HAC İBADETİ VE BİZE KAZANDIRDIĞI HASLETLER -I-

Nihat GÜÇ

09-08-2023 09:27


İbadetleri olması gerektiği gibi anlamak ve yorumlamak gerek. İbadetleri kendi mecrasında değerlendirmek, diğer ibadetlerle karşılaştırmadan kavramak olmazsa olmazımızdır. Çünkü her ibadetin vermek istediği bir mesaj, ulaştırmak istediği bir hedef, sağlamak istediği ruhi bir doygunluk, kazandırmak istediği sosyal bir düzen, şekillendirmek itediği bir düşünce biçimi, bir bakış stili vardır. Tıpkı insanın bedeni gibi.

İnsan bedenine ait birden fazla organ mevcuttur. Her organın kendisine has bir görevi, yerine getirmesi gereken bir işlevi, bir fonksiyonu vardırr. Ellerin görevini ayaklar, midenin görevini gözler, beynin görevini de kulaklar ifa edemez. Ancak bir insanı insan yapan ayaktır, gözdür, kulaktır, beyindir, midedir. İnsan dediğimiz vakit ayağı olan elleri bulunan göz ve kulaklara sahip, beyin ve kalbi çalışan bir varlık olarak tarif ederiz ya hani. İslam’ın da birçok ibadeti vardır ve her ibadet insanın vucudunu tamamlayan bir organ mesabesindedir.

Hacc ibadetini henüz yerine getirmemiş bir insanın dini anlayışı ve yaşayışı bakımından bir eksiği, bir gediği, bir yamuğu bulunabilir.

Bir insanın yaptığı davranışlarını anlamlandırmak veya yorumlamak için farklı ibadetlerden o davranışa odaklanmak kaçınılmazdır. Namaz ibadetinin bir hedefi vardır ve şekillendirmek istediği bir insan modeline sahiptir. Namaz; Her zaman ve her insan için mükemmel bir insan modeli oluşturmak için yeterli bir sebep olmayabilir. O zaman diğer ibadetler devreye girer. 

Oruç ibadetinin de insanı ulaştırmak istediği nihai bir hedefi vardır. İnsanı bu hedefe ulaştırmak ve mükemmelleştirmek için bazen tek başına yeterli gelmeyebilir oruç. 

Hacc ibadetinin de bir hedefi, oluşturmak istediği bir yaşam tarzı, bir düşünce modeli vardır. Zekat ibadetinin, cihat ibadetinin, Emr-i bil maruf ve nehyi anil münker v.b. diğer ibadetlerin şekillendirmek istediği bir insan prototipi, bir yaşam, bir düşünce biçimi vardır. 

Aslında hedefsiz, amaçsız ve yaşama dokunmayan, dini bir duygu vermeyen, sıradanlaştırılması, örf ve adettendir diyerek terk edilmesi gereken hiçbir ibadet yoktur dinimizde. 

Sadece namazdan bakmak, ya da sadece zekat ile bir değerlendirmeye kalkışmak, ya da sadece hacc ibadetinin vermesi gerekenlerden yola çıkarak bir insanın ahlaki değerleri kazanıp kazanmadığına odaklanmak yeterli bir sonuç vermeyebilir. İslam bir bütün olduğuna göre bir insanı değerlendirmek için ibadetlerin tamamından bakmak nihai bir sonuca ulaştıracaktır. 

Bu yönüyle emredilen her ibadet: İnsanoğlunun bir yamuğunu doğrultmaya, bir yarasını onamaya, bir gediğini kapatmaya, bir kusurunu örtmeye, bir günahını silmeye sahip mutlak değerlerde özellikleri vardır. Ancak ibadetlerden nemalanmak, nemalanabilmek son derece önemlidir. Yağan yağmurdan ıslanmak herkese nasip olmayabilir. Alıcıları kapalı olan bir insana tüm ibadetlerin verebileceği bir ruh yoktur.

Bir insanın mükemmeliyeti; her bir ibadetin vermek istediği mesajın toplamını olması gerektiği şekilde anlamasına ve günlük hayatında neşvünema kılma derecesine bağlıdır.

İbadetlerden yoksun bir hayata sahip olan insanları düşünmek bile istemiyorum.

Her insan anlayamaz ibadetlerin amacını. Her insan kavrayamaz ibadetlerin içinde saklı olan mücevheratı. Her insan kendisini adayamaz ibadetlere. Her insan ibadetler için yaşayamaz. Adanmak için inanmak, inanmak için de bilmek gerek. Ancak bilmenin, bilgi sahibi olmanın yegane kriteri Kur’an ve Sünnettir.

Kur’an ile berraklaştırılmayan, hadis ile sadeleştirilmeyen her zihin; kör bir göz, sağır bir kulak, sakat bir ayak gibidir. Kendisinden beklenen görevleri tam manasıyla ifa edemez. Bakınız bu konuda Yüce Allah ne diyor: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara/7) Kalp, kulak ve göz sahibi olmanın fayda vermediği bir sahne. 

İbadetleri anlamanınn, olması gerektiği vechiyle yorumlamanın, kayıtsız ve şartsız teslim olbilmenin şartlarnı açıklamış bu ayet. İman etmek, ibadetleri anlamak ve kulluk görevini hakkıyla ifa etmek için;

Kalpleri açmak, kulakların tıkanıklığını gidermek ve gözlerin önüne gerilen her çeşit dünyevi perdeleri aralamak olmazsa olmazımızdır. “Kur’an okuduğunda, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz.” (İsra/45) ayeti bu konuya en güzel delildir. Sinede sağlam bir inanç olmalı ki inancın ifade ettiği unsurlar değer kazansın.

Hacc ibadetini diğer ibadetlerden ayıran en önemli husus Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkı olmasıdır. “Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkar ederse (bu hakkı tanınmazsa), şüphesiz Allah bütün alemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.)” (Al-i İmran/97)

Görüldüğü gibi Allah’ın, insanlar üzerindeki hakkı olarak emrettiği hacc, yapılması gereken ibadetlerden sadece biridir. Allah’a iman eden her insanın hacc etmek üzere bir yolunu bulması veya buna güç yettirmesi Peygamber efendimiz (s.a.v.)’in ifadesiyle “azık ve binek” olarak tarif edilmiştir. (Tirmizi, Hacc 14; İbni Mace, Menasik, 6, 16) Azık ve bineğe sahip olan her Müslümanın bu ibadeti ifa etmek üzere yola düşmesi, meşakkate katlanması Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Bu konu, Kur’an ve Sünnetle sabittir, inkar eden kafirdir.

Peygamber Efendimizin ifadesiyle Mekke’ye hacc ibadetini meşakkate katlanarak yerine getirmek üzere gelen her Müslüman Allah’ın Misafirleridir. Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hac ve Umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder. ” (İbn Mace, Menasik, 5) Allah’ın misafiri olmak, Allah’ın istediği ibadetleri ifa etmek ve güvende olmak herkese nasip olmayan bir makamdır.

Hacc ibadetini içselleştirmek için Mekke’yi tanımak, Mekke’yi bilmek, Mekke’yi gezmek, Mekke’de tek parça halinde sıralanan siyah taşlardan müteşekkil dağların tepesine tırmanmak gerek. Bulunduğu mekanın “Şehirlerin anası” olduğunu bilmek gerek: “İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilahi kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır. Ahirete iman edenler, ona da inanırlar. Onlar namazlarını vaktinde kılarlar.” (Enam/92)

Mekke’de yaşayan Peygamberlerin izleriyle karşılaşmak, yolunu takip etmek, sahabelerle tanışmak gerek. İnen vahyi adım adım takip etmek, ne anlama geldiğini kavramak gerek. Müşriklerin karşı çıkışlarına şahit olmak, Kabe’ye sahiplik yapmalarına rağmen inanmamalarının sebebini irdelemek gerek. Mekke’de yakan güneşin altında, kocaman taşların altında, sabahtan akşama kadar inim inim inleyen Bilal’i Habeşi’nin alnında biriken bir damla ter olmak gerek. İnanan insanların inançları uğruna nereden nereye, niçin ve nasıl hicret ettiklerini bilmekle işe başlamak, yaptıkları yolculuklarının içinde yer almak, kendimizi onlarla hemdem kılmak, onlarla nefes almak, açlıklarına ve susuzluklarına eşlik etmek, heyecanlarını yüreğinde hissetmek ve üzüntülerini paylaşmak gerek. 

Niçin Mekke?

Babamız İbrahim (a.s.)’in şu duası bu soruyu açıklar mahiyette: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kabe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” (İbrahim/37) Namazı kılmaları için Kabe’nin yanına yerleştirilen bir nesil. 

Ekin bitmez ancak suyu (Zemzem) eksilmez bir belde.

Gönüller meylettirilmezse Kabe’ye; kim gelir bu taşlık, sıcak ve kurak beldeye? Gönüller ilahi emirlere ram kılınmazsa kim gelir bu kuş uçmaz kervan geçmez, sıcaktan kavrulan bölgeye? Gönül işi olmazsa, gönülden olmazsa, iman gönülde neşvünema bulmazsa, kim o kadar meşşakati, o kadar maddi külfeti göze alarak yola düşebilir ki?

Her olayda olduğu gibi bu olayda da Allah’ın takdirini bir kenara itemeyiz. Dinin sahibi O. İrade sahibi O. İstediğini emretme, istediğini yasaklama yetkisine sahip olan da O. İstediği mekanlara kutsiyet atfedecek yegane malik de O. Tıpkı meleklere ve şeytana Hz. Adem (a.s.)’in yaratılmasından sonra secde etmelerini emrettiği gibi… 

Kabe ve tavaf dendiğinde hep Hz. Adem (a.s.)’ın yaratılışı gelir aklıma.

Melekler ve Şeytan niçin secde ile emredildiler ki? Yapılacak secdenin meleklerden ve şeytandan alacağı unsurlar, Adem (a.s.)’e kazandıracağı hususlar nelerdi? Bu olayın kazananı, bu hikayenin kaybedeni kim? Kim, niye kazandı, kaybedenin suçu ve kusuru neydi?

İnanç boyutunu bir kenara bıraktığınız vakit Kabe; siyah taştan örülü, bezle örtülü kocaman bir oda. Değerli, hürmete layık, ibadet merkezi, çıplak ayakla ve ihramla etrafında dönerek tavaf etmeyi gerekli ve önemli kılan ana unsur Allah’ın fermanıdır. Bu fermana sorgulamadan boyun bükmek, içten ve samimice uygulamak düşer. Mü’minlere Kabe’yi tavaf etmek, çevresinde dönerek ibadet etmekten başka bir şey yakışmaz.  

İlahi emir topraktan yaratılan Adem (a.s.)’e secdeyi gerekli kıldı. Şeytan’a düşen melekler gibi itiraz etmeden, sorgulamadan ve aklını ilahlaştırmadan secde etmek yakışırdı. Belki de bu Allah’ın Şeytan üzerindeki hakkıydı. O bu hakkı ifa etmedi/edemedi. Sebebine gelince ateş ile toprağı birbiriyle kıyaslamakla, aklını ön plana çıkarmakla işe başladı. Bunun için de aklını ilahlaştırdı. İlah olmayan bir varlığın ilahlaşma serüveninde yanlış bir çıkarıma neden oldu. Aslı ve astarı olmayan bu çıkarımın peşinde yürüyünce lanete uğradı ve cehenneme yuvarlanmak üzere bulunduğu mekandan kovuldu.

İşte böylece ilahi emirlerin sorgulanamayacağı anlaşılmış oldu. O halde her bir emir boyun bükmeyi, teslimiyeti ve itaat etmeyi gerekli kılar. Yoksa, boyun bükerek kendisinden beklenenleri yerine getirerek melekleşen bir insan ile isyan ederek şaytanlaşan insanlar arasında bir fark oluşmazdı.

Abis İbni Rabia şöyle dedi: Ben, Ömer İbni Hattab’ın Hacerülesved’i öptüğünü gördüm. O esnada diyordu ki: “Ben senin taş olduğunu, bir fayda ve zarar veremeyeceğini biliyorum. Şayet Resulüllah (s.a.v.)’ın seni öptüğünü görmeseydim, ben de öpmezdim.”  (Buhari, Hac 50; Müslim, Hac 251) hadisi; ilahi emirlere karşı sorgulamanın değil, teslimiyetin en güzel ifadesi olarak durmaktadır.

Çamurdan yaratılmış bir insana nurdan ve ateşten yaratılan varlıkların boyun bükmesi, secdeye kapanması şeytan ve şeytanlaşmış insanların aklıyla anlaşılabilecek bir konu değildir. 

Aynı şekilde salt bir akılla; 

Ekin bitmez bir vadinin kutsal kılınmış olması, hacc ve umre görevinin ancak burada, bu mekanda, taştan örülmüş evin yani Kabe’nin etrafında dönerek yerine getiriyor olmamız, günde beş vakit kılınan namazların bu istikamete dönerek kılmamız anlaşılabilecek bir durum değildir. Teslim olmaktan başka bir çıkış kapısı yoktur insan için. 

Başka bir yer, başka bir cihet, başka bir hususiyet mi yoktu? 

Her mevsim sıcak olan bu mekanın kutsal kılınması, en önemli ibadetlerimizden biri olan hacc farizasının burada ifa edilebiliyor olması ilahi iradenin bir tecellisi olmasının dışında başka bir şey ile açıklanabilir mi? 

Şimdi aklı sıra biri çıkıp; “Kabe’ye dönerek namaz kılmak, etrafında dönerek tavaf etmek, safa ve merve arasında say’da bulunmak, Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfeye durmak, şeytan taşlamak putçuluktan kalma bir gelenektir.” derse aklını şeytana teslim etmiş olmaktan başka bir iş yapmış olur mu? Çünkü şeytan da Hz. Adem (a.s.) için benzer cümleler kullanmış, emredileni sorgulamakla kalmamış, alternatifler üreterek kaçınmış ve nihayeinde kafirlerden olmuştu.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN