SOFİ

Şahin ÖZDAŞ

21-02-2020 10:36


Hep şuna inanmışımdır; yazıların okuyucu üzerinde tesirli olabilmesi için, çoğunlukla yazarının olayların içinden gelen ve birebir yaşayan biri olması, bilerek ve içtenlikle konuyu anlatması, zamanla kendi üzerinde yüklü bulunan elektriklenmeleri okuyucuya aksettirmesi, okuyucunun düşüncesi üzerinde iz bırakmasına sebep olan önemli etkenlerdir. Zalim ve ahlaksızlığa doğru insanı sürükleyerek içine doğru çeken ve benim yaşamadığım dolayısıyla da öğrenemediğim bir hayat dersi hariç, iyilik, toplumun yükselen değerleri ve vahyin ölçülerinin giderek yaşam alanlarıma aksettirilmesine kadar geçen süre içinde hayat derslerimi çok okumama rağmen, kitaplardan ziyade, yaşayarak öğrendim.

Kısaca hayatımı özetleyecek olursam: 1971–1988 arası MHP’li bir ülkücü, 1988–1996 refah partisi gönüllüsü bir Mücahit, 197?–1988 arası “sofi (gurban)” (Menzil), 1988-2001 arası “ihvan” (İsmailağa) olarak, ileriye hep ileriye doğru “vahyi ölçünün inşa ettiği hayat tarzını” aramaya çalıştım. 1998 yılında gözümün birini “vahye doğru” hafifte olsa açık bıraktığımda içten gelerek “tek bir” Allah (cc) dedim, ardından TSK’den tekmeyi yedim yallah. 

2001 yılından bugüne kadarda hakkımda bazen “bir”ci, bazen “vahid”çi, bazen “meal”ci bazen de “tevhid“çi dediklerini duyuyorum. Cumhuriyet sisteminin “gizli” ibareli kayıtlarında ise ismimin karşısına uydurma “İrancı, fundementalist, hizbullahçı” bir kayıt düşüldüğünü önceleri duymuştum (doğrusu şimdi bilmiyorum). Ne derlerse desinler ağızları torba değil ki büzesin. Zaman oldu gündüz askeri birlikte şapkalı ve resmi elbiseli askerlere ders anlatan bir komutan, aynı gece ise medresede sarıklı ve cübbeli olarak Arapça, fıkıh ve hadis öğrenen ve öğreten bir hoca efendi oldum. Hani nasıl derler, bomboş olan hayatı dolu dolu yaşadım diye. Adamlar şarkı bile yapmışlar “işte öyle bir şey”

“Tasavvuf” konusunda yazı yazmak nerden aklıma takıldıysa bilmiyorum. Galiba 2001 den bugüne “tevhid ehli” ömrümün akıp giden zamanlarından birinde hayal hanemde kalan bilgilerle hemhal olurken; belediye otobüsünde takkeli, sakallı, şalvarlı bir sofinin “Esselamualeyküm gurban” diyerek yanımdaki boş koltuğa oturup sohbet etmesinin hatırlanması yazmak fikrini aklıma getirdi. Mayınlı tarlada dolaşmak kadar zor olan bu konuda yazı yazmak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Birebir yaşamadan anlaşılmasının ve yazılmasının zor olduğunu düşünüyorum. “Nasılsın? İyi misin?” diye sorduğunda, tam Allah (cc) razı olsun diyecektim ki aklıma “tevhid ehli” abim geldi. Oldum olası zaten abim de bana hep şöyle der: “Neden her hal hatır sorana ikide bir Allah (cc) razı olsun, Allah (cc) razı olsun diyorsun? Allah’a (cc) şirk koşmadığını nerden biliyorsun, Allah (cc) ondan razımı ki, her önüne gelene söyleyip duruyorsun?” (gerçi ağzım alıştığından karşıdaki kişiye teşekkür mahiyetinde ne diyeceğimi bilemiyordum, aslında ömrümün üçte ikisini tasavvufçuların içinde intisaplı olarak geçirdiğimi o da bilir ya!)

Her halde beni dış görünüşümle tip olarak, rengimle, saçımla, sakalımla, melül melül bakışımla Kürt sofilerine benzetmiş olacak ki “gurban inşallah sofisindir” diye sorunca “gurban olmadığım, ben vahidiyim” dedim. “Hema gurban o hanki evliyaullah kaddessallahu esraruhudur, bu mübareğin adını heç duymamişam” diye üsteleyince, “la havle” çekip hayal ve düşüncelerimle baş başa kalmak daha iyi olur diyerekten otobüsün penceresinden dışarıyı seyretmeye başladım. Bizim “gurban” ise inşallah tebliğ olur, bu Kürdü bizim tarikata kazandırırım “bir kişi daha imanını kurtarır” düşüncesiyle bana hitaben “sofi gurban, ha sofi gurban” diye diye büyük bir “hizmet!” aşkıyla durmadan aralıksız anlatıp duruyordu.

Ve devamla bana hitaben “vala gurban” çok memnun oldum birisine intisap ettiğinize, çünkü mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. Son anda imanını kurtaramayıp hepsi cehenneme gideceklerdir. Hatta ismini hatırlayamadığım evliyaullahtan mübarek zatın birisi şöyle der:

Sofi echel cihanda yok dedi yol,

Çün, esrardan haberdar olmadı ol,

Yabanda kaldı âmâ bulmadı yol,

Solu sağa çevir, hem sağı kıl sol,  Bu körlükten geçip, Hakka gidelim, Cemali ba kemali seyredelim.

Gurban inşallahu Teâlâ anlamışsındır. Bak! Mübarek kaddesallahu esraruhu şunu demek istiyor: Evliyaullahtan, Mürşitlerden ve bunların sırlarından haberi olmayan gafil, zır cahil nice saf insanlar vardır ki tek başlarına Allah’a (cc) giden yolu bulamazlar. Acep bu dünyada beni Allah’a (cc) ulaştıracak bir yol var mıdır ki? Diyerek Allah’a (cc) ulaştıracak bir yolun, bir mürşidin olmadığını düşünürler. Kalbini bir Mürşide çevireceği yerde dünyaya doğru yöneltir ve kör olarak dağ başında tek başına kalmış gibi yollarını dahi bulamaz olurlar. Oysa bir mürşidi kâmilin eteğine yapışıp elinden tutarak tövbe etse, her gün virdini çekip, rabıtasını ve hatme-i haceganını yapıp, cennette de Allah’u Teâlâ’nın cemalini seyretse daha güzel olmaz mı?”

Eski alışkanlığımla, DÜŞÜNMEDEN, TEFEKKÜR ETMEDEN, AKLETMEDEN, tam “tabi ki güzel olur” diyecektim ki hemen tövbe edip kendime geldim ve anlatmaya başladım: “Bak Sofi” dedim, senin o ismini hatırlayamadığın benimde zamanında “Risale-i Kudsiye” kitabını neredeyse ezberleyecek hale geldiğim zat İsmet Garibullah’tır. Ve yine kendisi o kitabında düşünmeden bazen şöyle de söyler: Eğer bin yıl Allah dese bir salik,

Muradi olmazsa Allah’u malik, Sevap asla virilmez belki halık, İsmi megsut degildir belki malık.

Yani şunu demek istiyor (Yorumu bana ait); Allah’a giden yolun yolcusu olduğunu düşünen bir insan bin yıl hiç durmadan “Allah, Allah” diye diliyle zikir edip, virdini çekse fakat Allah’ın (cc) yeryüzünün tek hâkimi tek sahibi ve tek kanun koyucusu olduğunu bilmezse, umursamazsa veya bu konuda bir çaba sarf etmezse, o insan hiçbir sevap elde edemez. Çünkü o insanın davası, Allah’ın yeryüzüne hâkimiyet davası değildir. Maksadı kendisinin bir şeye sahip (malik) olma duygusudur.

Her cümlesine, adeta abime rahmet okuturcasına “gurban Allah (cc) razı olsun” diyerek başlarken SOFİ’nin hangi manalara gelebileceğine dair aklınca tarifler getiriyordu: 

Sofi; Ölünün yıkayıcısına (gassala) teslim olduğu gibi mürşidi kâmiline tam teslim olandır.

Sofi; Rabıta ve 24 saat rabıtalı gezen saf kalpli, imanlı kişilerdir.

Sofi; Hizmeti seçip, yük çekmekten hoşlanır. 

Sofi; Hakk’a âşık olan kişidir, aşığa da edep yakışır.

Sofi; Toprak gibidir, herkesi üzerinde taşır.

Sofi; Yumuşak huyludur, herkesle anlaşır.

Sofi; Malını herkese helal, kanını da herkese heder görür.

Sofi; Gâvura bile gâvur demeyen ve dünyada hiçbir kimse hakkında kötülük düşünmeyen temiz kalpli mübareklerdir.

O bunları söylerken, aklıma hemencecik Kâfirun suresi geliyordu. Çünkü bizzat Allah (cc) “De ki! Ey Kâfirler…”  diye buyuruyordu. Allah böyle buyurduktan sonra sen kimsin sana ne oluyor ki kâfire kâfir demiyorsun? Ve yine aklıma Yahudiler, masonlar, siyonistler, ateistler, ataistler, komünistler, Kemalistler, Filistin, Gazze, Allah azze ve celle geliyordu. Geliyordu ha geliyordu. Baktım ki sofiliğin tarifi uzadıkça uzayacak, bana da söz hakkı düşmeyecek hemen araya girerek başladım anlatmaya: “bak gurban olmadığım sofi” dedim, “müsaade edersen hele birde ben sofiliği anlatayım.”  

Zamanımızda, tasavvuf ehli olanlara veya yaygın tabiriyle tarikata mensub kişilere daha doğrusu Kur’an’ın mürşidliğinden ziyade bir şahsı mürşid (irşad edici) olarak kabul edip ona bağlananlara, sizin dilinizle kör kütük “âşık!” Olanlara (intisap edenlere) “sofi” demişlerdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Tasavvuf ise, kelime olarak hangi kökten geldiği konusu günümüze kadar gelen yazı ve söylemlerden çıkardığımız sonuca göre pekte belli olmamakla birlikte “arınma” olarak karşımıza çıkar. Zira arınma anlamında “safa”, yün giyinen anlamındaki “sufi” kökleri en çok itibar edilenlerdir. Tasavvufçular maddiyattan da arınma “dünyaya bel bağlamama, dünyadan el etek çekme, bir lokma bir hırka”  Sofi’nin anlamını kuvvetlendirecek şekilde fakirlik simgesi olarak yün elbise giyerler. Tasavvuf aynı zamanda “af tasası” anlamına da gelmektedir, derken sözümü kesti.

“Bak sofi gurban, öyle derin konulara girmene gerek yok” diyerek başladı anlatmaya: Tasavvuf, dinimizde Allah'a (cc) ulaşmanın yoludur. Bir başka tanıma göre, insanın akıl yoluyla erişemediği gayb âlemine ait ilahî hakikatlere sezgi ve ilhamlarla ulaşma yoludur. Tasavvufta iki tür bilgi vardır. Biri, çevreden okunarak elde edilen bilgiler ki biz bunlara "zahiri ilim", diğeri ise sadece kalbin temizliği ile duyularak elde edilen ilim "batıni ilim". İşte bizler günübirlik mürşidimizin alnından çıkan nurla birlikte kalbimizi zikirle düzeltmeye çalışırken Saadatların himmetiyle etten oluşan kalbimizin altında kalan “manevi kalb” dediğimiz kalbimize gayb âleminden bazı gerçekler iletilir veya bu kesin bilgiler kesinlikle bize hissettirilir. Buda bizim düşüncelerimiz ve yapacaklarımız üzerinde etkili olur. 

Tasavvufun geçmişine gelince Beyazıd-ı Bestami şöyle buyurmaktadır: Tasavvufun tohumu Âdem (as) zamanında atılmış, filizleri Nuh (as) zamanında oluşmuş ve İbrahim (as) zamanında ise çiçek açmıştır. Üzümleri Musa (as) zamanında yetişmiş ve İsa (as) zamanında olgunlaşmış ve Muhammed Mustafa (sav) zamanında ise saf bir şarap haline gelmiştir. Biz dahi buna inanır ve buna göre amel ederiz. Bu olayın bize intikali ise Peygamberimizin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi ile başlamıştır. Peygamberimiz orada nefsini terbiye ile uğraşmış ve halktan uzak durmuştur. Özellikle düşmanlardan saklanmak amacıyla mağaraya gizlendikleri zaman tasavvufi gerçekleri öncelikle Hz. Ebubekir’e öğrettiğini biliyoruz. Daha sonrasında Sahabe-i Güzin’den bazılarının Peygamberimiz (sav)'den doğrudan aldığına ve nesilden nesile aktarıldığına inanırız. Aktab, evliyaullah, mürşidi kâmiller, şeyhler, dervişler ve özellikle de peygamberimizin kanından olan seyitlerimiz peygamberimizin varisleri olarak bu yolu takip etmiş ve takvaca en üstüne ulaşmışlardır. Biz sofilere düşende bu Saadatları gerek “hatme-i hâcegan” ve gerekse de yapacağımız “rabıtalarda” göz önüne getirerek onlardan bir nur, bir ilham alarak kalbimizi doğru tutmak, onlara güvenmek ve yollarından bir an olsun ayrılmamaktır.

“Bak gurban olmadığım sofi” dedim. Öncelikle Hud suresinin 11/123. Ayetini senin bir kez daha okumanı tavsiye ederim “Göklerin ve yerin gaybı sadece ALLAH’A (CC) AİTTİR. Ve tüm iş/oluş yalnızca O’na döndürülür. O halde O’na kulluk et, O’na dayanıp güven. Rabbin, yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz, duyarsız) değildir.” Bundan başka söylenecek her söz ne önem taşır ki? Tasavvufa gelince, tasavvuf kelimesinin, dindarlık kavramı kalıbı içinde ortaya koyduğu sözlük anlam, gerekse bu anlam çerçevesinde verdiği imaj, İslâm’ın ruhuyla bağdaşmamaktadır. Kur’an’ı Kerîm'in birçok yerinde geçen takva sözcüğünün karşılığı da bu değildir. Bilakis çağımızın yozlaşmış din anlayışıyla yaratılan tek taraflı, mistik ruhlu, sırf ruhaniyetçi, ruhbaniyetçi, gelenekçi, esrarengiz görünümlü tip sofu tipinin niteliğidir. Sen tasavvuf konusunda neden boş konuşuyor veya bazı menkıbelere yani din büyüklerinin ya da tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamları ve gerçekte olmayan masalsı işlerine kendini inandırmak zorunda bırakıyorsun? Bana “hatme-i hacegan, vird, rabıta” veya bu konularda bir ayet hadi ayet bulamadın diyelim -ki yoktur zaten- yoksa bile tasavvuf konusunda bir hadis söyleyebilir misin? Esasen Peygamberimiz (sav)’in, ashabına şeklini hayallerinde canlandırmaları için şayet verdiği bir emir varsa onu delilleriyle hemen burada bana anlatmandır. 

Ebetteki böyle bir şey yoktur, olamazda. Olmadığı için birtakım dolambaçlı, menkıbevi izahlarla dikkatimi dağıtmaya çalışarak, konuyu saptırmaktasın. Olay yukarıda senin anlattığın gibi değildir. Çünkü gayb âlemini Allah’tan (cc) başka ne kimse bilebilir ne birisinden yardım alınabilir ve nede bir şahıs göz önüne getirilerek dosdoğru istikamet sağlanabilir. O zaman iki ilahlı bir din ortaya çıkar ki onun adına da İslam denmez, ancak “eddin-i ilaheyn” iki ilahlı bir din denilebilir. Esasen İslam dininin temelinde tüm büyük mezheplerin de kabul ettiği “tevhid” prensibi yatar ki bu kavram Allah'ın (cc) “hayatın tamamına hükmeden tek büyük” olduğuna inanmak anlamına gelir. 

“Bak gurban olmadığım sofi” bir menkıbede ben sana anlatayım da konuşmayı biraz tatlandıralım: Sofinin biri dağın eteğindeki çilehanesinde zikirle meşgul olurken, dışarıdan bir koyunun “meee” diye sesini duymuş. Hemen dışarı çıkıp başıboş dolaşan bu koyunu alıp köyün imamına götürmüş. Aslında imam yani önder, yol gösterici, bilici, irşad edici gerçekte iman edici bir insan değilmiş. (gel de sofiye anlat) Sofi meramını anlatmaya başlamış “Hocam” demiş, “Bu koyunu dağda buldum, sahibini bulmak için üç gün tellal’a (bağırıcı) çağırttırdım. Fakat sahibini bulamadım. Fıkhi konuda şüphede kaldım. Bunun eti kime helal, kime haramdır?” Hoca bakmış ki adam Allah’ın (cc) saf bir “sofi” kulu. “Bakalım kara kitap ne diyor” diyerek, raftan siyah meşin kaplı bir kitabı açıp karıştırmaya başlamış “tamam buldum, bak yazıyor”, Sofi “ne yazıyor Hocam?” Hoca güya Arapça olarak şunları okumuş: “Lahm-i ganem (bulunan et), imamuha helaluha, bulanuha haramuha” diyerek kestirip atmış. Tabiî ki sofi bundan hiç hoşlanmamış, “Hocam” demiş “üç gündür ahırımda sakladım, besledim, tellal çağırttırdım, sakatattan, saçaktan, bacaktan bize hiç mi bir pişimlik et düşmez?” Hoca tekrar kitaba bakmış, aha buda yazıyor demiş  “Vela saçak, vela bacak, küllühüm imamın olacak” demiş. Hüküm açık, ne yapsın zavallı sofi? Boynunu bükerek gitmiş. İçinden de şöyle düşünmüş: “Demek ki koca koyunu hocanın yalnız yemesi, Allah’ın (cc) emri imiş. Elbette ki Şeriatın karşısında boynum kıldan incedir” diyerek kendini teskin ve teselli etmiş.

 

“Bak gurban olmadığım sofi” Moğol İstilası sonrasında değişen sosyal yaşantılar ve ekonomik değişimler insanların içyapısında da çeşitli boşluklar meydana getirerek ruhani bir arayışa sevk etmiştir. Dolayısıyla Türkistan, İran ve Kuzey Afrika bölgesinde tasavvufi görüş çok geniş ve müsait ortamlar bulmuştur. Şâh-ı Nakşibend, Ahmed Yesevi, Abdulkadir Geylani gibi tasavvuf büyükleri Buhara, Semarkant ve Taşkent gibi şehirlerde, İmam-ı Rabbani ise Hindistan’da tasavvuf ve tarikat yapısını giderek olgunlaştırmıştır. Tasavvufun yayılmasında en büyük katkıyı Fars ve Türkmen Müslümanlarının yaptığını belirtmek gerekir. Türklerin ve İranlıların İslam öncesi şaman inançları tasavvufu çok büyük etki altına almıştır. Bu etkileşim zamanla İslam’ın Hindistan'a doğru yayılması ile Budizm ve Hinduizm ile de gerçekleşmiştir. 

Nihayet “Ulus” semtine gelmiştik, daha da anlatacaktım ki, baktım mevzu uzun, yol kısa. Meğerse 19 Mayıs milli bayram günüymüş, birtakım adamlar, birtakım çelenkleri, birtakım “heykellere” bırakıp heykellerin önünde hiç kıpırdamadan kıyamda saygı duruşunda bulunuyorlardı.  Hemen sofiye sordum “gurban olmadığım sofi bunlar ne yapıyor böyle?” 

-    Vala Gurban Allah (cc) razı olsun, ne yaptıklarını tam olarak bende bilemiyorum, yaptıkları şirk mi acaba

-      Gurban olmadığım sofi, bunlar “zahiren rabıta” yapmış olmuyorlar mı?

-      Anlamadım?

-      Neyse sofi, boş ver. 

En doğru ve en güzel kelam; kelam-ı kadim de geçen Allah’ın (cc) kelamıyla yazımıza son verelim.

En’âm suresi 50. ayet-i celile: “De ki: Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. GAYBI DA BİLMEM BEN. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum. De ki:

Körle gören eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?”                                                                                     

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN