, onlarla bir görüşme yaptı. Bu kişiler kötü bir şekilde karşılık vererek; “Eğer seni Allah gönderdiyse, Kâbe’nin örtüsünü yırtarım”, “Allah senden başka gönderecek kimse bulamadı mı?”, “Yemin ederim, seninle hiçbir zaman konuşmayacağım” şeklinde cevaplar verdiler. Her üçü de Resulullah ‘ın, vakit geçirmeden şehri terk etmesini istediler. Buraya asıl geliş nedeni olan ilâhi tebliğ görevinden kimseye söz etmemelerini rica ettiyse de, onlar aksine şehrin ayak takımını, çocukları ve köleleri kendisine karşı kışkırttılar. Bu insanlar ısrarla kendisini takip ediyor ve ona taş atıyorlardı. Resulullah ve Zeyd yara bere içinde kaldılar ve güçlükle Tâ’if’in dışında Utbe ve Rebîa’ adındaki Hıristiyan iki kardeşe ait olan bir bahçeye sığındılar. Bu iki kardeş, akrabalarından daha merhametli davranmış ve hizmetlisi Addas ile ona ikramda bulunmuşlardır. Yaşadıkları Resulullah ‘ı çok üzerken Addas’ın Müslüman olması onu mutlu etti
 
Resulullah; Nahle'de günlerce kaldıktan sonra, Mekke'ye girmek isteyince, Zeyd b. Harise: "Kureyş müşrikleri seni tedirgin edip Mekke'den çıkardıkları halde, şimdi onların yanına nasıl girebileceksin?" dedi. Ebû Leheb Resulullah’I, toplum dışı ilan etmiş olduğundan Mekke’ye girebilmesi için şehirden birisinin ona emân vermesi gerekiyordu. Birçok kişiye haber gönderdi ama olumlu cevap alamadı. Resulullah, Mut'im b. Adiyy’e haber saldı. Mut’im; “Olur! Kendisine söyle! Gelsin, himayeme girsin!" dedi. Resulullah bu emân ile Mekke’ye girdi ve o gece Mut'im'in evinde yattı.”
 
Görüldüğü gibi artık Mekke'de can tehlikesi yaşayan Muhammed(as) ilk bu hadise de emân almayı kullanmıştır. Bu durum ve şartları görmezden gelerek müşriklerden emân almaya bakarak kendi akılları ile yeni yöntemler ortaya atmak nebevi metottan sapmaktır.
 
Müşriklerden emân alma meselesindeki ikinci husus ise emân alanların hiçbirinin, kimliğinden ve davetinden vazgeçmemesi ve böyle bir şartla verilen emânları kabul etmemeleridir.
 
O zaman müşriklerden emân almak için iki önemli şart vardır.
 
1)Can güvenliğinin kalmaması veya işkenceye uğrama
 
2)Kimliğini ve davetini gizlemeden emân altında kalmak ve bunlarla ilgili sınırlamaları kabul etmemek
Şimdi bu olayı sadece kendi durumlarına cevap, fetva bulmak için çarpıtanları aklıselime davet ediyor ve usulüne uygun olarak hareket etmelerinin kendilerini daha hızlı ve doğru bir şekilde hedeflerine götüreceğini hatırlatıyorum. Selametle.
 
Dipnotlar:
 
1-Cevâd Ali, el-Mufassal fî Târihi’l-Arab Kable’l-İslâm, Câmiatu Bağdât, Bağdat, 1993, Cilt: 2, s. 227; Cilt: 3, s. 354
2-Nebi Bozkurt, “Emân maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
3-İbnManzûr, Asabe, Cilt: 2, s. 92
4-Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
5-Zeynüddîn b. Ömer b. El-Verdî, Târîhu İbni’l-Verdî, Beyrut, 1996, Cilt: 1, s. 101; Öztürk, s. 61.
6-el-Belâzurî, Ensâb, Cilt: 1, s. 205/206; İbnKesîr, Cilt: 3, s. 94

7-İbnHişâm, Cilt: 2, ss. 10-11; el-Belâzurî, Ensâb, Cilt: 1, s. 227; İbnKesîr, Cilt: 3, s. 92

 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN