HAYDİ KURTULUŞA!

Nihat GÜÇ

26-11-2022 07:01


Hayat iman etmek veya inkar edip karşı çıkmaktan ibarettir. 

Allah’a hakkıyla iman ederek teslim olan kurtuldu, inkar eden veya inanmakla beraber herhangi bir nesneyi şirk koşan zelil oldu, helak oldu, yok oldu.

Şirk koşmak, küfretmek veya nifak bataklığında yüzmek Allah katında bağışlanması mümkün olmayan yegane günahtır. “Şüphesiz inkar edenler ve zulmedenler (var ya), Allah onları asla bağışlayacak ve doğru yola iletecek değildir.” (Nisa/168) Bir başka ayeti kerimede: “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa/116) 

Cennete gitmek veya cehenneme duçar kalmak bir süreçtir. Damlaya damlaya göl olur hesabı dedikleri şey bu olsa gerek. Sevaplar da günahlar da birikince bir dağ misali ya köprü olur aşırır sahibini öbür tarafa ya da çöpten oluşmuş bir dağ misali yakarak yok eder sahibini. Yapılacak salt bir iyilik ile cennete gidilmeyeceği gibi işlenen tek bir kötülük ile de cehenneme düşülmez. İyiliklerin veya kötülüklerin birikmesi başka. Tabii cennete girmenin ilk şartı sağlam bir iman ve ardından gelen salih amellere karşı gösterilmesi gereken sebat ve kararlılıktır. İman konusunda da işlenen ameller konusunda da sebat ve kararlılık son derece önemlidir ve gereklidir. “İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.” (Ankebut/2) Lafla peynir gemisinin yürümeyeceğine yakinen inanmamıza rağmen böylesi bir gemiyle cennete giden bir yolculuğa hazırlanıyor olmamız ne kadar isabetli bir tercih olur?

Şeytan boş durmuyor. Kıyamete kadar boş duracağı da yok. Ya şeytanın verdiği vesveseler sonucunda Allah’ı kendilerine unutturduğu kimselerden oluruz: “Şeytan onları hakimiyeti altına alıp kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, şeytanın tarafında olanlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Mücadele/19) Ya da Hz. İbrahim gibi hakkıyla imtihanı başaranlardan oluruz: “Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: “Ben seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim de, “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz” demişti.” (Bakara/124) 

Her hal ve hareketimizle deneniyoruz. İmtihana tabi olmayan, hesabı görülmeyecek bir anımız yoktur. İçinde bulunduğumuz her an, sahip olduğumuz her düşünce birer imtihandır. Gece de gündüz de, iş hayatı da dinlenme zamanı da, yazmak da okumak da, düşünmek de düşünceler üretmek de, kazanmak da kaybetmek de imtihanın bir parçasıdır. Bazen önümüze çıkan iyiliklerle sınanırız, bazen de önümüze konulan kötülüklerle deneniriz. “Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belaya çarptırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe ederler, ne de ibret alırlar.” (Tevbe/126) Eğer her daim tövbe ediyor ve başımıza gelen bela ve musibetlerden de ibret çıkarabiliyorsak ne ala…

Şüphesiz iman edip salih ameller işleyenler kurtuldular. Bu müjdeyi veren Yüce Allah: “Şüphesiz ki Allah, iman edip salih amellerde bulunanları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Hacc/23) İmanı sağlama almanın yolu salih amellerle desteklemek, ayet ve hadislerle, dua zikir ve tövbeyle beslemeye çalışmakla mümkündür. Güçlenmeye ve beslenmeye açık olmayan bir iman sönmeye ve yetkisini ve etkisini yitirmeye mahkumdur. Doğru besinlerle beslenen iman; huzur ve mutluluğa sebebiyet vereceği gibi yanlış iş ve işlemlerle büyütülen ve geliştirilen iman günün birinde işe yaramaz bir şekilde sönüp gider. İmanın yerleşmediği bir gönülde sağlık, huzur ve mutluluğun yaşam pınarlarını aramak beyhudedir.

Mü’minler: “Sadece benden korkun.” (Bakara/40) ayeti gereği Allah’tan gelen bir korku içinde hayatlarını idame ettirirler. Gerek söyledikleri sözlerle, gerek icra ettikleri fiillerle gerekse de içinde bulundukları toplumla beraber her an “küfre düşebilirim” gibi bir korkuyu silemezler sinelerinden. Enes İbni Malik (ra)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Üç  özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resulünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhari, İman 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, İman 67; Tirmizi, İman 10) 

Mü’minler ömür boyu yaptıkları iş ve işlemleri haşyet içinde sürdürürler. Küfre düşmeyi, şirke bulaşmayı, cahili sistemleri savunmayı ateşe düşmek gibi algılarlar. Ancak şu müjdeyi de hiçbir zaman es geçemezler: “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” (Nisa/31) En büyük günahın şirk olduğunu da unutmamak gerek.

Dünya hayatında imanın gereklerini yerine getirebilmek için evvela insanın sağlık, sıhhat ve afiyete ihtiyacı vardır. Her sağlıklı insanın huzura erdiğini veya elindekilerle mutlu olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ancak her iman sahibi insanın mutlu olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü huzur ve mutluluğun ana kaynağı imandır, itminandır. İnanan her türlü dertten ve kederden emin olur. İmana eremeyen insanların huzura ermek için akıntıya kürek çektiklerine hep beraber şahit olmaktayız. Ya da huzuru farklı platformlarda aramakla tüketiyorlar koskoca bir ömrü. 

İnsanı sevk ve idare eden asıl etmen düşüncedir. Bu yüzden hangi düşünceye sahip olduğumuz veya hangi fikirleri savunduğumuz, ya da kimlerin peşinden sürüklendiğimiz son derece önemli bir meseledir. Çünkü kötü bir düşünce insanı kötü bir yola, kötü bir ortama, kötü bir arkadaşa sevk eder; doğru düşünce de sahibini doğru ve güvenilir bir yola, ayakların sağlam bir şekilde yere basmasına sebebiyet verir. 

Allah’a hakkıyla iman eden bir kişi kötü düşüncelerle karşılaştığı vakit ne yapacağını iyi bilir. “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Fussilet/36) Sahip olduğu iman, sahibini ayet ve hadislerle her gün yeniden gözden geçirmeye sevk ve idare eder. Allah’a sığınan yanlışa asla tevessül etmez, yanlışı düşünmez de. Vücudu mikroplardan arındırmakla zinde tutulması gerektiği gibi düşüncelerin şirkten, nifaktan ve küfürden arındırmakla arı ve duru tutmak her iman sahibi insanın yapması gereken öncelikli görevidir. Bu görev ihmale gelmez. 

Dünya hayatında karşılaştığımız bazı sıkıntılara katlanıyor olmamızın yegane sebebi ahirette hesabın görüleceğine olan inancımızdır. “(Lokman, öğütlerine şöyle devam etti:) “Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokman/16) Günün birinde işlenen her ne varsa ortaya çıkacaktır. Çünkü: “Şüphesiz yerde ve gökte Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz.” (Al-i İmran/5)

 Bu vesileyle biz Mü’minler: “Ahirete de kesin olarak inanırlar.” (Bakara/4) ayeti mucibince tüm gayb alemine dair şeyleri gözlerimizle görmüyor olsak da şeksiz ve şüphesiz iman ederek kabul ederiz. Bugün ölüp ahirete irtihal edecek olsak, cennet ve cehennemle, hesap ve kitapla karşılaşsak, gözlerimizle görsek bile imanımızda herhangi bir farklılık, bir değişiklik oluşmaz, oluşmamalıdır. Yakini bir iman bunu gerektirir. Gördükten sonra bir farklılık oluşacak olsa haberi bildiren kişiye olan güvende bir sorunun olduğuna işaret olur. Bu da sakıncalar oluşturur ve imanı zedeler. Çünkü Yüce Allah: “Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.” (Bakara/4) buyurmaktadır. Yakinen iman etmek gidip görülse bile herhangi bir değişiklik olmaması manasına gelir. 

“Suçlular, Rablerinin huzurunda boyunlarını büküp, “Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inanmaktayız” dedikleri vakit, (onları) bir görsen!” (Secde/12) Diğer bir ayeti kerimede: “Onların, ateşin karşısında durdurulup, "Ah! keşke dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!" dediklerini bir görsen! Hayır! daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” (En’am/27-28)

İnancımıza şirk, küfür ve nifak gibi hastalıkların bulaşmaması adına kendimizi ve yaptıklarımızı her daim kontrol etmemiz bir gerekliliktir, bir zorunluluktur. Her Mü’min: “Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar.” (Yusuf/106) ayetinin ne manaya geldiğini, yürütmekte olduğu günlük iş ve işlemlerinde böyle bir unsurla karşı karşıya kalıp kalmadığını, kendisini ilgilendirip ilgilendirmediğini, içinde bulunduğu ortamın şirk nüvelerini içerip içermediğini, savunduğu fikirlerin Allah’a isyana sebebiyet verip vermediğini iyi bilmesi gerekir. Bir Müslüman her ayeti anlamaya çalışır ancak imanı ilgilendiren ayetleri daha titizlikle Resulüllah (s.a.v.)’ın izah ettiği şekilde anlamaya çalışır. İmani konulara harcadığı eforu hiçbir konuya harcamaz. İçinde bulunduğu durumu ve ortamı istisna etmez hiçbir ayetten. Ayıklamaz yapılan iş ve işlemleri, savunduğu düşünceleri. Akıllı kişi, Kur’an’da anlatılan her konunun aslında kendisi için bir emir olduğunu ya da bir yasaklamaya gittiğini hemen kavrar: “Akledesiniz diye Allah ayetlerini sizin için açıklamaktadır.” (Bakara/242) Mü’min; kafirlerden bahseden ayetler de, müşriklerden bahseden ayetler de, münafıklardan bahseden ayetler de, Yahudi ve Hristiyanlardan bahseden ayetler de hatta Firavun, Bel’am ve Karun’dan bahseden ayetler de evvela kendisine hitap etmekte olduğunu çok iyi bilir. Yaptıklarının, söz konusu bu kişilerin davranışlarına benzememesine özen gösterir. 

Cennete talipli olan kişi nerede durduğuna dikkat etmesi gerektiği gibi niçin durduğuna da dikkat etmesi imanı sağlama alması adına bir zorunluluktur. Bu konuyla alakalı olarak dile getirmek istediğim şu ayeti tekrar tekrar okumakta fayda mülahaza ediyorum: “(Ey Muhammed!) De ki: “Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?” (Kehf/103-104) Hayat memat meselesi dediğimiz şey aslında budur. Ya yaptığımız amellerimiz boşa gittiyse… Ya doğru yolda olduğumuzu sanıp yanlışlara tevessül etmiş isek… Ya içinde yaşamakta olduğumuz toplum aklı basmayan bir toplum ise… Ya tabi olmaya zorlandığımız kanun ve kurallar Allah’ın istemediği birer kural ise… Ya iyi işler olduğuna inandığımız kimi fiillerimiz İslam’a göre değil idiyse… Ya karşısında el pençe durduğumuz heykeller, insanlar, ya aşk ve şevk ile icra ettiğimiz törenler, saygı duruşları putçuluktan farksız ise… Sahi: “Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır.” (Ta’ha/43) ayetinden ne anlamamız gerekiyor? Firavun ne yaptı da azıttı? Neleri savunuyor, nelere karşı dikleniyordu? Devlet sistemini neye göre düzenliyordu, insanları yönetmek üzere ortaya koyduğu kanun ve kuralların dayanağı neydi? İnsanların tabi olmaları istenen devlet sistemleri; kimler tarafından, nasıl ve niçin belirleniyor? Kur’an’da dikkatlerimize sunulan Firavun tarihe mal olmuş bir şahsiyet, bir karakter midir yoksa bugüne de getirilmesi gereken bir olgu, bir durum, bir kıstas mıdır? Şayet tarihin tozlu raflarına kaldırılması gereken, bugüne getirilemeyen, icra edilen iş ve işlemlere kıyas yapılamayan, bugün var olan devlet düzenlerine benzetilemeyen bir konu ise; Firavun ile ilgili tüm ayetlerin diskalifiye edilmesi gerekmez mi?

Cehenneme düşmemek için didinen bir insan Firavun’un ölümü gördüğü vakit Müslümanlığı tercih ettiği gibi bir tercihe sarılamaz. “İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım” dedi.” (Yunus/90) Sıkışınca tercih edilen bir din değildir İslam. Ölüm anında girilmesi gereken bir din de değildir. Sıkıntıları defetmek için başvurulan bir sistem de değildir. Mü’min; Müslümanlığı bir hayat felsefesi, bir yaşam biçimi edinir kendisine. Ölünce veya ölümle karşılaşınca tercih edilmesi gereken bir din olmadığına yakinen inanır. Allah’ın kural ve kaidelerini bir tarafa atarak insan ürünü kural ve kaidelere sarılmaz. Ölüm öncesi ve ölüm sonrası hayata hazırlanmanın kurallarını barındırdığı bir din olduğunu bilerek ve inanarak sarılır. Sağlam bir iman bunu gerektirir. 

İman budur.

Mü’minler insanların ekseriyetine göre bir yol edinmekten içtinap ederler. Çünkü Mü’min; çoğunluğa göre değil Kur’an’a göre bir imana sahiptir. “Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (En’am/116) ayetini gerek dilleriyle gerekse yaşantılarıyla sürekli tekrar ederler. Allah’ın emirleri ortada duruyorken, insanların ortaya serdiği emir ve yasaklar Mü’minlerin asli kriterleri olmadığına inanırlar. İlahlaşan veya ilahlık taslayan insanlara dönüp bakmazlar bile. “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selam!” der (geçer)ler.” (Furkan/63)

Mü’minler, Musa (a.s.)’ın dediğinden başka bir şey demezler: “… Musa, “Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.” (Bakara/67) Cahil olmaktan Allah’a sığınmak ve “Rabbim! İlmimi arttır” (Ta’ha/114) demek ne güzel bir yoldur. Müslümana yakışan ve olması gereken de budur. 

İlahi kelama göre bir yaşam düzenleyen, yasakları çiğneme konusunda içi titreyen kişi alimdir, sırt dönen cahildir. “İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden alim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fatır/28) 

İnsan: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzap/72) Evet neleri kabul ettiğini, neleri ret etmesi gerektiğini bilmeyen insan cahildir, zalimdir. Allah’ın indirdiklerine ihanet eden bir haindir.

Allah katında affedilmeyen, bağışlanmayan, göz yumulmayan, ebedi bir cehenneme duçar kılan yegane suç; yanlış veya eksik bir inançtır, Allah’ın istemediği bir imandır. İman, şirk dahil tüm günahları yok eden, sıfırlayan, hiç işlenmemiş mesabesine indirgeyen bir unsurdur. Şirk de sahibini sevapları hiç işlememiş gibi ebedi bir cehenneme duçar kılan ana konudur.

Rabbim bizleri imanı sağlam olan kullarından eylesin! (Amin!)

Evet! İnanan kurtuldu, inkar eden de kahru perişan oldu, zelil oldu, yok oldu. 

Şirk, küfür ve nifak bataklığından kurtulmak için canımızı da veririz malımızı da... Musa (a.s.) dönemindeki sihirbazların dediğinden başka bir şey de demeyiz/diyemeyiz, haddimizi aşmayız: “(Musa’nın değneği, sihirbazların ipleriyle değneklerini yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve, “Harun ve Musa’nın Rabbine inandık” dediler. Firavun, “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Musa’ya) inandınız ha! Şüphe yok, o size sihiri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi andolsun, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz. Sihirbazlar şöyle dediler: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin. Şüphesiz ki biz; günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için, Rabbimize inandık. Allah’ın vereceği mükafat daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (Ta’ha/70-73) Göründüğü gibi iman bir hayattır. İmanı kurtardığımız vakit kurtulduk, imanı zayi ettiğimiz vakit bizler bütün mal varlığımızla, çoluk çocuğumuzla beraber aslında harap olduk, yok olduk, aşağılananlardan olduk. “Ayetlerimizi inkar edip “Bana elbette mal ve evlat verilecek!” diyen kimseyi gördün mü?” (Meryem/77) ayetinin ifade ettiği bundan başkası değildir.

İmanımıza sahip çıkmamız gerektiği kadar hiçbir şeye sahip çıkmaya gerek yoktur. Hiçbir şey imandan daha değerli değildir. Bu konu kıyas kabul etmeyen yegane mevzudur. Hatta varlığımız da, yaşamımız da Yüce Allah’a hakkıyla iman etmekle mümkündür. Mü’minler için şu ayet en önemli kıstastır: “Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de alemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am/162) Ve yine Mü’minler için: “Ey iman edenler! Allah'a ortak koşanlar ancak bir pislikten ibarettir.” (Tevbe/28) diğer bir ayeti kerimede: “Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler, “(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkar ederiz” diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kafirlerdir. Biz de kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa/150-151) buyurmaktadır.

Kendimize, enaniyetimize, edindiğimiz eğitime, dayatılan sisteme, içinde bulunduğumuz topluma göre bir iman kurgulayamayız. İmanın şu konusunu sevmiyorum, hoşuma gitmiyor o yüzden almıyorum veya terk ediyorum deme hakkımız yok. Kanunlarla, yönetmeliklerle var olan sistemle çelişiyor deme salahiyetimiz de yok. 

Müslüman hoşgörü sahibidir. Evet bu doğru. Ancak bu hoşgörünün tarifi de yapılmalıdır. Kesin ve net bir şekilde çerçevesi çizilmeli, başlangıç noktası ve sınırları belirtilmeli, bir durak noktası konulmalı ortaya. “Geçilemez, kabul edilemez.” kırmızı çizgiler kalın fırçalarla netleştirilmelidir. İslami olmayan hal ve hareketleri hoş görmekle kendimize ve muhatabımıza asla iyilik yapmış olmayız. Çevremize: Özellikle de iman konularını kapsayan konuları içine alan diğer gayri İslami unsurları da dışlayan düzgün çizgiler çizmemiz şart. İman bunu gerektirir.

İman herhangi bir lokantada, gelen müşterinin önüne konulan bir yemek menü listesi değildir. Şu yemeği tercih ediyorum ama şu yemekten hoşlanmıyorum, şu kadar alayım, örf ve adetlerimizle uyuşmuyor denilemez her hangi bir konu için. Yüce Allah’ın dilemiş olduğu şekliyle dünya bir imtihan alanıdır. Karşı çıkmamız, diklenmemiz, kabul etmiyorum, hesabıma, kitabıma uymuyor dememiz mümkün değildir. İmtihanın zamanını ve mekanını tercih edemediğimiz gibi şartlarını ortaya koyacak olan da bizler değiliz. Böyle bir yetkiye sahip de değiliz. Bizden isteyen merci belli, istenenler bellidir. “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk/2) Bu imtihan alanını ve kurallarını kabul etmeyenler veya beğenmeyip kendilerince hükümler ve kurallar ihdas edenler yeni bir yaşam alanı ve yepyeni bir hayat bulsunlar kendilerine. Allah’ın var ettiği bu muhteşem küreden de çıkıp gitsinler. 

Alternatif bir durum imkansız olduğuna göre Allah’a iman etmek ve serdettiği kurallara uymak zorundayız.

Unutmayın! İşlediğimiz her amel sahip olduğumuz inancımızın mutlak bir yansımasıdır. 

Bizi biz yapan, kafir, müşrik ve münafıklardan ayıran, cennete sevk ve idare edecek olan en önemli vasfımız tam ve sağlam bir imandır. Hakkıyla iman etmiş bir insanın diğer tüm varlıklardan üstün olduklarını: “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.” (Al-i İmran/139) ayetiyle kavrarlar.

Bu vesileyle inancı sağlam olan bir insanın yanlış iş ve işlemlere tevessül edeceği düşünülemez. İnancında bozukluk olan bir insanı da kötülüklerden koruyacak bir engel bulunamaz bu dünyada. 

Suç ve günah konularını kimlerin tarif ettiği, çerçevesini kimlerin hangi amaçla nasıl çizdiği son derece önemlidir. Kimi insana göre suç olan bir konu diğer bir insana göre suç sayılmayabilir. Bazı devletlerde suç olan bazı davranışlar diğer devletler tarafından suç olarak kabul edilmiyor olabilir. İnsanların suç olarak görmediği birçok davranış Allah katında günah ve suç olarak tarif edilmiş de olabilir. 

İnsanlara göre bir doğru, bir yanlış, bir suç, bir inanç çizelgesi oluşturduğumuz vakit Allah’ın Yüce Kitabında serdettiği hükümleriyle çatışmamız an meselesidir. Kendilerine Peygamber gönderilen daha önceki tüm milletlerin ortak özelliği kendilerine göre bir doğru belirlemiş olmalarıdır. “Hayır! Onlar sadece, “Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, ve biz onların izlerinden gitmekteyiz” dediler.” (Zuhruf/22) Başka bir ayeti kerimede: “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara/170) 

Bizler Allah’ın vaat ettiği cennetine talipli olduğumuza göre Allah’ın ortaya koyduğu kurallara da doğrulara da yanlışlara da uymamız bir zorunluluktur. Nefsani arzu ve isteklerimizi din edinemeyiz. Aksi taktirde: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkan/43) ayetinin muhatabı da olabiliriz. Diğer bir ayeti kerimenin bu konuya yaklaşımı daha çetindir: “Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Casiye/23)

Bizim dinden ve imandan edindiğimiz doğrularımız insanların doğrularıyla her zaman uyuşmayabilir, böyle bir zorunluluk da yok zaten. İnsanlarla mutabık kalmayabiliriz her konuda. O halde insanlara göre kendimize bir yol çizemeyiz, bir doğru ortaya koyamayız, bir yanlışı tarif edemeyiz, bir şeylere sahip çıkamayız. Bu minvalde bir ahlak felsefesi, bir yaşam alanı geliştiremeyiz, bir hayat tasavvur edemeyiz, bir istikamet belirleyemeyiz, bir şeriat, bir mahkeme, bir devlet sistemi, bir ticaret şekli, bir eğitim modeli ortaya koyamayız. “Hiç şüphesiz siz ve Allah’tan başka kulluk ettikleriniz cehennem odunusunuz. Siz oraya varacaksınız.” (Enbiya/98) 

Allah’tan başka hiçbir varlığa kulluk edemeyiz. Allah ve Resulünün ortaya koyduğu doğrulardan başka doğrular, yanlışlardan başka yanlışlar edinemeyiz kendimize.

Şeytan da, Allah’ın emri ortada dururken, secde etmemeyi büyük bir suç olarak görmek istemedi mesela. Ancak kendince doğrular ortaya koyan bu düşüncenin bir gereği olarak sergilenen her davranış biçimi onu ve onun gibilerini şeytan kılmaktan ve ebedi bir ateşe müstehak olmaktan da kurtaramadı. Tek bir davranıştan, bir seferlik iş ve işlemden ne çıkar diyen şeytanın sonucunu iyi bellememiz gerek. Allah’ın belirlediğinden başka bir yol edinemeyeceğimiz gibi şu ayetin ifade ettiğinden başka bir tercihte de bulunamayız: “De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz müslümanlarız.” (Al-i İmran/64) 

İnsanların Allah’ın dışındaki herhangi bir varlığı ilah edinmesi illaki karşısına geçip de “sen benim rabbimsin, sen benim ilahımsın, sana tapıyorum, sana ibadet ediyorum” demesine gerek yoktur. “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (Tevbe/31) ayetini Hz. Muhammed (s.a.v.): “Dikkat edin, Yahudi ve Hıristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papazlar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılınca da onu haram kabul ediyorlardı. İşte bu Allah’tan başkasını rabb edinmek demektir.” (Tirmizi, Tefsir 9) şeklinde açıklamıştır.

Bir insan için helal ve haramları, doğru ve yanlışları, yapılması ve sakınılması gerekenleri, kural ve kaideleri, bir hayat tarzını kim belirliyorsa o bir ilahtır, o bir rabtır.

Unutmamak gerekir ki bütün dünya insanları tarafından temize çıkarılan, günah sayılmayan bir haram, Allah katında suç olmaktan çıkmaz. Dünyanın tüm insanları, devletleri ve sistemleri faiz işliyor olsalar, bütün yatırımlarını, iş ve işlemlerini, kural ve kaidelerini faiz üzerinden yürütüyor olsalar, faiz ile ilgili her ne varsa kanun ve anayasayla güvence altına almış olsalar bile bu şeniyet, bu pislik, bu savaş Allah katında haram olmaktan çıkmaz ve meşruiyet kazanmaz, helale dönüşmez. Tüm dünya insanları ismine put demedikleri ancak temsili şeyler karşısında esas duruşa geçtikleri unsurların birer put olmadığını iddia etseler bile, bu nesneler birer put olmaktan yakalarını kurtaramazlar. Tam tersi bir durum da söz konusu olabilir tabi. Allah katında helal olan bir konu dünya insanları tarafından suç olarak kabul edilmesi o işi hiçbir şekilde harama dönüştürmez.

İnsan, sergilediği her davranışın ve savunduğu her düşüncenin, peşinden koşuşturduğu her kural ve kaidenin hesabını mutlaka verecektir. “Rabbine andolsun, onların hepsine yapmakta olduklarını mutlaka soracağız.” (Hicr/92-93) Bu hesap kitap işi gönderilen elçiler için de geçerlidir. Hiç kimse bu sorgulamadan muaf kalmayacaktır. “Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka soracağız. Peygamberlere de elbette soracağız.” (A’raf/6) Ne yapmışlarsa veya yapmaları gerekirken yapmamışlarsa, nelerden sakınmışlarsa ve nelerden sakınmaları gerekirken sakınmaya gerek görmemişlerse, nelere niçin ibadet etmişlerse, hangi sebeple olursa olsun kime tapmışlarsa…

O halde Kur’anla yürümenin, hadislerle kendimizi tartmanın ve arınmanın derdine girişeceğiz. “Arınan mutlaka kurtuluşa erer.” (Ala/14) Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e benzemenin gayretinde olacağız. Hiçbir şey imanımızdan daha kıymetli olmayacak nazarımızda. Dinimizi doğru anlamak ve tanımak suretiyle imanımızı kurtarmaya çalışacağız. İmanımızı kurtardıysak her şeyi kurtardık demektir. Bunun için daha fazla, daha büyük bir gayretle, daha içten ve daha samimice çalışacağız. 

Bütün say’ımız imanımızı kurtarmaya yönelik olacak.

Biz hakiki bir imana eriştiysek sapıtanların sapıtması, sayılarının çok olması, güçlü veya kuvvetli olmaları, uygulayacakları baskı ve zorlamaları bize zarar vermeyecektir. Şayet biz imandan sapıttıysak veya imanımıza şirki bulaştırdıysk, yoldan çıktıysak hidayete eren kişilerin hidayeti de bizlere bir fayda sağlamayacaktır. Unutmayın “ağlamayana mama yok” hesabı elimizi uzatmadan elimizden tutan olmayacaktır. “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Maide/105)

“De ki: “Çalışın, yapın. Yaptıklarınızı Allah da, Resulü de, mü’minler de göreceklerdir. Sonra ğaybı da, görülen alemi de bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (Tevbe/105)

“Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah’a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz onu en kolay olana kolayca iletiriz.” (Leyl/5-7)

Yaşadığımız hal çok önemlidir. Nebi (s.a.v.): “Her kul öldüğü hal (amel) üzere diriltilir.” (Müslim, Cennet 83) İşlediğimiz salih ameller üzerinde ölmek en büyük isteğimizdir.

İmanlı bir şekilde dirilmek için imanla ölmek gerek, imanla ölmek için imanla yaşamak gerek, imanla yaşayabilmek için küfre düşüren unsurları bilmek ve sakınmak gerek. İmanı muhafaza edebilmek için tövbe etmek, dua ve istiğfarda bulunmak gerek. İmanlı insanlar arasında bulunmak da bir başka gereklilik.

Şahsen huzur ve mutluluğa erişmek için Müslüman olmaktan, Kur’an’a göre bir hayat yaşamaktan, Allah’ın ortaya serdiği kural ve kaidelere riayet etmekten başka bir çıkış yolu, başka bir alternatif, başka bir hayat, başka bir yaşam, başka bir cennet bilmiyorum. Kurtuluşa erişmek isteyenler için Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.” (Al-i İmran/102) buyurmaktadır.

Müslümanca yaşamaktan başka bir alternatifimiz olmadığı gibi Müslümanca ölmekten de başka bir çıkış kapımız yok.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN