KUR'AN KISSALARINDA TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN İLKELERİ

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

22-04-2013 10:12


Bilindiği gibi insanlık tarihi aynı zamanda Peygamberler tarihidir. Rabbimiz, kendisine kulluk etsinler diye yarattığı ve yeryüzünün halifeleri kıldığı insanları başıboş, kendi hallerine bırakmamış, aralarından seçtiği elçilerle onlara doğru inanma ve doğru yaşamanın ölçülerini bildirmiştir. Elçilerini de bu minvalde insanlığın öğretmenleri ve örnekleri kılmıştır. Peygamberler, Yüce Allah’ın hüküm ve ölçülerinin nasıl pratize edileceğin hayatlarıyla somutlaştıran yoldaki işaretçiler olmuşlardır.

Rabbimiz elçileriyle biz insanlara bir felsefe sistemi veya akademik öğreti değil, doğrudan doğruya bir hayat nizamı, takip edilmesi gereken bir yol haritası göndermiştir. Bu yol haritasının pratiğe yönelik olması, bu pratiğin nasıllığı konusunda somut örneklikleri zorunlu kılmaktadır. İşte insanlık tarihinde yaşamış olan Peygamberler ve onların izini takip etmiş olan muvahhidlerin örneklikleri, bu nasıllığın cevabı noktasında önem arz etmektedir. Başta Peygamber kıssaları olmak üzere Kur’an’da insanlık tarihinden aktarılan yaşanmış örneklikler, insanlığın yegane reçetesi olan Rabbani öğretilerin fert ve toplumların hayatında cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş halini teşkil etmektedir. Rabbimiz bu kıssalarla hem pratiğin önemini, hem de nasıllığını bizlere talim etmektedir.

Kısaca ifade etmek gerekirse Peygamber kıssaları, Rabbani öğretilerin, Allah elçilerinin şahsında pratik örnekliğe dönüşmüş halidir. Yeryüzünün caddelerine, meydanlarına, dağlarına, mağaralarına dikilmiş işaret taşlarıdır. Kıssaların anlatılmasındaki gaye insanları geçmiş hakkında bilgilendirmek değil, insanlara Allah’ın ölçülerini uygulamanın nasıllığını somut örneklikler üzerinden öğretmektir. Zaten Peygamber kıssalarında ayrıntılara girilmeyip mesaj odaklı anlatımlara yoğunlaşılması da bu gerçeğin bir yansımasıdır. Nitekim Kur’an kıssalarının ilk yol gösterdiği kişinin Kur’an’ın ilk muhatabı olan Allah Rasulü (s), ilk topluluğun da ilk Kur’an nesli olduğu gerçeği, kıssaların fonksiyonunun ne kadar büyük olduğu konusunda bizlere yeterince fikir vermektedir.

Kıssalar, Kehf Sûresi 13. ayette ve Maide Sûresi 27. ayet de bildirildiği üzere gerçek hayattan, yaşanmış birer örneklik veya ibretlik hayat kesitleri olarak, Rabbimiz tarafından İslami davetin sürecine paralel olarak inzal olunmuş Kur’an bölümleridir. Kur'an kıssalarının gelişigüzel değil, davet ve mücadele sürecini takip eden ve bu süreçlerde yol gösterip yönlendiren mesajlar olarak inzal olduğunu görmekteyiz. Kıssaların inzal sürecinin, davet ve İslami mücadelenin aşamaları süreciyle paralellik arz ettiği görülmektedir. Kıssalar, Müslümanlar için yol gösterici, istikamet belirleyici, destekleyici, uyarıcı mesajlar içerirken, inkar edenler için de ibret sahneleri aktarırlar.

Kur’an kıssalarının İslami davetin aşamalarıyla uyumlu olarak inzal edilmiş olması üzerinde durulması gereken bir husustur. Dünya malıyla şımaran Mekke egemenlerine karşı amansız bir mücadele verilirken “Bahçe Sahipleri” kıssasıyla dünya malının geçiciliği ve o malla şımarmanın akibeti hatırlatılırken, putperestlerle mücadelenin kızıştığı dönemlerde Hz. İbrahim başta olmak üzere önceki elçilerin putlarla ve putçulukla mücadele süreçleri mü’minlerin gündemine taşınmakta, işkence, boykot, yalnızlaştırma döneminde Hz. Yusuf kıssası ve benzeri kıssaalrla Allah Rasulü ve arkadaşlarına teselli ve güç verilmektedir. Medine’de İslam toplumunun teşekkülünde sonar münafıklar sorunu karşısında, Hz. Musa’yı bunaltan İsrailoğulları’nın tutum ve tavırları aktarılmakta, Mekke müşrik devletiyle savaş atmosferi oluşunca da Talut-Calut kıssasıyla Allah yolunda sebatkâr olan az toplulukların nice çoğunluklara galebe çaldıkları hatırlatılmaktadır.

Allah Rasulü ve ilk Kur’an neslinin, Kur’an’ın diğer öğretilerini olduğu gibi kıssaları da doğrudan doğruya pratiğe yönelik olarak okudukları ve önceki elçilerin örnekliklerini takip ettiklerini görmekteyiz. Allah Rasulü’nün (s) Mekke’nin fethi sırasında, kendilerine nasıl davranılacağını soran Mekkelilere hitaben, kendilerine Yusuf’un (s) kardeşlerine davrandığı gibi davranacağını söylediğini aktaran rivayetler buna örnektir.

Kur’an’ın konuyla ilgili öğretilerinin ve bu Rabbani öğretilerin tarih boyunca hayatlarında müşahhaslaştığı Peygamber ve onların izini takip eden muvahhidlerin Kur’an’da anlatılan kıssalarından şunu çok açık olarak öğrenmekteyiz ki, Rabbimiz toplumsal dönüşüm konusunda bizleri ölçüsüz bırakmamış, tabir yerindeyse “Toplumsal dönüşüm olsun da nasıl olursa olsun” gibi bir usul yoksunluğuna bizi terk etmemiştir. Toplumsal/siyasal dönüşümün yasa ve ilkelerini bildirdiği gibi, kıssalarla da bu ilkeleri somutlaştırmıştır.

Peygamber kıssalarının bize öğrettiği öncelikli hakikat, tüm Peygamberlerin aynı ilkeleri ve ölçüler istikametinde hareket ettiğidir. Toplumsal ve siyasal konumları ne olursa olsun bu konuda bir farklılık göstermemişlerdir. Şirkin egemen olduğu bir vasatta az sayıda insanla birlikte şirkin hakimiyetine karşı direnen Peygamberler de, toplumsal/siyasal bir güç teşkil etme imkanı bulan Peygamberler de aynı Rabbani ilkelere tabi olmuşlardır. İçinde bulundukları toplumsal/siyasal şartlara göre hareket stratejileri farklılık gösterebilse de, yine tekrarlıyoruz ki ilkesel düzlemde aralarında en ufak bir farklılık olmamıştır. O da bâtılın, tüm çeşitleriyle kesin reddi, bâtılla ilkesel uzlaşmaya asla yanaşmamak, Allah’ın dininden başkasına hiçbir şart ve merhalede razı olmamak ve bâtılın zail, hakkın hakim olması için mücadele…

Akidenin ve duruşun merhalesi olmayacağını, daha başından bu alanda net ve kesin tutum alıp taraf olunması gerektiğini Kur’an bize öğrettiği gibi, Peygamber kıssalarıyla da bu gerçeği müşahhaslaştırmaktadır.

Kur’an kıssalarından öğrenmekteyiz ki Peygamberlerin mücadele süreçlerinin ana eksenini davet mefhumu oluşturmaktadır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“…Peygamberlere düşen, ancak açık bir tebliğdir.” (Nahl, 16/35)

Bu davetin mahiyeti de bir sonraki ayette şu şekilde ifade edilir:

“Andolsun her ümmet içinde, Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının, diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi kimine de dalalet hak oldu. Şöyle yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (Nahl, 16/36)

Peygamberler, muhatap kılındıkları toplumlara her türlü bâtıl anlayış ve yaşayış biçimlerini terk ederek yalnızca hakka yönelme çağrısında bulunmuş, “gece ve gündüz, gizli ve açık olarak” (71/5-10) bu çağrılarını sabır ve sebatla sürdürmüşlerdir. Peygamberlerin Kur’an’da “davetçi”, “şahit”, “müjdeleyici”, “uyarıcı” gibi vasıflarla zikredilmektedir. Nitekim Allah Rasulü, şu şekilde takdim edilmektedir: “İşte bu, ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.” (Necm, 53/56) İşte bu vasıflar bile, Peygamberlerin mücadelelerinin ana ekseninin davet olduğunu anlamaya yeterli karinelerdir. Konuyla ilgili birkaç ayeti birlikte okuyalım:

“Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyecekler.” (En’âm, 6/48)

“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 4/165; Ayrıca bkz.: Bkz.: 2/213, Kehf, 18/56)

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 34/28)

"Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak.” (Ahzâb, 33/45-46)

Zaten Kur’an’da davet ve mücadelelerine yer verilen Peygamber ve muvahhidlerin kıssaları da, onların mücadelelerinin dâvet eksenli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu da, Rabbimizin Enfâl Sûresi 53. ayette buyurduğu “Toplumsal değişimin, temelde toplumların tercihine bağlı oluşu” temel yasasıyla uyumludur. Bu dâvetin temel ekseninin ise, Âlemlerin Rabbi’nden başka insana ve toplumlara yön verme iddiasında bulunan odak ve otoritelerin reddi ve yalnız Allah’ın egemenliğinin tasdikine dayalı tevhid akidesinin egemenlere ve toplumlara teklifi yönünde olduğu görülmektedir.

Peygamberlerin muhalefetlerinin de, yerleşik bir düzen teşkil etmelerinin de, savaşlarının ve barışlarının da ekseninde bu temel dâvet misyonları olduğunu görmekteyiz. Zindanda da, saraylarda da, meydan ve caddelerde, çarşı-pazarlarda da Peygamberleri, egemen kesimler ve toplumları bâtılı terk ederek yalnız hakka tâbi olmaya, Allah’tan başka ibâdet mercii, nizam belirleyici, hüküm koyucu tanımamaya davet ettiğini görmekteyiz:

“Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/256)

Hiçbir Peygamberin ihtilalci bir yaklaşımla, zora dayalı, tepeden inmeci yöntemlerle toplumları dönüştürme gibi bir stratejiye yönelmediğini görmekteyiz. Bunun yerine egemenleri ve toplumları hak mesajla muhatap kılarak, dünya ve ahiret saadeti ile dünyada helak ve ahirette azab seçenekleri konusunda tercihle karşı karşıya bırakmışlar, Allah Rasulü’nün (s) Medine’deki veya Yusuf (a.s.)’ın Mısır’daki iktidar örneklerinde olduğu gibi gönüllü bir toplumsal Kabul ve irade ortaya çıktığında ancak Allah’ın dinine dayalı bir toplumsal ve siyasal yapı teşkil etmeye yönelmişlerdir. Bu açıdan Rabbimizin bizlerden istemiş olduğu toplumsal dönüşümün tepeden inmeci ihtilalci bir dönüşüm değil, gönüllü katılıma dayalı inkılabi bir dönüşüm olduğunu ifade etmemiz gerekir. 

Unutmamak gerekir ki, fert fert insanlar ve genelde toplumlar Rabbimiz tarafından imtihan olunmaktadırlar. “Dinde zorlama yoktur” (2/256) ve her fert ve toplum kendi tercihini yapmak konusunda muhayyer bırakılmıştır. Bu konuda Allah’ın dinini anlayıp benimsemiş ve onun tanıklığı mükellefiyetini yüklenmiş fert ve topluluklara düşen toplumları dâvetle açık şekilde muhatap kılmak ve hak ile bâtıl arasında tercihle karşı karşıya getirmektir.   

Yine bu temel yaklaşım gereği olarak Peygamberlerin, öncelikle gönüllerdeki ve zihinlerdeki putları kırmaya yöneldiğini görmekteyiz. Öyle ki, Hz. İbrahim’in put kırma eyleminde bile, temelde zihinlerdeki putları kırmaya yönelik bir hikmetli yaklaşım görülmektedir.

Muhatap olunan kitle ve otoritenin durumuna göre, mücadelede pratiğindeki öncelikler (öğüt vermek veya inzar etmek, önceliği toplumsal dâvete veya doğrudan doğruya otoritenin inkılaba uğratılmasına vermek gibi), kullanılan araçlar değişebilse de, bu temel ilke değişmemiş, tüm Peygamberler ve takipçilerinin ortak sünneti olmuştur.

Evet, İslami mücadele temelde iktidar eksenli değil, toplumsal dönüşüm eksenlidir, dâvet eksenlidir. Ancak bu dâvetin mahiyeti, toplumun algısı ve yaşayışı üzerinde belirleyici etkisi olan iktidar ve egemenlik ilişkilerini ihmal eden ve toplumsal dönüşümü fert fert insanların değişimine bağlayan bir yaklaşıma dayalı değildir. Peygamberlerin mücadele süreçleri bize, İslami dâvetin bu iki alanda eşzamanlı ve paralel bir çabayı gerektirdiğini göstermektedir. Ne fert ve toplumun dönüşümünü ihmal eden ve salt iktidar mücadelesine yönelen bir mücadele anlayışı doğrudur, ne de tamamen fert ve toplumun dönüşümüne yönelip, fert ve toplum üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olan iktidara yönelik siyasal mücadeleyi terk etmek doğrudur. Hatta Peygamberlerin mücadele süreçleriyle ilgili ayetlerden anlıyoruz ki, Peygamberlerin mücadeleleri temelde çevreye yönelik değil merkeze yönelik olmuştur. Çünkü toplumsal yönelim ve ilişki biçimlerini belirleyen ana etken egemenlik ilişkileridir.  İşte bu sebeple Peygamberler esas olarak merkeze yönelen –"(Rabbin, memleketlerin ana merkezine kendilerine ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.” (Kasas, 28/59)-  ancak çevreyi de hiçbir şekilde ihmal etmeyen bir mücadele sünneti ortaya koymuşlardır.

Musa (a.s.)’ın “Firavun'a gidin, doğrusu o azmıştır.Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.” (Tâ-Hâ, 20/43-44) emr-i İlahisi gereği davet için doğrudan Firavun’un sarayına yönelirken, diğer taraftan “Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı ikame edin. (Ey Musa!) Müminleri müjdele! diye vahyettik.” (Yunus, 10/87) emri gereği toplumsal davet ve ıslah çabasına yönlendirilmesi örneğinde olduğu gibi. Yine Muhammed (a.s.)’ın bir taraftan Kâbe çevresinde Mekke egemenlerine İslam’ın apaçık mesajını ulaştırırken ve onların ifsadına karşı mücadele ederken, diğer yandan Darul Erkam’da ilk Kur’an neslini yetiştirmeye yönelmesi ve fert fert Mekkelilere dâveti ulaştırmaya çalışması örneğinde olduğu gibi.

Bu örneklerde de görüldüğü gibi, İslami mücadelede siyasal mücadele ile toplumsal dâvet, eşgüdümlü ve paralel çabalardır. Bu konuda keskin hatlarla ayrılmış bir merhale söz konusu değildir. 

Dâvetin, doğrudan egemenlik ilişkilerinin yürütüldüğü merkezlere yönelmesi ve bu egemenlik ilişkilerinin odağında yer alan putları ve putçuluğu hedef alan niteliği sebebiyle, dâvetin ilk döneminden itibaren Peygamberlerin muhatap oldukları toplumlarda gündemi belirleyen taraf olduklarını, var olan gündemlerin peşinden sürüklenmek yerine, başat gündemi her zaman Peygamberler ve onların mücadelelerinin belirlediğini görmekteyiz.   

Peygamber kıssalarında gördüğümüz bir başka önemli husus, Peygamberlerin toplumlarla değil, toplumlara hükmeden egemenlerle kavga ettiği gerçeğidir. Kıssalarda Peygamberlere karşı çıkanlardan söz edilirken çoğunlukla “Kavminin ileri gelenleri” ifadesi kullanıldığı gibi, bazen de Musa (a. s.)’a karşı Firavun, Salih (a.s.)’a karşı şehirdeki 9’lu çete örneklerinde olduğu gibi bu durum müşahhas şekilde dile getirilir. Peygamberler, çoğu zaman daha başından dâvetlerine karşı tavır alan egemenlere karşı kıyasıya bir mücadeleye girişirken, egemenlerin manipüle edip yanlış yönlendirdiği toplumları ise bu yanlış yönlendirmenin etkisinden kurtarmaya çalışmışlar, egemenlere karşı mücadelelerinde toplumların desteğini almaya çalışmışlardır. Tabii ki bunun için ilkesiz bir pragmatizme asla yönelmemiş, apaçık dâvetle toplumların hem dünya hem ahret saadetini temin etme yoluna gitmişlerdir.

Bu durumu Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki kararlı ve net duruşuyla, davetine muhatap kıldığı İsrailoğulları karşısındaki tutum farklılığında, Hz. Peygamber’in Mekke egemenlerine karşı tutumuyla Mekke halkı karşısındaki tutum farklılığında açıkça görmekteyiz. 

Günümüzde ise, merhamet edilmesi ve dâvete muhatap kılınması gereken toplumlarla maalesef İslam adına adeta kavga edildiği, egemen otoritelere yöneltilmesi gereken temel muhalif kimlik ve çabaların toplumla kavga edilerek heba edildiği görülmektedir. Toplumu kazanmak adına toplumun hurafeleriyle barışık olmak ne kadar yanlışsa, egemen şirki bırakıp toplumla kavga etmek de aynı şekilde yanlıştır. 

Şuayb (a.s.), Salih (a.s.)’ın ve Lut (a.s.)’ın ve Muhammed (a.s.)’ın davetinde gördüğümüz gibi, temel tevhidi davetin yanı sıra, Peygamberler, iktisadi, ahlaki vs alanlarda toplumda var olan haksızlıklar ve sapmalara karşı sessiz kalmamışlar, bu alanlardaki ıslah çabalarını da temel tevhidi mücadelelerine paralel olarak, onun bir parçası olarak sürdürmüşlerdir.  

İslami davetin pratik alanda çeşitli öncelikleri ve merhaleleri bulunmakla birlikte, bu davetin esasını teşkil eden akidevi / tevhidi söylem ve duruş konusunda bir merhalecilik ve tedricilikten söz edilemez. Hiçbir Peygamberin mücadele sürecinde böyle bir merhalecilik söz konusu değildir. Hiçbir Peygamber, hiçbir zaman bâtılın bünyesinde bir geçiş sürecine taraf ve razı olmamış, Allah’ın hükmünden başka bir hükmü tanımamıştır. Bu konuda çeşitli çevrelerce Kur’ani bağlamından koparılarak istismar edilen Yusuf (a.s.)’ın Mısır’daki iktidar süreci, bâtıl içerisinde bir geçiş dönemi değil, Yusuf Sûresi 56. ayette de belirtildiği gibi “dilediği gibi hareket etme yetkisine sahip” bir İslami iktidar imkanıydı. Burada Yusuf (a.s.)’ın iktidara uyum sağlaması değil, Mısır iktidarının Yusuf (a.s.)’a ve davetine teslim olması söz konusudur. Zaten aksini düşünmek ve Yusuf (a.s.)’ın bâtıl bir otoritenin yöneticiliğini kabul ettiğini iddia etmek, ona “zindanda doğru söyleyip sarayda şaştı” ithamında bulunmaktan başka bir şey değildir.

Yusuf (a.s.)’ın zindan arkadaşlarına yönelik dâveti şöyleydi: “Dedi ki: "Size, rızık olarak verilen yemek henüz ulaşmadan ben size onun ne olduğunu mutlaka haber veririm. Bu Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben Allah'a inanmayan ve ahireti de inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a bir şeyi ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır; ancak insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Birbirlerinden farklı değişik rabbler mi daha hayırlıdır yoksa kahhar (mutlak güç sahibi) olan tek Allah mı? O'nun dışında taptıklarınız Allah'ın haklarında hiç bir hüccet indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı adlardan başka şeyler değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, kendinden başkasına tapmamanızı emretti. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 12/37- 40)

Toplumsal dönüşümün gönüllülük ve katılım esasına dayalı olması sebebiyle dâvetin de temelde açık olmasının söz konusu olduğunu görmekteyiz. Her Peygamberin mücadelesinde hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak kesin ve keskin hatlarıyla ortaya koyan açık toplumsal dâvet söz konusu olmuştur. Dâvette esas olan aleniliktir. Gizli dâvet, bir merhale olmayıp, açık dâvetin yanında insani ilişkilerin doğası gereği zaman zaman ihtiyaç duyulan arizî bir durumdur.

Peygamberlerin cahiliye karşısındaki tutumlarının pasif ve onlardan kendi bünyelerinde hakka da yer açması gibi sığınmacı, defansif değil, cahili toplumsal ve siyasal algıları doğrudan hedef alan ve inkılaba uğratmaya çalışan aktif ve ofansif bir tutum olduğunu görmekteyiz. Peygamberler doğrudan doğruya cahili egemenlik ilişkilerinin merkezinde bulunan putçuluk anlayışını ve bu anlayışın müşahhaslaştığı putlar ve onlara tapınma biçimlerini hedef almış ve bu yüzden de cahiliyenin hakim olduğu tüm dönemlerde egemen otoritelerin hedefi olmuşlardır. Peygamber kıssaları mücadelenin hep bu eksende geçtiğini bize öğretmektedir.

“Biz Nuh'u kavmine gönderdik. O da: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum" dedi.” (A’raf, 7/59)

“Biz Nuh'u: Kavmini, kendilerine acıklı azap gelmeden önce uyar" diye kavmine gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim, gerçek şu ki, ben size (gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım.' Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin, diye. 'Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi adı konulmuş bir ecele kadar ertelesin. Elbette Allah'ın eceli geldiği zaman, o ertelenmez. Bir bilmiş olsaydınız.' Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum.' Ancak benim davetim onların sadece kaçışlarını artırdı… 'Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'uk'u ve ne de Nesr'i.” (Nuh, 71/1-6, 23)

“Âd toplumuna da kardeşleri Hûd'u gönderdik:-Ey halkım, dedi. Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Ötekileri siz uyduruyorsunuz, dedi… 'Ey Hud' dediler. 'Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terk etmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.” (Hûd, 11/50, 53)

“Onlara İbrahim'in haberini de aktar-oku. Hani, babasına ve kavmine: "Siz neye kulluk ediyorsunuz?" demişti. Demişlerdi ki: "Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz. Dedi ki: "Peki, dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Ya da size bir yararları veya zararları dokunuyor mu? ‘Hayır’ dediler. ‘Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk.’ (İbrahim) Dedi ki: ‘Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?’ Hem siz, hem de eski atalarınız? İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca alemlerin Rabbi hariç. Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuarâ, 26/69-82)

“O, babasına ve kavmine: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor? demişti. Dediler ki: Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk. Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir dalalet içindesiniz, dedi. Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin? Hayır, dedi, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı:) Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş, dediler. O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şahitlik ederler. Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim? dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa! dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) Zalimler sizlersiniz, sizler! dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: Sen bunların konuşmadığını pek ala biliyorsun, dediler. İbrahim: Öyleyse, dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hala tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız? (Bir kısmı:) Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza yardım edin! dediler.” (Enbiyâ, 21/52-68)

“Çünkü onlar, kendilerine: "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiğinde büyüklük taslıyorlardı. Ve mecnun bir şairin sözüyle, biz ilahlarımızı mı terk edeceğiz? derlerdi.” (Sâffât, 37/35-36)

 

"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kâfirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İlahları tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur'an aramızdan ona mı indirildi? diyerek kalkıp yürüdüler. Hayır! Onlar kitabım hakkında şüphe içindedirler. Hayır! Azabımı henüz tatmadılar." (Sâd, 38/4-8)

 

Allah’ın dini, gönüllü ve katılıma dayalı toplumsal dönüşümü esas aldığından, şiddetin temel bir araç hatta amaç haline getirilmesini tasvip etmez. Şiddet, Yüce Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde kalmak ve hikmeti gözetmek kaydıyla, ihtiyaç olduğunda gündeme gelebilecek arizî bir durumdur. Şiddet ancak doğru yer ve zamanda ve doğru olarak kullanılan bir araç olarak görüldüğünde meşrudur. Aksi halde araç olmaktan çıkıp, Allah’ın dinini araçlaştıran bir şiddet algısı şiddet körlüğüdür ve bu tür bir algının Peygamberlerin mücadele sünnetinde yeri yoktur. Tabi buna karşılık, bâtıl otoritelerle iyi geçinmeye, onların putları ve putçuluklarıyla barışık olarak siyasal otoriteyi içeriden ele geçirmeye yönelik hoşkörü yaklaşımlar da, tevhid akidesine ve bu akide çerçevesinde temel ekseni davet olan İslam’ın toplumsal dönüşüm öğretisine aykırıdır.

Kur’an’ın anlattığı Ashab-ı Kehf ve “Firavun’un sarayında imanını gizleyen mü’min” kıssaları, bırakalım sarayları ele geçirmek için putlarla ve putçulukla, bâtıl otoritelerle barışık olmayı/görünmeyi, sarayda bile olunsa, imanla tanıştıktan sonra bâtıla açık tavır alarak dâvete yönelmenin temel bir yükümlülük olduğunu göstermektedir.

(Not: Bu yazı, yazarın Kur'an'a Davet Platformu'nun Kağıthane'de düzenlediği "Kur'an ve Toplumsal Dönüşüm" Paneli'nde yaptığı konuşmanın tam metnidir.)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN