Kent insanı hem toplumdan hem de maneviyattan uzaklaştırıyor
Sosyolojik ve psikolojik çözülmenin birbirini hem etkilediği hem de birbirine hız verdiği birey-kent modelinde her bir şey kapital Tanrı’ya sunulan adak gibi.
14-09-2018
“Yalnız Yürümeyeceksin”(1) blog sayfası, eğer sosyal medya ile ilgiliyseniz, büyük ihtimal dikkatinizi çekmiştir. Ya da dikkatiniz özellikle çektirilmiştir sayfaya. Çünkü bu blog ilginçtir; OdaTV, artıgerçek, Medyascope gibi farklı sayfalarda da haber ve konu olarak yer aldı.
İlginçtir çünkü bu blog sayfası, kısa zamanda böylesine etkileşim gösterecek kadar bir içeriğe ve özelliğe sahip gözükmüyor. Yazıları imzasız, (tanıtımının yapıldığı tarihe göre) 8-10 günlüğün bulunduğu, fikrî ve edebî değeri vasatı aşmayan, künyesi belirsiz bir sayfa…
Acaba kurgu mu?
Hâl böyle olunca insanın aklına ilk olarak “Acaba bu blogda yazılanlar bir kurgu mu?”sorusu geliyor. Şekil ve esas olarak bakıldığında aslında “Neden olmasın?” diyoruz. Kurgu olabilir, çünkü hepsi de şekil olarak tek bir kalemden çıkmış gibi. Vurgulamalar, ayrıntılar, anlatım üslubu… vs. Belki bir editörün işidir farklı metinleri aynı kıvama getirmek, kim bilir?
Öte yandan kurgu olmasını düşündüren içerikler öylesine çok ki! Baskıcı, zorba, şiddet eğilimli aileler var mesela neredeyse her hikâyede. Ayrıca tüm mektuplar Müslüman bir kadının, erkek egemenliğindeki başörtüsü baskısını anlaşılabilir, haklı nedenlerle kırarak kendi şahsiyetini kurma üzerinden gitmiyor. Anlaşılmaz bir şekilde, başörtüsü üzerinden yola çıkarak Tanrı’yla, İslam’la, Kur’ân’la, aileyle ve toplumla hesaplaşmaya ve zıtlaşmaya ve hatta hepsini yok saymaya gidiyor.
İşin daha da tuhafı, tüm bu isyankârlığa rağmen, yani başörtüsünü çıkarıp başta Tanrı, anne-baba, arkadaşlar, okul ile restleşen ve kendini bulan “cesur” kişilerin, yazdıkları mektuplara bir türlü kendi isimlerini ekleyememeleri… “Alayına isyan” denmişse “Benim adım bomba, soyadım ölüm” repliğini de eklemeleri gerekmez miydi, kurgu şüphelerini gidermek için?
Diyelim ki kurgu değil…
Kurgu olduğuna dair şüphelerimiz bir kenarda dursun, şu konunun da altını çizmek lazım: Aileler, ebeveynler ne yazık ki inançlarının altını, bilgi ve sevgiyle doldurmak yerine cehalet ve öfkeyle konuların üzerini örtebiliyorlar. Bu da toplum genelinde bir yaramız, eksiğimiz. Gelenek dâhilinde gelen inanç ve ibadetler, yeni nesle aktarılırken ne yazık ki içi boşalmış şekilde aktarılıyor; en ufak bir olumsuzlukta da davranış şekli şiddete dönüşebiliyor.
Kendini dindar olarak tanımlayan aileler, eğer ki çocuklarına sadece emir veriyor, sevgiden ve hikmetten bahsedemiyorsa bu, bir müddet sonra “yanlış ve yalnız yürümelerin” bir başlangıcı olabiliyor. Yani cehâlet, bir nesil sonra felâkete varıyor. Blogdaki yazılanlar kurgu olsun veya olmasın, sonuç maalesef bu.
Birey-kentlerde ahlâkı yaşayabilmek
Kent hayatı, bizleri bireyselleştiriyor. Bu açıdan sorunun sadece “saça dokunması istenen rüzgâr için fedâ edilen başörtüsü” olduğunu düşünmüyorum. (Hem başörtüsünü ana konu yapsam cinsiyetçi bir tepki görürüm hem de “Yine mi bir erkek, kadınlar hakkında yazı yazmış” klişesini duyarım.) Bireysel, yani benmerkezci yaşam tarzımızda bizim isteklerimizi eksilten, azaltan ve engelleyen bir şeyler istemiyoruz.
Zygmunt Bauman, kentlerdeki bu durumu şöyle açıklıyor: “Kent merkezlerinde fiziksel yakınlık, manevî uzaklıkla el ele gider. Aslında, bir kentte yaşamak, zihnimizi aşırı meşgul etmesin ve taşıyabileceğimizden ağır ahlâkî yükümlülükler dayatmasın diye fiziksel yakınlığın etkisini ‘sıfırlama’ anlamına gelen karmaşık bir sanatı gerektirir; bütün kent sâkinleri bu sanatı öğrenir ve uygular.”(2)
Sanayi devrimi sonrası, iş umuduyla kırsalı terk ederek kentlere gelen, burada geleneksel toplum/mahalle/aile özelliklerini kaybederek -Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ındaki gibi- fabrikaların çarklarında kendini kaybeden her toplum gibi biz de bu değişim içine girdik. Bir kısmımız buna “ekmek parası” için mecbur kalırken, bir kısmımız da bu değişime “gönüllü” olduk. Özellikle son yıllarda, muhafazakâr diye bilinen çevreler bu dönüşümde başı çekiyor, diyebiliriz.
Akademisyen Ayşe Çavdar, Başakşehir üzerinden yaptığı araştırmada, “muhafazakâr” kesime "Eski mahallenizi niye terk ettiniz?" sorusunu yöneltiyor ve cevaplar arasında şu açıklamayı da görüyordu: “Eski hukuktan kaçıyorlardı: Mahalle, hele gecekondu mahallesi, yasa anlamına gelmeyen hukuk demek. Yani komşuluk. Herkesin şöyle ya da böyle birbirini tanıdığı, ölümden, hastalıktan, ekonomik badirelerden haberdar olunan yer. Bu da sorumluluk demek. Artık bu tür sorumluluklar taşımak istemiyorlardı. Kredi kartlarından her ay belli bir miktar bir ya da iki derneğe bağışta bulunmak yeterliydi. Bu türden insanlık halleriyle bizzat ilgilenmek yeni hayatlarına taşımak istedikleri bir hal değildi.”(3)
Bauman’ın vurguladığı “ahlâkî yükümlülükten kaçış”ın bir örneği bu durum. Hem de “daha ahlâklı yaşayabilmek” bahanesi adı altında bir kaçış…
Kapital Tanrı’ya sunulan egolar
Sosyolojik ve psikolojik çözülmenin birbirini hem etkilediği hem de birbirine hız verdiği birey-kent modelinde her bir şey Kapital Tanrı’ya sunulan adak gibi. Tüm değerler, tüm duygu ve düşünceler, hızla tüketim eşyası; “ânı yaşa”, “tadını çıkar” gibi sloganlar da günübirlik hayatın, nihilizme çıkan kapısı oluyor.
Bu küresel dine karşı durması, direnmesi ve toplumları uyandırması beklenen Müslümanlar da ne yazık ki ruhunu, kalbini geliştirememenin, kemâle erdirememenin cezasını “çoğunluğa benzemek” olarak çekiyorlar.
İki kutsal emânet başta, Mesnevi’yi, Hikem-i Atâiyye’yi, Kimya-i Saâdet’i… vb. ve de bunların şerhlerini okuyup kendi varlığı üzerinde düşünerek Yaratıcısını daha yakından tanıma imkânı bulacak, bunu da yaşayarak tüm insanlığa anlatma derdiyle tutuşacak olanlar, sekülerizmden hedonizme düşerek kapitalist küresel şirketlere müşteri olma peşinde.
“Emr-i mâruf, nehy-i münker”, “İ’lây-ı kelimetullah” sanki Doğu’nun 1001 Gece Masalları’ndan birkaç sayfa gibi duruyor Müslümanların günlük hayatında.
Kalplerini güzelleştiren şeyleri samimiyetle yaşayıp anlatmak yerine bilakis onları hayattan tasfiye ediyor, güzeli çirkinleştiriyorlar. Ya da emperyalist kan dökücülüğü, gıdadaki terörü, ucuz emeğin hüküm sürdüğü giyim sektörünü, devasa ekonomisi olan şirketlerin dünya halklarını nasıl sömürdüğünü anlatmaktan, buna direnmekten daha cesurca bir davranış oluyor, egoist isteklerinin eylemlerini anlatmak, yaşamak…
Aydınlamanın verdiği karanlık
Avrupa’nın Aydınlanma üzerinden yaptığı, baskı ve sömürü aracına dönmüş Hıristiyanlık nezdinde "Tanrının karşısına insanı koymak"tı. Hümanizm, Niçe'nin de buyurduğu gibi Tanrı’yı öldürüp insanı “yeni tanrı” ilân ediyordu. Özgürlük kavramı ise insanla ilişkili, önüne aldığı her kelime ile modern çağın “dokunulmaz tanrısı” oluveriyordu. Özgürlük, maddesel hazzın da kılıfıydı artık. Haz temelli yaşamak dendiğinde sanayi devrimi sonrasında, ekonomik açıdan biraz daha kaliteli hayat anlaşılıyordu. Günümüzde ise haz demek, her alanda “altın vuruşun” adı.
Oysa felsefeyi yeniden keşfetmeye gerek yok. İlk filozoflar, erdemin karşısına hazzı çıkarırken bile –Demokritos’un toprağı bol olsun- düşünceyle gelen iç huzuru, dinginliği işaret etmişlerdir. Kaba, sıradan, zevksiz bir haz değildi istenen.
“Ben, hüznün Peygamberiyim; hüzün benim ayrılmaz arkadaşımdır” diyen İslâm Peygamberinin takipçileri ise modern çağın haz anlayışı içinde, istikâmetten çıkmışa benziyor: Başörtülü/sakallı olduğu halde sokak ortasında bir erkekle/kızla öpüşme, elinde bira şişesi ile çevreye görüntü verme, istediğini yaşama, dilediğini yapma… Zahmetsiz, dertsiz, hüzünsüz bir hayat. (Tam da bu yazıyı yazarken sosyal medyaya bir vidyo düştü: Hac yapan ihramlı Türk hacıların iskambil kâğıdı oynarkenki hâli… Hac meşakkâttir, diyen hüzün Peygamberi nereye düşer yine?)
Modernliğe yenilen imân
İbn-i Haldun, “Mağluplar galipleri taklit eder” derken sadece şekilsel ve yaşantı anlamında demişti. Üzülerek görüyoruz ki, günümüzde birey-kentlerde modernliğe yenilen İslâm toplumları fıkıhsız, ilmihalsiz, âdâb-ı muâşeretsiz kalmanın yanında akâidsiz de kalıyor. Neye, nasıl inanması üzerine yazılan onca eserden, birikimden istifâde etmek yerine “kendi hevâ ve hevesinin yarattığına” imân ediyor. Okulda, işyerinde, trafikte… vs. çeşitli kurallara uymak zorunda olduğunu bilenler, söz konusu İslâm olunca birden, tüm kuralları yıkan kahramana bürünüveriyor.
Özgürlüklerin ülkesi Fransa’da bir ara gündeme gelen Burkini yasağı (4) gibi İslâmî sembollere, görünüşlere yasak Avrupa’nın genelinde yaygınlaşsın ve destek görsün, o ayrı mevzu da, Müslümanlar da “galibi taklit etme” duygusuyla kendilerine farkında olmadan yasaklar koyuyorlar, “asıl”dan uzaklaşıyorlar.
Kur'an'da, yanındakiler tarafından bir peygambere söylenen şu ifadeler geçer: “Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları şeylerden veya mallarımızdan istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi, senin namazın mı emrediyor?" (Hûd, 87)
Müslümanlar, modernleşmek için yaptıkları israfı (hayatı) kısıtlayan bir ahlâk (ve dahi imân) istemiyorlar!
Oysa görünür halde yaptıkları şeyler (namaz, tesettür… vb.), yeni bir yaşam tarzı kurmalarına yol açmalıydı. Ayette işaret edilen namaz (Allah varlığının bilinci) Müslümana özünü, dünyada bulunma gâyesini ve varacağı son istasyonu unutturmamalı, aksine dünyayı güzelleştiren -kendini zenginleştiren değil- bir motivasyon aracı olmalıydı. (5)
Yalnız yürüyenlere rehberlik edememenin hüznü, kendini bilenlerde olmalı. Bu kapitalist düzenin dayattığı yaşam şekline karşı da sürdürülebilir bir geleneğimiz bulunmalıydı. Kimseyi suçlamadan, çözümü görüp doğruyu yaşamalı. Aksi takdirde bu durumun varacağı sonuç, bugünden daha beter olacak.
Ümit Demir
Kaynaklar
1) http://www.yalnizyurumeyeceksin.com/
2) Sosyolojik Düşünmek, Zygmunt Bauman, Ayrıntı
3) https://www.artigercek.com/yazarlar/ayshe-cavdar/elde-kalan-yok-yer
4) http://www.aljazeera.com.tr/gorus/medenilestirme-misyonunun-son-ornegi-burkini-yasagi
5) http://kocatepegazetesi.com/tr-TR/kose-yazilari/87928/muslumanlarin-modernlikle-imtihani
Makaleler
Hava Durumu