Bir bilinç manifestosu: Dört Terim

Kitap tanıtımlarımızın üçüncüsünde üstad Ebu’l Ala Mevdudi’nin "Kur’an'da Dört Terim / İlah, Rab, Din, İbadet” adlı eserini konu edinmeye çalışacağız.

21-01-2009


Hikmet Ertürk / İslam ve Hayat

 

Kitap tanıtımlarımızın üçüncüsünde üstad Ebu’l Ala Mevdudi’nin "Kur’an'da Dört Terim / İlah, Rab, Din, İbadet”  adlı eserini konu edinmeye çalışacağız. Elimizde kitabın Kahraman Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış baskısı var. Çevirisini ise Cahit Koytak yapmış.

 

İlah, Rab, Din ve İbadet… Bu dört terimin geniş açıklamaları kitabımızın ana konusunu oluşturmaktadır. Mevdudi bu dört terimin önemini vurgularken; İlah ya da Rab sözcüğünün tam olarak ne anlama geldiğini bilmeyen, ibadet sözcüğünün semantik planda (anlam bilgisi) hangi alanı kuşattığını kestiremeyen, din sözcüğünün işaret ettiği istikameti fark edemeyen birine Kur’an’ın söyleyeceği fazla bir şeyin olmayacağını, böyle birinin ‘’tevhid’’ düşüncesini gereği gibi kavramakta güçlük çekeceğini üstelik bunun karşıtı olarak ‘’şirk’’ hadisesinin de hangi şekilde ve görüntüler altında insan ruhuna çullanabileceğini fark etmekte güçlük çekeceğini ve böyle birinin İbadetini yalnız Allah’a yöneltmesinin, Dini yalnız O’na has kılmasının mümkün olmayacağı ifadelerine yer vermektedir.

 

Mevdudi yukarıda sunduğu iddialarını bu terimleri Kur’an’dan verdiği güzel örnek ve anlatımlarla çok etkileyici bir biçimde anlatmıştır. Bu bağlamda dilerseniz kitabımızın giriş bölümüne ve bu terimlere yanlış mana vermenin nedenleri bölümüne bir göz atalım.

 

"İlâh, Rab, din ve ibâdet..Kur'anî terimler örgüsü­nün esasını, Kuran öğretisinin (talimatının)ya da Kuran çağrısının özünü, eksenini oluşturur bu dört sözcük. O ka­dar ki, öz olarak Kuran öğretisinin bu dört anahtar söz­cüğü doğru ve muhkem anlamlarıyla öne, çıkarıp, zihin­lerde bu sözcüklere ilişkin dağınık çağrışımları bir düzene sokmaktan ve böylece dini, bû terimler çevresinde tevhid duyarlığı içinde yeniden yapılandırmaktan ibaret olduğu­nu söylemek hiç de yanlış olmaz. Nitekim ana hatlarıyla şöyledir bu öğreti: Tek ve biricik ilâh'tır Yüce Allah; sa-med vasfıyla muttasıf (sözcüğün türkçede verilebilir karşılığıyla: kimseye muhtaç olmayan, ama herşeyin ve her­kesin mutlak anlamda kendisine muhtaç olduğu) yegâne Rab'dır O; O'ndan başka ilâh (tanrı) olmadığı gibi, Rab da yoktur; Uluhiyyetinde de (İlahlığında), rububiyyetinde de (Rablığında) ne eşi, ne de ortağı vardır O'nun. O halde ilâh olarak da, Rab olarak da yalnız ve sadece O'na yönelmeli, Onu tanımalıdır insanoğlu; O'ndan baş­kalarının ilâhlık taslamasına asla göz yummamalı; O'ndan gayrisinin Rablık iddialarına aldanmamalı, bo­yun eğmemelidir ve bütün bunların doğal ve mantıkî sonucu olarak da, başkasına değil, yalnız ve yalnız Allah'a  (c.c.) ibâdet (kulluk) etmeli; Din’ini katıksız, arı-duru (hanif) bir biçimde ihlâsla Yüce Allah'a özgü kılıp, dosdoğ­ru O'nun yoluna yönelmeli; diğer bütün dinlere ya da din, görüntüsü altındaki beşeri sistem ve öğretilere sırt çevir­melidir.

 

"Senden önce hiç bir resul göndermedik ki, ona: 'Ben'den başka ilâh yok, öyleyse bana ibâdet (kul­luk) edin' diye vahyetmiş olmayalım."   Enbiya.25

 

"....Oysa, yalnızca tek İlah'a kulluk (ibâdet) etmekle emr olunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yok ki!.. Neyi ki ortak koşuyorlar, hepsinden yücedir, uzaktır O." Tevbe.31.

 

"Gerçek şu, bir tek ümmet bu sizin ümmetiniz ve Rabb’iniz de benim; o halde, bana ibâdet edin." Enbiya.92.

 

"De ki, 'Herşeyin Rabbi olarak Allah varken, ben O'ndan başka Rabb mı arayayım?'..." En'am.164.

 

"Kim ki Rabb’ine kavuşmayı umuyor, iyi işler (salih amel) yapsın; ve ibadetinde kimseyi ortak koşmasın Rabb’ine" Kehf.110

 

"Gerçek şu ki, biz her ümmete, 'Allah'a ibâdet edin, tâğut'tan da kaçının' diye(n) bir Resul gönderdik..." Nahl.36

 

Yukarıda son ayette geçen tâğut’’ terimi kitabın ana konusu olan diğer dört terimle de yakından ilgilidir. ‘’Tâğut’' teriminin önemi sebebiyle kitabımızın dipnotunda geçen açıklamayı İngilizceye çevirisini yapan kişinin notu ile birlikte alıntılamayı uygun buldum.

 

 ‘’Sırf lügat anlamıyla’’tâğut’’ şu ya da bu konuda haddi aşan, taşkınlık ve azgınlık yapan kimse demektir. Terim olarak ise, bir kul ve yaratık olarak kendisine uygun düşen konumu ve statüyü aşarak kendisinde tanrısal nitelikler vehmeden; yapılması ya da gerçekleştiril­mesi ancak Allah'ın kudret ve yetkisinde olan işleri yapmaya kalkışıp bu hususta üstünlük ve yücelik iddialarıyla ortaya çıkan; insanları açık ya da kapalı kendisine kulluğa çağıran ve bu yolda gerekirse zora başvuran kimseler, güçler ve sistemler için kullanılır. İnsanın, yaratıcısı karşısında sergileyebileceği isyan ve taşkınlığı üç kademede düşünmek mümkündür. Bunlardan birincisi: İnsanın, ilke olarak, yaratıcısına na­sıl gerekiyorsa öylece itaat ve teslimiyet içinde olması gerektiğine inan­dığı halde, sıra eylem ve aksiyona gelince duralaması ya da çizgiden dı­şarı çıkması. Bu duruma FISK diyoruz, ikinci kademe: insanın, Allah'a karşı göstermesi gereken itaat ve teslimiyeti bilerek ve ilke olarak terk edip heva ve heveslerine, vehim ve insiyaklarına uyup, Allah'a kulluk edercesine yürekten ve bağlanarak Allah'tan başkasına ya da başkaları­na kulluk etmeyi yeğlemesi. KÜFR diyoruz bu duruma da. Allah'a kar­şı gösterilebilecek taşkınlığın, azgınlığın en ileri ve nihaî merhalesi ise: Allah'a baş kaldırıp O’nu ve O’nun yarattıkları üzerindeki yasama hak ve yetkilerini inkârla kalmayıp, bu hak ve yetkilere el koymaya, yeryü­zünde ve insanlar üzerinde hükmetmeye kalkışmaktır. Taşkınlık ve az­gınlığını bu sınıra vardıran kişi, zümre, sınıf, sistem ve organizasyonlar için Kur'an-ı Kerimde TAĞUT teriminin kullanıldığını görüyoruz. Yine Kur'an-ı Kerimde, Tağut'u inkâr edip ona baş kaldırmayanların mümin sayılamayacaklarını çıkarsıyoruz. (Mevdudl)

 

İngilizceye çevirenin notu: Yukarda yapılan tanımlamaların ışığın­da fark edilecektir ki: kısmen ya da tamamen Kur'anî ilkelere sırt çevi­rip, bunların yerine Kur’an’a aykırı yasalar ikame eden yöneticilerin, is­ter istemez TÂĞÛT kategorisi içinde mütalaa edilmeleri gerektir. Bu sınıfa giren yöneticilerin kendilerini İslâm'a bağlı görmeleri ya da böyle göstermeleri, hatta çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumla­rın maddî çıkar ve yükselmelerine matuf amaçlar serdederek öne çıkma­ları durumu değiştirmez. Böylelerinin, Müslümanların vükselmelerin­den anladıkları şey onların omuzlarına basarak kendi yükselişlerini ha­zırlamaktan ibarettir ve bunun için de sıkça kullandıkları yol, ya top­lumları İslam öncesi (cahili) kültürün karanlık bulutları içine sokan yol­dur, ya da kokuşmuş Batı kültürünün dipsiz bataklıklarına götüren yol.( Ebu Asad)

 (Ya da, "DİN" sözcüğünün ilerde göreceğimiz "yol, düzen, yasa" gibi çağrışımları göz önünde bulundurularak, Zümer-11 de geçen ayetin daha açık bir ifadesiyle: "De ki, ben yasa ve düzen koyup, yol göstermek işini yalnızca Allah'a özgü bilerek, Ona kulluk etmekle emr olundum.") diye de çevirisi yapılabilir.’’

 

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez, O'na boyun eğmişken ve hepsi O'na döndürülecekken, on­lar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar..." Âl-i Imrân.83

 

"De ki, ben yalnızca Allah'ın dinine bağlanıp, O'na kulluk (İbâdet) etmekle emr olundum." Zumer. 11

 

"Şüphesiz, Allah benim de Rabb'im, sizin de Rabbiniz. O halde, O'na kulluk (İbâdet) edin; işte dosdoğru yol budur." Âl-i îmran. 51

 

Yukarıya aldığımız ayetler söz konusu terimlerle ilgili örneklerden sadece bir kaçı. Üstünkörü bilgileri aşarak Kur'an-ı Kerim'e az çok derinlemesine eğilen dikkatli bir okuyucu, ilâhî mesajın hemen bütünüyle bu dört terimin çevresinde odaklandığını ve kitabın nerdeyse tamamında merkezî öğretinin (talimatın) öz olarak aşağıdaki gibi ifade edilebileceğini görmekte gecikmeyecektir:

 

Allah Rab'dır ve İlâh'dır.

 

O'ndan başka Rab da yoktur, İlâh da. (Bu iki teri­min ifade ve ihata ettiği sıfat ve nitelikleri O'ndan başka­sında aramak, O'ndan başkasına yakıştırmak sapıklıktır.)

 

O halde, insan, yalnızca ve yalnızca O'na kulluk (ibâdet) etmelidir.

 

Ve yine insan, bu gerçeklerin bir gereği olarak, Kur'anî ifadeyle, "dini yalnızca O'na has kılmalı", O'nun hoşnut olacağı yolu izleyip, O'nun önerdiği yaşama biçi­mini kendine din olarak seçmelidir.

 

Buraya kadar zikredilen ayetlerdeki merkezî konum­larına bakılacak olursa, bahse konu olan bu dört terimin bütün îmâ ve çağrışımlarıyla sıhhatli bir biçimde kavran­mış olmasının, topyekûn Kur'an mesajının gereği gibi an­laşılmasında ne kadar hayatî bir önem taşıdığı açıktır. İlâh ya da Rab sözcüğünün tam olarak ne anlama geldi­ğini bilmeyen, ibâdet sözcüğünün semantik planda (an­lam bilgisi) hangi alanı kuşattığını kestiremeyen, din sözcüğünün işaret ettiği istikameti fark edemeyen birine Kur'an'ın söyleyeceği fazla bir şey yoktur. Böyle birinin 'Tevhid' düşüncesini gereği gibi kavramakta güçlük çekeceği çok açıktır.

 

Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, anlamının derinliklerine inmek isteyen kimsenin bu dört kavramdan her birinin gerçek anlamlarını bilmesi, tam ve kapsamlı olarak neyi ifade ettiklerini anlaması gerekir. İnsan ilâhın ne olduğunu, Rabb'in ne anlama geldiğini, ibâdetin neden ibaret olduğunu, dinin neye dendiğim anlamazsa, şüphesiz, Kur'an-ı Kerim'in tamamı onun gözleri önünden, mânâsından hiç bir şey anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider. Bu durumda da, tevhidin hakikatini bilemez; şirkin anlamını kavrayamaz; ibâdetini Allah'a tahsis etmeye gücü yetmediği gibi, Din'inde de ihlasla Allah'a yönelemez. Bu dört terimin ifâde etmek istediği mânâ zihinlerde kapalı, karışık kalırsa ve onların mânâları hakkında insanın bilgisi noksan olursa, tabii ki ona Kur'an-ı Kerim'in hidayet ve irşad adına sunduğu şeyler karışık görünür. Kur'an-ı Kerim'e inanmakla beraber, inancı ile bütün amelleri noksan kalır. Durmadan "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhidini tekrarladığı halde Allah'tan başka birçok ilâhlar edinir. Her zaman Allah'tan başka Rab olmadığını söyler durur; fakat pratikte Allah'ın dışında başka Rablara itaat eder; boyun eğer. Bütün doğruluk ve ihlası ile Allah'tan başkasına ibâdet etmediğinden, O'ndan başkasına boyun eğmediğinden dem vurur da bunun yanında Allah'tan gayri bir çok ilâhların kulluğuna bağlanır, kalır. Yine aynı şekilde bütün şiddet ve kuvvetiyle Allah'ın dininin gölge ve himayesinde olduğunu bağıra bağıra söyler. Birisi kalkıp kendisini İslam'dan başka bir dine nisbet ederse, ona hücum eder, savaş açar da, bütün bunlara rağmen çeşitli dinlere bağlanmış olarak yaşar durur.

 

Şüphesiz ki bu şahıs Allah'tan başkasına dua etmez, O'ndan başkasını ilâh ve Rab olarak adlandırmaz. Lakin bunu sadece dili ile yapar. Bunun yanında bu iki kelimenin kullanıldığı anlamda birçok ilâhlar, çeşitli rabler edinir de, bundan haberi bile olmaz. Bu durumdaki birisine, başka başka ilâh ve rableri Allah'a ortak ettiğim ve dinde şirk koştuğunu anlatarak uyandırmak istediğin zaman üzerine hücum eder ve buna şiddetle tepki gösterir. Ama o gerçekte, dinin ve İbâdetin gerçek amaçları bakımından şüphesiz ki Allah'tan başkasına ibâdet etmekte ve O'nun dininden başka bir dine girmiş bulunmaktadır. Buna rağmen böyle bir kimse, gerçekte işlediği amellerin Allah'tan başkasına kulluk anlamına geldiğim bilmez. Oysa içinde bulunduğu durum, aslında Allah'ın hoşnutluğunu taşımayan başka bir Din'in ifadesidir.’’

 

Mevdudi şuan için bu dört terime verilen manaların yanlış manalar olduğunu söylemekte ve yukarıda da geniş bir şekilde anlattığı bu yanlış bilgilenmenin sebeplerini de şu şekilde açıklamaktadır.

 

‘’Yukarıda söz konusu edilen yanlış bilgilenmelerin, yanlış anlamaların, büyük ölçüde bu terimlerin Müslüman kitlelerin dilinde uzun bir tarihsel süreç içinde geçir­diği anlam değişmelerinden, anlam sapmalarından kay­naklandığını ortaya koymak zor değildir. Kur'an'ın indi­rildiği dönemde, sözgelimi ilâh ve Rab sözcüklerinin, Araplar için anlamı çok iyi bilinen sözcüklerden oldukla­rında şüphe yoktur. Çünkü her iki sözcük de Kur'an'dan önceki dönemlerden beri Arap dilinde bilinen ve aktüel olarak kullanılan sözcüklerdi; bu dile ilk kez Kur'an'la girmedikleri gibi, Kur'an'da kullanılmakla da, lügat anla­mı olarak daha önce bünyelerinde bulunmayan yeni an­lam ya da çağrışımlarla yüklenmiş olmadılar. O gün, Arap dilini kullanan herkes bu sözcüklerin işaret ettiği dil dışı karşılığı bütün çağrışımları ve semantik nüanslarıyla birlikte, hemen hiç bir zihin kırışıklığına düşmeden tasavvur edebiliyordu. Söz gelimi, ona "Allah'tan başka ilâh yok" dendiği ya da Allah'ın, bu iki sözcüğün imâ ve işaret ettiği sıfat ve keyfiyetleri hiç kimseyle ve hiç bir şeyle paylaşmadığı söylendiği zaman o günkü Arap bu mesajın ifâde ettiği anlamı bütün kapsam ve fiili yaptırımlarıyla birlikte, hiç bir semantik bulanıklığa düşme­den olduğu gibi anlayabiliyor; bu mesajla münhasıran Al­lah'a tahsis edilmesi ve dolayısıyla başkalarına kapalı tu­tulması öngörülen alanı, hiç bir sınır belirsizliğine düşme­den hemen kestirebiliyordu. Pek tabii, burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, Arabın sözü geçen mesajı zih­nen kabul edip etmemesi değil, sırf birer dil objesi olarak baktığı zaman da bu sözcüklerin işaret ettiği ufku görebil­mesi, semantik yapılarına ya da muhtevalarına vukuf sağlayabilmesidir. Bu durum, bu sözcüklerin çevresinde vaz'edilen ilke ve öğretiye şu ya da bu sebeple karşı çıkan  kimse için de, onu kabule şayan bulan kimse için de geçerlidir. Kur'an'ın çağrısına karşı çıkan kimse kendisine, "Allah'tan başka ilâh (ya da Rab) yok" dendiği zaman bu sözden hemen, bağlı olduğu, şu ya da bu sebeple bağlılığı­nı sürdürmek istediği değer ve düzenlerin nasıl ciddi bir tehdit ve meydan okuma karşısında olduğunu kestirebiliyordu o gün; benzer biçimde, bu çağrıya teslim olan kimse de bu sözden, kendisini nasıl ciddi ve kökten bir arınma­nın beklediğini çıkarabiliyordu hemen. İbâdet ve din sözcükleri çevresinde de o günkü Arap dilinde vuzuh ve sarahatin (açıklığın) var olduğu konusunda şüphe yoktur. Bu sözcükler de Kur'an'ın inzalinden önceki zamanlardan beri Arap dilinde aktüel olarak kullanılan sözcüklerdendi. Abd sözcüğünün ne anlama geldiğini hemen herkes açık­lıkla biliyor; 'Ubudiyet' (kul olma hali) sözcüğüyle hangi 'durumun, 'ibâdet' sözcüğüyle hangi eylem ve davranışla­rın dile getirilmek istendiğini, 'din" teriminin kapsam ve mahiyet olarak hangi alanları kuşattığını, teorik çözümle­melere ihtiyaç bırakmayan bir açıklıkla hemen herkes anlayabiliyordu. 'Başkalarına ibâdet etmek'ten kaçınıp yalnızca Allah'a yönelmesini, başka dinleri bırakıp 'Al­lah'ın dini'ne koşmasını istediği zaman Kur'an'ın güttüğü 'dava'nın neye ilişkin olduğunu anlamakta güçlük çekmi­yordu devrin Arabı; bu çağrıya uymanın, o güne kadar sürdürdüğü yaşama biçiminin, tüm ekonomik ve toplum­sal dayanaklarıyla birlikte temelden sarsılması demek ol­duğunu kestirmekte de geç kalmıyordu.

 

Ne var ki, Kur'an'ın indirildiği o açıklık, aydınlık dö­nem üzerinden yüzyıllar geçip giderken, pek çok Kur'anî terimin anlamında olduğu gibi, ele aldığımız bu dört anahtar terime yüklenen anlamlarda da, zaman içinde, belki kolay fark edilmeyen, ama terimlerin o ilk dönemler­de ortaya koyduğu sahih ve tevhidi etkiyi gölgeleyen ciddi bir takım değişmeler, dönüşmeler oldu; başka pek çok Kur'anî sözcük ve terim gibi bu terimler de esas anlam ve fonksiyonlarından ciddi kayıplar vererek daha sınırlı yük­lemlerle kullanılır oldular; etki ve nüansları bakımından kuşaktan kuşağa yoksullaşıp belirsizleştiler. Arap diline duyulan ilginin zaman içinde uğradığı tedrici gerileme, Kur'anî sözcük ve terimlerin geçirdiği bu semantik değiş­menin ya da yoksullaşmanın sebeplerinden biri olarak gösterilebilir belki; ama bize kalırsa, söz konusu olguda asıl belirleyici saiki, toplumsal ve kültürel değişmelerin, özellikle de siyasal tercih ve temayüllerin topyekûn dil üzerindeki ve daha zorlayıcı, daha sınırlayıcı olmak üzere dinsel diskur (söylem) üzerindeki dönüştürücü etkisinde aramak daha doğru olur, herhalde. Yoksa Arapça konu­şan halklar arasında bile söz konusu terimlerin ilk dö­nemlerdeki etki ve güçlerinden pek çok şey kaybederek kuşaktan kuşağa farklı anlam ve yüklemlerle kullanılır olması gerçeğine inandırıcı bir açıklama bulmamız büsbü­tün zorlaşır. Şu ya da bu, sebep ne olursa olsun, Kur'anî terim ve sözcükler çevresindeki bu anlam korozyonu (aşınma, bozulma) giderek o kadar belirgin ve yaygın bir hal almıştır ki, son yüzyıllarda görülen çoğu lügat ve tefsirlerde pek çok anahtar sözcük ve terim artık orjinal lü­gat anlamlarıyla değil de, sonraki kuşakların dilinde aşı­na aşma özünden uzaklaşan kısır anlam kırıntılarıyla yer alır olmuştur.

 

O kadar ki, bu 'zamane' lügat ve tefsirlerde, sözgeli­mi, ilâh sözcüğüne karşılık olarak put, idol, ikon gibi sa­dece etnoloji öğrencilerinin ilgisini çekebilecek karşılıklar bulduğumuz zaman şaşırmıyoruz artık, 'Rab' sözcüğü ise bugün, besleyip büyüten, yetiştiren gibi dar ve sınırlı an­lamıyla dinî metinlerdeki kullanımı ve tabii bir de köksüz, umutsuz ve eğitimsiz bırakılmış aşağı tabakadan  halk yığınlarının marazî kendine acıma ya da mazoşist duygularını sermaye olarak kullanan kaset/gazino/mey­hane türü şarkılardaki 'çürük' ve yoz kullanımı bir tarafa bırakılacak olursa, yüzyıllar boyu Müslüman olarak bili­nen toplumların bile günlük dil kültür donanımındaki ve hayatındaki sahih anlam ve etkinliğini bütün bütün kay­betmiş durumdadır. ‘İbadet' kelimesi, belli bir takım törensel ve biçimsel yapıp etmelerin, ritüellerin karşılığı olarak; 'din' kelimesi ise, batı dillerindeki 'religion' kav­ramına eş, bir takım manevî ruhanî ilkeler, inançlar ve yönsemeler dizgesi olarak algılanır olmuştur bugün.

 

Bu anlam ve kavram dejenerasyonunun kurbanı olan sözcüklerden biri de, Kuran tefhimatının (anlam örgüsü­nün) odak terimlerinden biri olan 'tâğut' sözcüğüdür; son dönem lügat ve metinlerde (meal, tefsir vb.) bu sözcük, olabilecek en pasif ve etkisiz çağrışımlarına indirgenerek, 'put' ya da 'şeytan' sözcüklerinin eşanlamlısı olarak veri­lir olmuştur.

 

Kur'anî terimlerin zaman içinde uğradığı bu anlam ve etki kaybı ister istemez Kur'an'ın da gerçek anlamıyla giderek daha zor anlaşılmasına, Kuran mesajının hâkim dünyevî temayüllerle, gelenek ve kültürlerle karıştırılma­sına önayak olmuştur. Bu karışıklığın, İslâmi bir kültür, bir anane, bir ata dede dini olarak devralan çoğunluktaki yansıması şöyledir; Diyelim ki, Kuran, insanları Al­lah'tan başkasını ilâh olarak tanımamak konusunda uyarıyor: bu uyarıya terimin en dar ve yoksul anlamıyla kulak veren çoğunluk, kendisinin bir takım mütecessim putlara, vesenlere tapınmak gibi bir garabet ve gerilik içinde olmadığını düşünüp bu çağrıda kendi durumu, ken­di hayatı için en ufak bir işaret, en ufak bir uyan bulama­makta, ama beri yandan hayatına Allah'tan başka güçle­rin, yasa koyucuların, başka efendilerin yön vermesine ses çıkarmamağa, Allah'tan başkalarının ihdas ettiği kıy­met hükümlerine itibar etmeyi çağdaşlık, medenilik vs. saymaya devam edebilmektedir. Kur'an, Allah'tan başka Rab olmadığını mı söylüyor; terimin yaygın ve örselenmiş anlamıyla bu hakikati düşünen çoğunluk, kendisini ilgi­lendiren eden bir ikaz, bir işaret görememektedir bunda; çünkü 'Rab' terimi genel geçer anlamıyla düşünüldüğü sürece onun için zihnen ve söz olarak Allah'tan başka Rab olmadığını doğrulamakta teorik bir güçlük yoktur; bu kadarı da zaten tevhid inancının sözlü (lafzî ya da şifahî) müeyyidesi her neyse onu yerine getirmiş olmak yönünde yeterli itminanı vermektedir ona. Zihnen böyle bir karı­şıklık içinde bulunan kimselere, umut ve korkularına hükmeden itibarî güçlerle, değerler ve bağlılıklarla Al­lah'tan başka pek çok şeyi, kişiyi ya da sistemi, dolaylı bir biçimde de olsa fiilen Rab yerine koymuş olduklarını an­latabilmenin kolay olmayacağı ortadadır. Kur'an diliyle böylelerini yalnız Allah'a kulluk edip, tâğut'tan kaçınma­ya, ona yüz çevirmeye çağıracak olsanız, kulluk., (ibâdet) sözcüğünü 'tapınmayla, tâğut sözcüğünü de 'şeytan'la öz­deş bildikleri için, size kalkıp hemen putlara tapmadıkla­rını, şeytana da buğz edip kin tuttuklarını, onu lanetle andıklarını söyleyecek, ve çağrınıza bir anlam vermekte güçlük çekeceklerdir.

 

Huşu, mahviyet ve tapınma duygusuyla Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmediklerine göre, Kur'an, bu yolda başka ne isteyebilirdi ki onlardan? İnsan elinden çıkmış putlara tapmamanın, biçim yanıyla bu tür törensel davranışlardan uzak durmanın, ibâdet kavramına yükle­nen ritüel tazim ve sığınma tavrını putlara yöneltmeme­nin, yaşama sınavının yükü altında pek çok 'tâğut'un kar­şısında korkuyla küçülüp, pek çoğuna da umut bağlamış olmaktan kurtarmaya yetmeyeceğini anlaması elbette  zordur böylelerinin. Müslümanlığı sadece gelenek ve kül­tür mirası olarak devr almış olan çoğunluğun,'din' sözcüğü çevresinde de aynı kavramsal bulanıklık içinde olduğu ra­hatlıkla söylenebilir. Onlar için 'dini Allah'a özgü kıl­mak', adı Hindu, Hıristiyan ya da Yahudiye değil de 'Müslüman’a çıkmış bir topluluğa, bir kavme mensup olmakla aynı şeydir hemen hemen. Kendisini her nasılsa böyle ga­rantör bir topluluk ya da kavim içinde bulan kimse için, 'dini Allah'a has kılmak' problemi kökten, tevarüsen, bu da değilse sirayeten halledilmiş gibidir. Kaldı ki, kendini böyle bir topluluğa mensubiyetin ılık sularında hisseden­ler için böyle bir problemin mevcudiyeti bile şüphe konu­sudur. Ama bu tür aldatıcı rahatlıklar içinde dalıp giden­ler adına esefle kaydedelim ki, 'din’ sözcüğünün Kur'an muhtevası içinde ihata ettiği kavramsal alanı, böyleleri­nin hayatında kolaçan ettiğimiz zaman, bu alanın, kıyıda köşede kalmış izbe bölgeleri dışında, büyük ölçüde Al­lah'tan başkalarının hüküm ve iradesine teslim ve tahsis edildiğini görmekte gecikmeyiz.

 

İncelememize konu olan bu Kur'anî terimler çevresin­de zaman içinde oluşan, ya da daha doğru bir deyişle, Kur'an dışı kültürler, dinler ve eğilimler eliyle oluşturulan bu kavramsal bulanıklığın, kaçınılmaz olarak Kur'anî öğretinin bizatihi kendisinin de net olarak görülmesini, merkezî talimatının açık seçik anlaşılmasını önlediği bir vakıadır. Biçimsel planda İslâm'a bağlılığını sürdüren Müslüman toplum ya da topluluklara mensup görünen ço­ğu insanın inanç ve davranışlarında görülen zaaf ve çar­pıklığın temel sebebidir bu. İşte bu sebepledir ki, söz konusu terimlerin gerçek anlamlarının, kavramsal ihata­larının, îmâ ve çağrışım alanlarının tam ve doğru olarak keşfedilip öğrenilmesi hem Kuranın vaz'ettiği temel ilke ve öğretilerin doğru anlaşılması, hem de bu anlayış doğ rultusunda Allah'ın hoşnut olacağı gerçek teslimiyetin or­taya konabilmesi bakımından son derççe önemlidir.’’

 

Yukarıda Mevdudi’nin değindiği konular bu konuları ilk kez okuyanlarımız açısından çok önemli konular. Aynı zamanda çok ürkütücü bir tablodur. Çünkü tüm zamanlar boyunca öğrendiğiniz şeylerin yanlış olma riski var. Eğer tarihsel süreç içerisinde bu terimlerin manalarındaki kaymalarını anlayamamış ve yanlış manalar yüklemiş iseniz bu sizlerin tüm emeklerinin boşa gitmesi anlamına geliyor. Mevdudi yukarıda aktardığı izahların konuyla ilgilenen her seviyedeki okuyucuyu tatmin etmeyebileceğini söylüyor. O yüzden ele alına terimlerin orijinal Arap dilindeki ilk karşılıkları ortaya çıkarılmadıkça bu terimlerin kavramlar örgüsü içerisindeki belirleyici konumları gösterilmedikçe yapılan her türlü açıklamanın kendisi ile aynı düşüncede olmayan kimseler nezdinde kişisel görüşler olarak ele alınacağını, kabul edilmeyeceğini düşünmektedir. Mevdudi kitabın ilerleyen bölümlerinde bu terimleri çok ayrıntılı bir biçimde Kur’an’daki kullanımlarına uygun düşen anlamlarıyla açıklamış. Bu terimlerin kadim Arap dilindeki kullanımlarından da örnekler vermiş. Doğrunu söylemek gerekirse itiraza yer vermeyecek müthiş bir eser ortaya koymuş. Kitabın ilerleyen bölümlerinde söz konusu terimlerle ilgili açıklamaları çok uzun tutmayı uygun bulmadım. Umarım sizler çok önemli bu terimlerle ilgili bölümleri çok dikkatli bir şekilde okursunuz.

 

İlk terimimiz ‘’İlah’’…

 

Mevdudi’nin kaleminden aktaralım;

 

‘’Kökü l (elif) - J (lâm)- (hâ) harflerinden oluşan bu "sülâsî" (üçlü, üç harfli) sözcüğün Arapça lügatlerde yer alan muhtelif karşılıklarını, bazı örneklerle birlikte, şöyle sıralayabiliriz:

1)Kulluk etmek

2)Birini korumak, himaye etmek; kurtarmak.

3) Şaşmak, şaşa kalmak; hayran olmak.

4) Korkudan birine sığınmak; "Filan kişide hu­zur ve emniyet buldum, ona sığındım, ona ısındım, ünsiyet ettim" denmek isteniyor.

5) Şaşa kalmak, üstün bir güç, ola­ğanüstü bir fenomen ya da müteal bir varlık karşısında korkmak, şaşırmak, acze düşmek.

 

"And olsun, çevrenizdeki (izlerini, kalıntılarını görüp durduğunuz) şehirleri yıkıp mahvettik ; (oysa) belki dönerler diye ayetleri (alâmetleri) tekrar tekrar (ya da türlü yollarla) açıklamış, göstermiştik onlara."

 

"Hani, kendilerine Allah'tan başka yakınlar (hamiler, veliler), ilâhlar olarak seçtikleri (şeyler ya da kimse­ler) yardımlarına koşsalardı ya! Tersine bunlar beri­kilerden uzaklaştı, yok olup gittiler, onların yalan ve iftiralarını açıkta bırakarak." Ahkâf. 27–28

 

"...O'ndan başkalarını veliler (dostlar, yakınlar, hamiler) edinip de, 'Biz onlara sırf bizi Allah'a yak­laştırsınlar diye kulluk ediyoruz,' diyenler... İşte böylelerinin aralarında çekişip durdukları şeyler hakkın­da, şüphesiz, Allah hüküm verecektir..." Zumer. 3

 

"Allah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de yarar eriştirmeyecek olan şeylere (ya da kimselere) kulluk ediyor ve 'Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcıları­mız (şefaatçilerimiz) dir' diyorlar." Yunus. 18

Bu ayetlerde dikkatimizi çeken hususlardan ilki, İslâm öncesi Araplarının, ulûhiyyeti (ilâhlık, tanrılık vasfı) hiç de sanıldığı gibi, münhasıran kendi ilâhlarına, put­larına özgü, onlarda başlayıp onlarda biten ve onların üs­tünde yüce ve kahir bir varlığın, bir üstün ilâhın mevcu diyetine ihtiyaç bırakmayan bir nitelik olarak algılıyor ol­mamaları. Tersine, kendisi için 'Allah' özel ismini kullan­dıkları böyle üstün (kahir, supreme) bir varlığın mevcu­diyetine açıkça inandıklarını anlıyoruz zikri geçen âyet­lerden. Allah'tan başka bir takım objeleri, güçleri ya da sembolik karakterde bir takım tarihî şahsiyet ve figürleri ilâh olarak tanıyıp, onlara tazim ve ubudiyyet (kulluk) göstermelerine gelince, bu olgu Câhiliyye Arapların, bu tapınma objelerenin üstün ve yüce varlığın (Allah'ın) ulûhiyetinden bir cüz, bir pay taşıdıklarına ilişkin inanç­larıyla ilgilidir daha çok; Müşrik Araplara göre bu obje ya da timsaller, 'Yüce ilâh'ın (Allah'ın) yanında güya hatır ve sözleri geçen, şefaat ve kayırmaları bazı musibetlerin def, bazı menfaatlerin de celbedilmesinde işe yarayan ikinci dereceden ilâhlar durumundaydılar. Allah'ın yanın­da başkalarını da ilâh olarak anmaları bütünüyle bu yol­daki inançlarıyla açıklanabilir. 'İlâh' sözcüğüne yükledik­leri anlam da, âyetlerden anlaşılacağı üzere, bu tavassut ve şefaat fikriyle iç içedir zaten. Kur'an'daki tasvirlerden anladığımız kadarıyla, Câhiliyye Arabının ortaya koydu­ğu inanç ve uygulamalara bakarak rahatlıkla ifâde edebi­liriz ki, o günkü Arabın dilinde, birine Allah katında ara­cılık, şefaatçilik vasfı yakıştırmak, O'nun yardım ve ta­vassutuna başvurmak, bir takım törensel hazırlıklarla, hatta adak ve takdimelerle icra edilen bir tapınma ve sı­ğınma eylemiydi ve böyle bir eylem de söz konusu varlığı, kişiyi ya da objeyi düpedüz 'ilâh yerine koymak'la aynı anlama geliyordu.

 

"iki ilâh tutmayın", dedi Allah; "(çünkü) bir tek ilâhtır (ilâh olarak yönelmeniz gereken); öyleyse, yalnızca benden korkun!" Nahl.51

 

"...O'na ortak koşa geldiğiniz şeylerden korkmam ben, Rabbim bir şey dilemedikçe..." En'am.80

 

"Seni tanrılarımızdan (ilâhlarımızdan) biri fena çarpmış" demek kalıyor bize..." Hud.54

 

Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere, Araplar, ken­dilerini tanrılarının kayra ve gözetmesinden yoksun bıra­kacak, onların gazap ve öfkelerine yol açacak eylemlerin hastalık, kıtlık, can ve mal kaybı gibi felâket ve musibet­lerle sonuçlanacağına inanıyor ve bu tür eylemlere bulaşarak tanrılarla arasını açan kimselerin er geç 'çarpılacaklarına' hükmediyorlardı.

 

"Allah'ı bırakıp bilginlerini (ilahiyatçılarını?) ve ra­hiplerini (meslekten din adamlarını) Rab yerine koy­dular. Meryem'in oğlu Mesih'i de. Oysa kendisinden başka ilâh olmayan o biricik ilâh'a, sadece O'na kul­luk etmekle emrolunmuşlardı. Ortak koşa geldikleri şeylerden (kimselerden) uzaktır O." Tevbe.31

 

"Hevâsını (arzu ve ihtiraslarını ya da düşkünlükleri­ni) tanrı (ilâh) edinen kişiyi gördün işte! Ona sen mi vekil olacaksın?" Furkan.43

 

"Ve böylece, şürekâları (Allah'a ortak diye benim­sedikleri kimseler), müşriklerden çoğuna çocukları­nın canına kıymayı güzel (ve iyi) gösterdiler..." Enam. 137

 

"Yoksa, onların, din konusunda Allah'ın izin verme­diği (olumlamadığı) şeyi (ya da işleri) kendilerine vaz'eden düzmece tanrıları (şürekâları) mı var? Şûra.21

 

Bu son âyetlerde 'ilâh' sözcüğü, daha önce gördüğü­müzden biraz daha farklı bir yüklemle çıkıyor karşımıza; dikkat edilirse bu âyetlerde ilâh sözcüğüyle işaret edilen şeyler artık sadece, kendilerine tabiatüstü ya da aşkın (mute'al, trancendental) nitelikler yakıştırılan ve tabiat güçleri üzerinde tasarruf ve irade sahibi olduğuna inanı­lan varlıklar değil, aynı zamanda irâde ve buyruklarına uyulmak suretiyle ilâh mevkiine konan kişiler, iktidar sahibi liderler, din koyucu mevkiinde görülen meslekten ilahiyatçılar, din adamları ve hatta hakikat karşısında insanı inat ve lâkaydiye sürükleyen kişisel arzu ve heves­ler (hevâ) ya da ihtiraslardır da. Burada, ilâh yerine kon­ması kınanan şeyler, ne kendilerine körü körüne dua edi­len muhayyel varlıklar, ne kendilerinden bir zarar ya da fayda beklenemeyecek sembolik şeyler (putlar, idoller, ve-senler) ve ne de yardım ve şefaatleri için kendilerine baş­vurulan mevhum ve ruhanî şahsiyetlerdir (ölüler, cedler, v.b.). Emir ve talimattan din ya da yasa olarak kabul gö­rüp itaat edilen gerçek ve yaşayan kimselerdir burada dikkat çekilmek istenen. Emirlerine uyulan, yasaklarından kaçınılan, 'haram' ve 'helâl'in tayini konusunda yetki sahibi olarak görülen; hükümlerinde, yasama irâdelerin­de daha üstün bir otoritenin onay ve murakabesine muh­taç ve bağlı olmaksızın bizatihi yetki ve otorite sahibi ol­duklarına inanılan kimseler ya da zümreler...

Yukarıya alınan âyetlerden ilki (9:31), Yahudi ve Hristiyanların, Allah'ı bırakıp, kendi ruhban ve ilahiyat­çılarını nasıl Rab ve İlâh yerine koyduklarına işaret ediyor. Burada, Tirmizi'nin İbn Cerir'den, onun da Adiy bin Hâtem'den rivayet ettiği şu ünlü hadisi nakletmemiz, konuya açıklık getirmesi bakımından yerinde olacaktır. Rivayete göre, Adiy bin Hâtem, boynunda altından ma­mul bir haç, Allah Elçisinin (s.a.s.) yanına gelir. Allah El­çisi o sırada, yukarda zikri geçen âyeti okumaktadır. Adiy bin Hâtem, âyette imâ edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bahisle, "Onlar ruhbanlarına ilahiyatçılarına kulluk etmi­yorlar ki" diye itiraz edecek olur. Allah Elçisi de bunun üzerine şu karşılığı verir: "Belki. Ancak, onlar berikileri­ne helâl olanı haram, haram olanı da helâl kılıyor, beriki­ler de onlara uyup itaat ediyorlar; Yahudi ve Hıristiyanların ruhban ve ilahiyatçılarına kulluk eder duruma düşmeleri böyle oluyor işte." Bu rivayetin açıkça ortaya koyduğu gibi, birilerini ilâh ya da Rab yerine koymanın başlıca yollarından biri, bu kimselerin din ve yasa koyucu planda, Allah'ın ne vaz' ettiğine bakmaksızın, bizatihi helâl ve haram olanı tayin edici mevkie konması oluyor, demek ki.

 

İkinci âyetin mesajı son derece açık; nefsinin, ben'inin, egosunun hevâ ve hevesine, ölçü ve sınır tanımayan arzu ve ihtiraslarına tutsak olan, gurur ve tekebbürle beslenen, sübjektif tercihlere bel bağlayıp hayatına bun­larla yön veren kişi, kendini ilâh yerine koymuş oluyor; 'hevâ'sını tanrılaştınyor.

 

Son iki âyette 'ilâhlar' yerine 'şürekâ' ( ortak­lar) tabiri kullanılıyor. Şirk, bilindiği üzere, ulûhiyyetinde Allah'a ortak koşmak, O'nun zâtına mahsus sıfat ya da vasıfları kısmen ya da tamamen başkalarına yakıştırmak; başkalarını da bu vasıflarla niteliyor duruma düşmek de­mektir. Bu son âyetlerden, kaynak ve temel olarak Yüce Allah'ın hükmüne, O'nun vaz' ettiği ölçülere dayanmadık­ları halde, bireysel ve. toplumsal planda genel bir hayat düzeni olarak din ya da şeriat yerine ikâme edilen beşer ürünü yasaları, ilke ve töreler dizgesini olumlayıp, bunla­ra teslim olmanın da 'şirk' tavrının kapsamı içine girdiği, yani, bu yasaları, ilke ve töreleri koyan kişilere bilerek, isteyerek boyun eğmenin de, onları Yüce Allah'a ortak koşmakla aynı anlama geldiğini öğrenmiş oluyoruz.

 

Öngörü sahibi kimseler için, yukarda 'ilâh' sözcüğü çevresinde verilen anlamlar arasında açık ve dolaysız bir bağ olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır. İnsan, bir başkasını, bir başka varlığı gaybî anlamda (tabiatüstü planda) kendisine yardımcı, veli ya da hami olarak görü­yor, bu varlığın dualarını işitip icabet etmeye, sıkıntı ve ihtiyaçları giderip insan için gerekli ve yararlı olanı yarat­maya muktedir olduğuna inanıyorsa, bu inanç, hiç şüphe­siz, insanın söz konusu varlığı âlemin tasarrufunda, tabi­atın sevk ve idaresinde az ya da çok kudret ve otorite sa­hibi olarak görmesinin bir sonucudur. Benzer bir çıkarsa­mayla, insan eğer bir başka varlığın hoşnutluğunu kazan­mak umuduyla bazı eylemlere girişiyor, hoşnutsuzluğuna yol açmak korkusuyla da bazı eylemlerden kaçınıyorsa, bunu, söz konusu varlığı insanın iş ve eylemleri üzerinde tedbir ve takdir edici (düzenleyici, değerlendirici) bir oto­rite sahibi olarak gördüğü için yapar. Allah'a inandığı halde, ancak Allah'tan bilinmesi, beklenilmesi gereken yardım ve esirgemeyi başkalarından uman kimse de bunu ancak kudret ve otoriteyi zımnen Allah'la başkaları ara­sında paylaştırarak yapabilir, şüphesiz. Ve nihayet, Al­lah'tan başkasının hüküm ve buyruğunu uyulması, bağlanılması gereken bir yasa olarak gören ve böyle birinin emir ve yasaklarını hayata yön verici ölçü ve esaslar ola­rak benimseyen kimse, dar anlamıyla din olarak ortaya koyduğu tercih ne olursa olsun, gerçekte üstün ve mute'al otorite olarak Allah yerine bir başkasını ya da başkalarını ikâme etmiş demektir. Bütün bu açıklamalardan sonra artık rahatlıkla ifâde edebiliriz ki, ulûhiyyet fikrinin özü ve temeli otoritedir; bu otorite ister tüm yaratılmışlar âle­minde koyduğu fizik, metafizik yasalarla hükümfermâ ol­duğuna inanılan üstün bir varlığa ait olsun, ister beşeri dünyada bireysel ve toplumsal ilişkilerin tanzim ve yön­lendirilmesinde hüküm ve öğretisine (ya da irşadına) iti­bar edilen, başvurulan bir varlığa, beşerden birine ya da bir sınıfa, bir zümreye ait olsun...

Kur'an-ı Kerim'de de, Allah'tan başkasına yakıştırı­lan ulûhiyyetin sahteliği ortaya konulup gerçek ulûhiyyetin sadece ve sadece Allah'a ait olduğu vaz' edilirken ıs­rarla üzerinde durulup dikkat çekilen kavram yine otorite kavramıdır. Kur'an'da tekrar tekrar ifâde edilmektedir ki, göklerde ve yerde gerçek ve yegâne kudret ve otorite sahi­bi Allah'dır (c.c); tüm yaratılış ve topyekûn yaratılmışlar.’’

İkinci terimimiz Rabb…

 

‘’Rab sözcüğü, bir de muzaaf (katlı ya da tekrarlı) b harfinden oluşan sülâsi (üçlü, üç harfli) Rab fiil kökünden türemiş bir isimdir. Rab fiilinin en belir­gin ve öne çıkan anlamı 'terbiye' etmektir. (Türkçedeki eşanlamlarıyla verecek olursak: besleyip büyütmek, yetiş­tirmek, eğitmek. Çev). Bu ana motifin çevresinde, tasar­ruf etmek, taahüt etmek, ıslah etmek ya da ıslah etmeye çalışmak, tamamlamak ve olgunlaştırmak gibi yan anlam  motifleri ya da nüansları seçilmektedir, sözcüğün seman­tik örgüsünde. Deyim yerindeyse, sözcüğün bünyesinde, yukarda zikredilen anlamların oluşturduğu semantik ha­reket (ya da gidiş), sözcüğe 'yücelik', 'ululuk', 'riyaset', 'temlik' (mâlik olmak) ve 'siyâdet' (efendilik) gibi, bizi bir üst anlam tabakasına ulaştıran temel bir istikâmet ka­zandırmaktadır sözcüğe.

 

"Rab" sözcüğünün Kuranda yukarda verilen bütün anlamlarda kullanıldığını görüyoruz; pek tabii bu anlam­lardan bazen yalnızca birini, bazen iki ya da daha fazlası­nı, bazen de hemen hepsini kucaklayarak. Bunu aşağıda­ki ayetlerde açıkça göreceğiz:

1.Anlamda:

 

"(Yusuf): "Allah'a sığınırım" dedi, "doğrusu O benim Rabbimdir, bana güzel baktı..." Yusuf.23

 

2.Anlamda: (Birinci anlamla da belli bir ilgi ve uyum
taşıyarak):

 

"(Rab bilip, kulluk ettiklerinizin) hepsi benim düşmanlarımdır, Alemlerin Rabbi’nden başka;

 

"O'dur beni yaratan ve beni doğru yola yönelten

 

"Ve beni yediren, içiren

 

"Ve hastalandığım zaman şifa veren" Şuarâ.77-80

 

"Sizin için hiç bir nimet yok ki, Allah'tan olmasın; Ne zaman başınız dara düşse O'na yakarırsınız.

 

Sonra sizden darlığı giderince, içinizden bazıları (bir fırka, bir topluluk) hemen Rabb’lerine ortak koşar." Nahl.53-54

 

"De ki, Allah'tan başka Rab mi arayayım, O her şeyin Rabbi iken?" Enam. 164

 

"Doğunun ve Batının Rabbi'dir O; O'ndan başka ilâh yoktur; öyleyse O'na güven (O'na dayan, O'nu Vekil tut.)" Müzemmil.9

 

3.Anlamda:

 

"'....Rabbiniz O; ve O'na döndürüleceksiniz." Hûd.34

 

"....Sonra dönüşünüz Rabbinizedir..." Zümer.7

 

De ki, Rabbimiz (bizi ve sizi) hepimizi bir araya toplayacak...." Sebbe, 26

 

"Yeryüzünde, yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıy­la uçan hiç bir kuş türü yok ki, sizin gibi birer ümmet olmasın; Biz Kitap'ta (âlem için koyduğumuz ölçü, dü­zen ve uyumda) hiç bir şeyi (canlı, cansız hiç birini) göz ardı etmedik. Sonunda hepsi Rabb'lerinin katın­da toplanacaklar." En'am.38

 

"Sûr'a üfürülür; ve işte (o zaman) kabirlerinden (doğ­rulup) Rabb'lerine koşarlar." Yasin.51

4.Anlamda: (Bazı bakımlardan üçüncü anlamı da kuşanarak;

 

"Allah yerine, bilginlerini ve rahiplerini Rabbler edin­diler..." Tevbe.31

 

 

"...Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi Rab yerine koymayalım...."Al-i İmrân.64

 

Bu son iki âyette kullanılan orjinal sözcük, 'Rab' sözcüğünün çoğulu olan 'erbab'" sözcüğüdür ve bu sözcük, insanların nihaî otorite yerine koyup sözüne ve hükmüne yasa gözüyle baktıkları dinî liderlere, bilginlere (ilahiyat­çılara), rahiplere yakıştırılan niteliği işaret etmek için kullanılmıştır. Burada, Allah katından hiç bir ruhsat ya da delile dayanmaksızın helâl ve haram konusundaki hü­kümlerine inanılıp boyun eğilen, kendilerinde mutlak ve bağımsız bir buyurma ve yasaklama yetkisi vehmedilen kimseler söz konusudur.

 

"Ey zindan arkadaşlarım, sizden biriniz efendisine (Rabbine) içki sunacak....

 

" O iki kişiden, kurtulacağını sandığı kimseye, "Beni efendinin {Rabbinin) yanında an." dedi. Ne var ki, şeytan ona, efendisine (Rabbine) söylemeyi unuttur­du...." Yusuf.41-42

 

"....Elçi yanına gelince (Yusuf): "Efendine (Rabbine) dön de ona sor, dedi, "ellerini kesen o kadınların ama­cı neydi? Şüphesiz benim Rabb'im onların hîle (ve düzenlerini) bilir!" Yusuf.50

 

Son iki âyetin orjinal metnine bakacak olursak, orada Hz. Yusuf un diliyle. Mısır meliki ya da azizi için karşılı­ğı çok kez meallerde 'efendi' olarak verilen 'Rab' sözcü­ğünün kullanılmış olduğunu görürüz. Bu kullanım tam da 'Rab' sözcüğünün, itibari de olsa, "hüküm ve sulta sa­hibi olarak görüldüğü için kendisine itaat edilen, efendi yerine konan kimse" şeklinde yapılabilecek aktüel tanım­lamasına denk düşmektedir. Nitekim Hz. Yusuf un diliy­le Mısır Azizi'ni ima için bu sözcüğün kullanılması, sırf  Mısır halkının ülkenin hâkimine ne gözle baktığını kinaye yoluyla yansıtmak için olsa gerektir. Yoksa Hz. Yusuf un, Mısır Hâkimini hâkim-i mutlak ve şârî-i mutlak (mutlak yasa koyucu) olarak görüp ilâh ve Rab yerine koyan Mı­sır halkının bakış açısını benimsemiş olması, şu ya da bu maksatla benimsemiş görünmesi elbette düşünülemez; tüm sûre boyunca Yusuf (a.s)'ın hikayesiyle ortaya kon­mak istenen asıl mesajın Allah'tan başka Rab olmad'ığı gerçeğinde odaklandığı akılda tutulursa, 'Rab' sözcüğü­nün buradaki özel kullanımında Mısır halkının bakış açı­sını vermeye matuf kinaye daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, Hz. Yusuf, yukarıya alınan son âyette, "Benim Rabb'im onların hilelerini bilir" şeklindeki beyanıyla kendi bakış açısını ve tercihini ortaya açıkça koymaktadır zaten.’’

 

Mevdu’di ‘’Rabb’’ teriminin geniş anlamlarına değindikten sonra bu terim üzerindeki çarpık anlayışların neler olduğu konusunda Kur’anı Kerimde bahsi geçen kavimlerin ve bu toplumlarda bulunan hakim eğilim ve anlayışların kendi şartları içerisinde incelenmesi gerektiğini söylemektedir.

Bu bağlamda Mevdudi’nin geniş biçimde Kitabına konu edindiği kavimlerden Hz İbrahim’in, Firavun’un (Hz Musa’nın) kavimleri ile Yahudi ve Hıristiyanlar ile Arap Müşriklerini aktarmayı uygun gördüm. Bu kavimlerin Rabb terimine yüklediği anlamları görünce kendi toplumumuzda da bu çarpık anlayışların oldukça fazla olduğunu göreceksiniz. Hatta ‘’Rabb’’ terimi ile ilgili bu çarpık anlamları din eğitimi almış kişilerinde savunduğunu görünce şaşıracaksınız.

 

Hz. İbrahim (A.s.)'ın Kavmi ve Nemrûd

 

Kur'an-ı Kerim'de Semûd'dan sonra bahsi geçen ka­vim, İbrahim (a.s.)'ın kavmidir. Bu kavim hakkında, Kral­ları Nemrûd'un, kendi ulûhiyyetinı ileri sürerken işi Al­lah'ın varlığını inkâr noktasına vardıracak kadar ileri gö­türdüğü yolundaki halk arasında yaygın, yanlış malûma­tın üzerinde durmak yerinde olacaktır. Kur'an-ı Ke rim'den edindiğimiz izlenim, Nemrûd'un, bu yaygın kana­atin tersine, Âlemin yaratıcısı ve yöneticisi olarak Al­lah'ın varlığını ve bu anlamda Rabb'lığını inkâr etmediği, ama terimin yukarıdaki sıralamada üçüncü, dördüncü ve beşinci anlamlarıyla kendisini de bir 'Rab' olarak gördüğü yolundadır. Nemrûd'un tebaası için de, Allah'ın varlığına ve rubûbiyyetine inanç konusunda, yine yaygın kanaatle­rin hilafına, aynı şeyleri söyleyeceğiz. Kur'an-ı Kerim'in beyanından anladığımız kadarıyla, onların da Ad ve Semûd kavimlerinden pek farkları yoktu; Onlar da Allah'ı ilâh ve Rabb olarak tanıyor, O'nun göklerin ve yerin ya­ratıcısı, evrenin üstün yöneticisi olduğuna inanıyorlardı; hatta biçimsel ve törensel anlamda zamanımızdaki top­lumlara benzer bir anlayış içinde O'na ibadetten de geri kalmıyorlardı. Hâl böyleyken, onları tevhid çizgisinden uzaklaştırıp sapıklığa ve azgınlığa sürükleyen eğilim, 'rubûbiyyet "in birinci ve ikinci anlamıyla yıldızları ve ge­zegenleri, üçüncü, dördüncü ve beşinci anlamıyla da krallarını Allah'a ortak koşmalarıydı. Geçmiş kavimler ve bu arada da Hz.lbrahim'in gönderildiği kavim hakkında, ku­laktan dolma eksik ve bulanık bilgileri aşarak gerçeğe uy­gun, açık ve zamanımızla kıyas imkânı veren işe yarar bilgiler edinmek için konuyla ilgili apaçık Kur an ayetleri ortada dururken Müslüman toplumlarda bile çoğunluğun efsane nitelikli klişe bilgilere takılıp kalması hayret ko­nusudur.

 

İçinden çıktığı toplumun yerleşik inanç ve eğilimleri­nin neler olduğunu ve aynı toplumun tevhid çağrısı karşısında nasıl bir tepki ortaya koyduğunu araştırırken, önce, düşünme çağına henüz ulaşan genç İbrahim (a.s.)'ın ger­çeği ararken izlediği muhakeme sürecini anlamaya çalış­mak yerinde olacaktır:

 

"Üzerine gece çöktüğü zaman, bir yıldız gördü, 'işte budur Rabb 'im' dedi; ama ne zaman ki, o yıldız battı, 'Ben batıp gidenleri sevmem', dedi.

 

"Ayı doğarken gördüğü zaman, 'İşte budur Rabb'im, dedi; ama ne zaman ki, Ay battı'Rabbim beni doğru­ya yöneltmeseydi, mutlaka, yoldan çıkmış insanlar­dan biri olurdum', dedi.

 

"Güneşi doğarken gördüğü zaman, 'îşte, budur Rabb'im,' dedi, 'bu en büyük.'. Ama ne zaman ki, Gü­neş de battı, 'Ey kavmim' dedi, 'ben sizin (Allah'a) or-tak koşageldiğiniz şeylerden uzağım."

 

"Ben yüzümü dosdoğru, 'gökleri ve yeri yoktan var eden'e çevirdim ve ben müşriklerden (ortak koşanlar­dan) değilim." Enam.76-77-78-79

 

Yukardaki âyetler ve özellikle bu âyetlerin altı çizilen bölümleri açıkça göstermektedir ki, Hz. İbrahim'in içinde doğup, yetiştiği toplum, bir takım gök cisimlerini, yıldız­ları ve gezegenleri tanrısal varlıklar olarak görüp onlara tapınmakla birlikte, göklerin ve yerin yaratıcısı, âlem­lerin Rabbi olarak hiç de Allah'ı tanımazlık, bilmezlik tavrı içinde değiller. Allah'ı yaratıcı Rab olarak görüyor­lar ama yıldızları, ayı ve güneşi O'na ortak koşuyorlar.

 

Yukardaki âyetlerden açıkça anlaşılan bu. Allah'ın varlı­ğından haberdar olmalarında, O'nu Rab olarak tanımla­malarında pek şaşılacak bir yan yoktur; çünkü bunlar Hz.Nuh'a inanmış tevhid ehli ataların soyundan gelen ve onların bıraktığı kültür ve geleneği bazı çizgileriyle az çok devam ettiren bir kavimdi. Öte yandan, Yüce Allah'ın, "Onlara, kendilerinden önce de, sonra da elçiler geldi" di­yerek açıkladığı gibi, komşuları ve belki akrabaları olan Ad ve Semûd'a gönderilen elçilerin tevhid dinini doğrul­tup diriltmeye matuf eylem ve mesajlarından da habersiz değillerdi, şüphesiz. Dolayısıyla, Hz.İbrahim'in, Allah'ın âlemin yaratıcısı ve bu anlamda Rabbb’i olduğu bilgisini önce kendi toplumundan aldığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Yukarıdaki âyetlerden de anlaşılacağı gibi, onun kavminde hazır bulduğu inanç ve görüşler arasında zihni­ni kurcalayan şey, Allah'ın yaratıcı ve rab olduğu gerçeği değil, fakat bir takım gök cisimlerinin, bir takım doğup batan şeylerin ulûhiyyette ve ubûdiyyette Allah'a or­tak koşulup, ibâdete değer bulunmasıydı. Hz. İbrahim, izlediğimiz gibi, bu gök cisimlerinin doğup batan, sonlu ve sınırlı varlıklar olduğunu gözlemleyerek, bunlara ilişkin yerleşik inançları sorguluyor ve sonunda, şüphesiz Al­lah'ın delaletiyle, yüzünü dosdoğru göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek ilâh'a., tek Rabb'e, Allah'a çevirmekte karar kılıyor. Bu sorgulama ve muhakeme sürecinin yer­leşik inançlarla ilgili olduğu o kadar açıktır ki, ayın battı­ğını görüp de onun bir rab olamayacağına hükmeden İb­rahim (a.s.) hemen, ayı bir rab, bir tanrı olarak gören kavmini hatırlıyor ve onlardan biri olarak kalmaktan ya­na duyduğu endişeyi şöyle dile getiriyor: "Rabbim beni doğruya yöneltmeseydi, mutlaka o yoldan çıkmış insan­lardan biri olurdum."

 

Hz. İbrahim, bir resul olarak görevlendirilip de in­sanları Allah'ın dinine çağırmaya başladığı zaman, yu­karıdaki sorgulamayı artık kendi kendisiyle ve sadece düşüncede değil, kavmiyle ve şifahî olarak da yapacak­tır:

 

"Siz, Allah'ın, hakkında hiç bir belge indirmediği şey­leri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben niçin sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkayım?..." Enam.81

 

"Sizden de, sizin Allah'tan başka çağırdıklarınızdan da uzak duruyor ve Rabb'ime sığınıyorum..." Mer­yem.48

 

"Hayır 'dedi,' göklerin ve yerin Rabb’bidir ki, onları yoktan var etmiştir. Ve ben de bunun tanıklarındanım." Enbiyâ.56

 

"Peki, siz Allah'ı bırakıp da size ne bir fayda ve ne de bir zarar veremeyecek olan şeylere mi kulluk ediyor­sunuz?" Enbiyâ.66

 

"Babasına ve kavmine, 'neye kulluk ediyorsunuz' de­mişti.

 

"Allah'ı bırakıp düzmece tanrılar mı istiyorsunuz

 

"Peki, Âlemlerin Rabb'i hakkındaki görüşünüz ne? Sâffât.85-86-87

 

"Sizden ve sizin Allah'tan başka kulluk edegeldiklerinizden uzağız; sizi tanımıyoruz; sizinle bizim aramız­da, siz sadece Allah'a inanıncaya kadar sürecek bir
düşmanlık ve nefret başlamıştır"    " Mümtehine.4

 

Bütün bu âyetleri okuduktan sonra bir kere daha ifa­de edebiliriz ki, Hz. İbrahim'in hitap ettiği kavim, ne bü­tünüyle Allah'ı tanımayıp O'na inanmaya yanaşmayan bir kavimdi, ne de O'nun topyekûn yaratılmış âlem üze­rindeki merkezî rolünü, Rabb’lığını, ilâhlığını inkâr eden bir kavimdi. Bütün aldanışları, O'na ilâhlığında bir takım ortaklar yakıştırmaları ve terimin ikinci ve üçüncü anla­mıyla, Onunla beraber başka Rablara da kulluk üzere ol­malarıydı. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in, kavmini Al­lah'ın varlığına, Rabb’lığına, ilâhlığına inanmaya çağırdı­ğına işaret eden bir tek âyetin bile yer almamasının nede­ni de budur zaten. Onun bütün çabası, her iki terimin de en geniş anlamıyla sadece Allah'ın ilâh ve rab olduğunu vurgulamak ve O'nun dışında ilâh ve rab olarak benim­senen her şeyi insanların tazim ve taabbüd alanının dışı­na çıkarmak.

Kur'an'da nakledildiği kadarıyla, Hz. İbrahim'le Nemrûd arasında geçen tartışma, incelediğimiz konu ba­kımından ilginç ipuçları verecektir:

 

"Allah, kendisine mülkü verdi diye, Rabb’i hakkında İbrahim'le tartışana ne dersin? İbrahim, ona, 'Benim Rabb’bim O'dur ki, yaşatır ve öldürür' dediği zaman, 'Ben de yaşatır ve öldürürüm' demişti. Bunun üzerine İbrahim, 'Peki, Allah güneşi doğudan yükseltir; haydi sen de onu batıdan yükselt!' deyince, o küfreden kimse şaşırıp kaldı. Allah zalimler topluluğunu doğru yo­la yöneltmez." Bakara.258

 

Burada, Hz. İbrahim'le Nemrûd arasındaki polemi­ğin, âyette veriliş tarzından anlaşıldığı kadarıyla, hiç de Allah'ın varlığı ya da yokluğu çevresinde cereyan etmediğini görmek güç değil. Mesele, izafî ve itibarî nüfuzunu ya da mülk üzerindeki geçici ve sınırlı otoritesini rablık iddi­asına dayanak kılmak isteyen bir despotun, kudret ve azametini itiraz kabul etmeyen tezahürlerle ortaya koyan İbrahim'in Rabb'biyle boy ölçüşmeye kalkışmasıdır sade­ce. Yoksa, aynı despotun İbrahim'in Rabb'ini inkâr etmek şöyle dursun, İbrahim'in (a.s.) parlak dialektiği kar­şısında, şaşırıp kaldığına bakılırsa, kendi iddiasında bile mutlak bir zaafa düştüğü gün gibi ortadadır. Nemrûd'un en azından yerleşik kültürün ve geleneğin bir motifi ola­rak Allah'ın varlığından haberdar bir toplumdan çıktığına hükmetmek hiç de zor değildir. Öte yandan, sadece İbra­him tarafından bile olsa, göklerin ve yerin yaratıcısı ola­rak kendisinden söz edilen Allah'ı inkâr edip, 'göklerin ve yerin yaratıcısı benim, ayı ve güneşi ben yönetiyorum' id­diasıyla insanların karşısına çıkması düpedüz onun deliliğine, mecnunluğuna delâlet ederdi ki, bu da bir lider, bir kral olarak onun mutlak zaafa uğraması demek olurdu; nitekim o da zaten iddiasını bu noktada frenlemek zorun­da kalmış ve bir ahmak, bir deli olmadığını göstermeyi bilmiştir. Geriye kendi alanında, kendi mülkünde, insan­ların katında hüküm, sulta ve nüfuz sahibi olmak anla­mında, efendilik ve hâmilik anlamında sınırlı bir Rablık iddiası kalıyor ki, Nemrûd'un da yaptığı budur. Yarat­mak, besleyip büyütmek, hilkat ve yatkınlık vermek anla­mındaki rubûbiyyet, Nemrûd'un gözünde de, ona tabi olan toplumun gözünde de semavî tanrılara, aya, güneşe, yıldızlara ve bu arada Allah'a aittir. Nemrûd'un Rablık id diasına gelince, o bununla, yukarda ifade ettiğimiz gibi, sadece şunu demek istiyordu: 'Bu ülkenin sahibi, efendisi benim; bu ülkenin insanları benim hüküm ve sultam al­tındadır; onlar da durumu böyle gördüklerine ve buyruk­larımı uyulması kaçınılmaz yasalar olarak algıladıklarına göre, bu ülkede benden başka yasa koyucu, benim üstüm­de otorite yoktur'.

 

Ayette geçen, 'Allah kendisine mülkü verdi diye' ifa­desi, onun Rabblık davasını bütünüyle mülk üzerindeki hakimiyetine dayandırdığının açık göstergesidir. Bunun içindir ki, halk arasında İbrahim isminde bir gencin orta­ya çıkıp, kendilerine tabiatüstü nitelikler yakıştırılan gü­neşin, ayın ve yıldızların rububiyyetini, kendisinin de si­yasal ve toplumsal anlamda Rablığını yalanladığını işitin­ce, Nemrûd adamakıllı sarsılmış ve bu genci huzuruna çağırarak sorgulamak ihtiyacını duymuştur. Ona, "Senin Rabbin kim, kime inanıyorsun?" diye sorunca, İbrahim duraksamadan, "Benim Rabb'im can veren ve öldürendir; insanları öldürmeye de, diriltmeye de gücü yetendir." ce­vabını verir. Ama bu cevapla dile getirilen hakikâti bütün inceliğiyle kavramakta acze düşen Nemrûd, "Benim de can vermeye ve öldürmeye gücüm yeter; ben de dilediğimi Öldürür, dilediğimin de canını bağışlarım" diyerek, İbra­him'in Rabb'inde bulduğu kudreti, kendi rubûbiyyeti için de delil olarak kullanmak ister. Bunun üzerine İbrahim(a.s.): "Allah güneşi doğudan yükseltiyor, haydi, sen de onu batıdan yükselt!" diyerek, bir meydan okuma tav­rı içinde, Allah'tan başka Rablık iddia eden hiç kimsenin buna güç yetiremeyeceğini ve dolasıyla, hangi anlamda olursa olsun, rubûbiyyetin ancak Allah'a özgü olduğunu veciz bir ifâdeyle ortaya koyar. Bu açık istidlal karşısın­da Nemrûd, gerçeği sezinleyip, göklerde ve yerde sınırsız kudret ve otorite sahibi Allah'a nisbetle kendi aczini anlamış ve kendi Rablık iddiasının büsbütün dayanıksız kaldı­ğını görmüş olmalı ki, söyleyecek bir şey bulamaz; bu meydan okuma karşısında susup kalır. Ne var ki, enâniyet (ben tutkusu), nefsin arzu ve hevesleri ve belki de yakın çevresine ilişkin çıkar kaygısı sağduyunun sesi­ne galebe çalar ve Nemrûd'u, bulunduğu aldatıcı zirveler­den aşağı inip Allah Elçisi'nin gösterdiği doğru ve güveni­lir yolu izlemekten alıkoyar. Nemrûd'un takılıp kaldığı bu ökse, Kur'an-ı Kerim'de,'Ve Allah zâlimler güruhunu doğru yola yöneltmez' kavl-i celîliyle veriliyor.. Bunun anlamı şudur: bütün açıklığıyla hakikat ortaya çıktığı halde, Nemrûd tutması gereken yolu tutmamış, kendisi ve halkı için gerçekten yararlı olacak İslâm düzenini bı­rakıp zülüm ve zorbalığını sürdürmek yolunu seçmiştir; böyle birinin elbette ki, Allah'ın hidâyetinden nasibi ola­maz; çünkü Allah'ın sünnetinde (mutlak adaletin tecellisi için uyguladığı üslûp ya da düzende) doğruyu, hakikati samimiyetle arama tavrını seçmemiş olanları doğru yola yöneltmek gibi bir çelişkinin bulunması mümkün değil­dir.

 

Firavun ve Kavmi

 

Kur'an'da verilen tarihsel panoramada sıra, hakların­da Nemrûd ve kavminden daha ciddi bilgi yanlışlarının, bulanık aktarımların yaygın olduğu Firavun ve kavmine geliyor şimdi. Yaygın görüşe göre, Firavun Allah'ın varlı­ğını inkâr etmekle kalmamış, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak da kendi tanrılığını ilân etmiş; tebaası da o kadar dar görüşlü ve uymaca bir halkmış ki, onun bu akıldışı id­diasına, hemen hiç sorgulamadan, peki deyip boyun eğ­miş, il'âhir... Oysa bu konuda Kur'an-ı Kerim'in ve tari­hin verdiği ipuçlarını değerlendirdiğimiz zaman, görüyo­ruz ki, bu despotla halkının ulûhiyyet ve rubûbiyyet ko­nusundaki sapık ve çarpık görüş ve inanışları, Nemrûd gibi daha önce sözü edilen lider ve toplumlarınkinden pek fazla farklı değil. Firavun ve halkının durumunda seçebil­diğimiz tek ayma olgu, İsrailoğullarıyla içine girdikleri kavmî zıtlaşmanın, siyasî inatlaşmanın bir ürünü olarak, daha çok tepki ve gösteriş halinde ortaya konan zoraki bir ilhad (Allah'ın varlığına inanmama, dinsizlik), ve örneği­ne günümüzde de çok rastlanan moda ürünü bir tanrıtanı­mazlık olmuştur, denebilir.

Mısır Meliki tarafından kendisine yüksek yetki veri­len Hz. Yusuf un, bu yetkinin sağladığı imkân ve nüfuza da dayanarak ilâhî misyonunu yerine getirmek için kendi çağında Mısır halkına tevhid düşüncesini ve îslâmî yaşa­ma biçimini var gücüyle anlatmaya çalıştığından kuşku yoktur. Bu çabanın bir sonucu olarak, tüm Mısır halkının atalarının dinini terk edip de İslâm'a girdikleri düşünülemese bile, içlerinde Allah'ın varlığından ve O'nun gökle­rin ve yerin yaratıcısı muteal bir Rab olduğuna ilişkin söylemden habersiz bir tek kişinin bile kalmamış olduğu­nu söylemek hiç de yanlış olmaz. Hz. Yusuf un tebliğatı, Mısırlıları bütün bütün Tevhid inancına sokmamışsa da, en azından onlara Allah'ın varlığını ve O'nun tabiatüstü anlamda İlâh ve Rabb olduğunu öğretmiş olmalıdır. Böylece onların fiilen Allah'tan başka ilâhlara kulluk et­mekle birlikte, Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini ve hatta O'nun öteki Rabların üstünde büyük ve mûteâl bir Rab olduğuna inandıklarını görüyoruz. Hz. Yusuf zama­nında tohumu ekilen Tevhid düşüncesinin örtüle bozula, bazı çizgileriyle Musa (a.s.) zamanına kadar ulaştığını söyleyebiliriz.

 

Bunun böyle olduğunu, Kur'an-ı Kerim'de imanını gizleyen mü'min bir adam olarak nitelendirilen Kıpti soy­lunun Firavunun meclisinde yaptığı konuşmadan da çıkarabiliriz. Zikri geçen kişi, Firavun'un Hz. Musa'yı ölü­me mahkûm ettiğini öğrendiği zaman, tepkisini cesur bir üslûp içinde şöyle dile getirir:

 

"Firavun'un çevresinden inanıp da inancını gizleyen bir adam: 'Rabb'im Allah'tır, dediği için mi (bu) ada­mı öldürüyorsunuz?' dedi, 'hem de size Rabb'inizden açık işaretler getirdiği halde. Üstelik bu adam eğer yalancıysa, yalanı (yalnızca) kendisini bağlar; ama  bir de doğruyu söylüyorsa, o zaman söyledikleri er geç mutlaka başınıza gelecektir. Şüphe yok ki, Allah sözde aşırı gidip abartanı, yalancıyı doğru yola yöneltmez!

 

'Ey kavmim, bugün yeryüzünün seçkinleri olarak mülk sizin elinizde; peki, ya Allah'ın hışmı başımıza çökerse, bizi kim kurtarır ondan?' Firavun; Ben size ancak kendi görüşümü belirtiyorum' dedi, 'Ve sizi doğru yoldan başkasına yöneltmiyorum.'

 

"İnanan kişi ise, 'Ey kavmim,' dedi, 'Ben, önceki top­lumların başına gelen günün, sizin de başınıza gelip çatmasından korkuyorum:

 

"Nuh kavminin, Ad ve Semûd'un ve onlardan sonra­kilerin başına geldiği gibi... Allah kullar(ın)a zülüm olsun istemez." Mü'min 28, 29, 30, 31

 

'"Daha önce Yusuf da apaçık işaretler getirmişti size. Onun getirdiklerinden de hep şüphe edip durdunuz. Ne zaman ki öldü, 'Allah ondan sonra artık resul gön­dermez', dediniz. İşte böyle şaşırtır Allah, haddi aşanları, şüphede ileri gidenleri." Mü'min 34

 

'Ey kavmim, tuhaf değil mi, ben sizi kurtuluşa çağırı­yorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz;

 

'Siz beni Allah'ı yok saymaya ve hakkında hiç bir şey bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsu­nuz, bense sizi Aziz ve Bağışlayıcı olana çağırıyo­rum." Mümin 41, 42

İnanan bir soylunun ağzından verilen bütün bu tirad, güçlü kişiliğiyle Hz. Yusuf un Mısır halkı üzerinde bırak­tığı etkinin yüzyıllar sonra bile hâlâ az çok devam ettiğini göstermektedir. Varlığını bir kültür ve an'ane unsuru olarak devam ettiriyor olsa bile, Hz. Yusuf öğretisinin Mısır toplumunun bilgi dağarcığında bıraktığı bakiye, bu toplumun Allah'ın varlığından; bir Rab ve İlâh olarak O'nun tabiat güçleri üzerindeki hüküm ve tasarrufundan; gazabından korkulan rahmetine ümit bağlanan üstün ve kahir bir mâbud olduğundan büsbütün habersiz kalma­masını sağlamıştı. Yukarıdaki son âyet, Mısırlıların ilâh ve Rab olarak Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini, an­cak O'na bu konuda başkalarını ortak koştuklarını ortaya koyuyor.

 

Burada, başından beri açıklamaya çalışılıp, Kur'an âyetleriyle de yeterince desteklenen görüşe bir itirazı kayıt koyma gereğini hissettirir gibi görünen tek husus, Allah'ın varlığını kabul edip etmediği konusunda Kur'an okuyucusunu ilk ağızda şüphe ve belirsizlik içinde bıra­kan Firavunun durumudur. Kanaatimizce, sadece görü­nüşte mevcut olan bu belirsizliği uyandıran ifadeleri şöyle sıralayabiliriz: Hz. Musa'nın, Hz. Harun'la birlikte Alemlerin Rabb’inin elçileri olduklarını söylemesi üzeri­ne, Firavunun, "Alemlerin Rabbi'de kim?" diye bir soruy­la karşılık vermesi; yine Firavun'un, "Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki, sırlara erişeyim; göğün yollarına ki, onlarla (ya da oradan) Musa'nın tanrısına kadar yükseleyim..." demesi; kendinden başka 'ilâh' tanıması ha­linde, Hz. Musa'yı hapse atmakla tehdit etmesi; tebaası­na, "ben sizin en büyük rabbinizim" diye dayatması; çev­resindeki seçkinler grubuna, tam bir despot edası içinde, "Ben, sizin için benden başka ilâh tanımıyorum" sözüyle göz dağı vermesi, v.b... Bütün bunlar ilk bakışta Fira­vun'un Allah'ın varlığını inkar ettiğine, 'Alemlerin Rabbi kavramından habersiz olduğuna ve nihayet en azından dünyevî hükümranlık planında kendini tek ilâh olarak gördüğüne delalet eder gibidir. Ne var ki, Kur'an-ı Ke rim'in konuyla ilgili âyetleri Firavun, İsrailoğulları ve devrin kilit şahsiyeti olarak Musa (a.s) arasındaki ilişkile­rin bütününe yönelik bir dikkatle okunduğu zaman görü­lecektir ki, Firavun un bu sınırsız tekebbürü, onun gerçek ya da samimi görüşlerinden çok, kavmi asabiyyetinin, şövenist bönlüğünün bir ürünüdür. Siyasî plandaki ırkçı bağnazlık, ulâhiyyet ve rubâbiyyet konusunda da kaçı­nılmaz olarak ırkçı tekebbür biçiminde çıkmaktadır karşı­mıza. Nitekim Mısır toplumunun Musa'dan (a.s) önceki geçmişine biraz göz atılacak olursa, Firavun ve çevresinin Tevhid öğretisine karşı ateistik (tanrı tanımaz) bir kılıf içinde gösterdikleri tepkiyi motive eden ırkçı ön yargılar daha iyi anlaşılacaktır.

 

Musa'dan (a.s.) üç ya da dört yüzyıl önce Mısır'ın ida­ri ve ekonomik hayatında önemli bir rol üstlendiği anlaşı­lan Hz. Yusuf, güçlü kişiliğiyle sadece İslâm'ın tanınıp yayılmasına hizmet etmemiş, aynı zamanda İsrailoğullarının nüfuz ve prestij sahibi bir topluluk olarak Mısır'ın sosyo-politik hayatına girmelerini de sağlamıştı. İsrailoğullarının, bu güçlü konumlarını, Mısırlı ırkçı bir haneda­nın iş başına geldiği Musa'dan (a.s.) hemen önceki döne­me kadar sürdürdüklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Mısır'ın bu yeni yöneticilerinin, İsrailoğullarını hor görüp aşağılamakla kalmayıp, Hz. Yusuf döneminden sürüp ge­len Tevhidi töre ve kültür mirasını da bütün izleriyle za­man içinde kararlı bir biçimde silip yok etmek ve Tevhid öncesi dönemlerin yerli müşrik kültür ve uygarlığını di­riltmek çabası içine girdikleri anlaşılıyor. Tam da bu şart­lar altında, İsrailoğulları içinden birinin, Hz. Musa'nın, Allah'ın Elçisi olarak karşılarına çıkması başta Firavun olmak üzere Mısır'ın yerli seçkinlerini derinden ürkütmüş olmalı. Onun kişiliğinde ve getirdiği öğretide, İsrailoğullarını eski prestij ve nüfuzlarına kavuşturacak siyasal gelişmeyi görmüş olmaları şüphe götürmez, işte, gerek bu korkunun verdiği telaş, gerek ırksal ön yargılar ve gerek­se iki topluluk arasında geçmişe dayanan düşmanlık, Firavun'u Musa'nın (a.s.) çağrısına, olabilecek en olumsuz ve inatçı tepkiyle karşı koymaya itmiş görünüyor. Bunun içindir ki, Hz. Musa'ya "Bu 'Alemlerin Rabb’i de kim olu­yor?" derken Firavun'un, bilmediği bir şeyi öğrenmek is­teyen birinin merak ya da tecessüsüyle değil, neden bah­settiği bilinen bir hasma karşı küçümseme ve alayla kon­mak istenen bir meydan okuma tavrıyla konuştuğu he­men anlaşılıyor. Firavunun Allah'ın varlığından haber­dar olduğu, Kur'an-ı Kerim'de canlandırılan başka sahne­lerde sarf ettiği başka sözlerden de çıkarılabilir. Sözgelimi, bir keresinde halkını, Musa'nın (a.s.) Allah'ın Elçisi olma­dığı yolunda iknaya çalışırken:

 

"Firavun, kavminin içinde seslenip, 'Ey kavmim', dedi, şu Mısır toprağı ve ayaklarımın altından akıp gi­den şu ırmaklar benim değil mi? (Söyleyin), görmüyor musunuz?

 

'Hem, ben, meramını anlatmaktan âciz, şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?

 

'Üstelik, onun üzerine (gökten) altın takılar atılmalı; ya da melekler yardımcı olarak onunla beraber gel­meli değiller miydi?'

 

"(Firavun), kavmini (işte böyle) hafife alıp ahmak ye­rine koydu; onlar da ona boyun eğdiler; zaten fasık (yoldan çıkmış) bir kavimdi onlar." Zuhruf. 51,52, 53,54

 

Bu âyetlerde Firavunun ağzından verilen sözlerin, Allah'ın yahut meleklerin varlığını bilmeyen, tanımayan birinin ağzından çıkmış olması, düşünülemez. Başka bir  yerde, Firavunla Hz. Musa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

 

"....Firavun ona: 'Ey Musa',dedi, 'doğrusu ben seni bü­yülenmiş biri olarak görüyorum.'

 

"Musa da ona: 'Bunları apaçık gerçekler olarak indi­renin' dedi, 'göklerin ve yerin Rabb'inden başkası ol­madığını pekâlâ anladın. Ey Firavun, doğrusu ben de seni, bu durumda, işi bitik biri olarak görüyorum'. " îsrâ.101,102.

 

Yine bir başka yerde Yüce Allah (c.c), Firavun ve te­baasının ortaya koyduğu tepkiyi şöyle tasvir ediyor:

 

"Onlara, gözlerine sokarcasına âyetlerimiz geldiği za­man, 'Apaçık bir büyü, bu' dediler.

 

"İçten içe gerçeği görüp anladıkları halde, sırf zulüm ve büyüklenme yüzünden onları yalanladılar" Nemi. 13,14.

 

Bu konuda Tâhâ Sûresinde de şunları okuyoruz:

 

"Musa onlara, 'Yazıklar olsun size!' dedi, 'Allah hak­kında (böyle) yalan(lar) uydurmayın; yoksa azapla si­zin kökünüzü kazır; doğrusu, iftira eden kimse her zaman ziyana uğrarmıştır!',

 

"Bunun üzerine onlar, işlerini kendi aralarında tartı­şıp, gizli görüşmeler yaptılar;

 

"Ve, 'Bu ikisinin büyücü oldukları belli;' dediler, 'büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek yol ola­rak seçip benimsediğiniz düzeni (yaşama biçimini) or­tadan kaldırmak istiyorlar'." Tâhâ.61,62,63.

 

Hz. Musa'nın inzâr ve uyarılarının Firavun kavmi arasında ihtilaf ve çekişmelere yol açtığı anlaşılıyor; bu durum da onların, bu inzâr ve uyarıları pekâla ciddiye al­dıklarını gösterir. İlâhı azap ve ceza tehdidi karşısında böylesine etkilenmiş olmaları, olsa olsa, Allah'ın kudret ve azameti hakkında içlerinde, üzeri örtülmüş de olsa, ka­lıntı halinde bir inanç ve hassasiyetin varlığını açığa vur­maktadır. Nitekim, Hz. Musa'nın çağrısı karşısında uy­gun olacak tavrı belirlerken düştükleri tereddüt ve çekiş­melerin de kaynağı olan bu kalıntı halindeki inanç ve hassasiyeti anında örtüp bastırmak için seslerini yükselt­mekte hiç vakit kaybetmiyor söven yöneticiler; Mısır'ın yerli halkının kavmiyet duygularını kamçılayarak, Musa ve Harun'a uymaları halinde, ülkede, İsrailoğullarının hükümranlığıyla sonuçlanacak muhtemel bir siyasî devri­me karşı halkı uyarmak için bir mizansen düzenliyorlar. Yerleşik düzenlere karşı ciddi hareketlerin baş gösterdiği her yerde ve her dönemde iktidar seçkinlerinin vakit kaybetmeden sahneye koydukları bu 'din elden gidiyor, va­tan elden gidiyor, rejim elden gidiyor' mizanseni o gün ilk ağızda Mısır'da da sonuç veriyor ve Mısır halkı, gemlerini çeken müstekbirlerin yanında ışık sızdırmayan bir duvar halinde, Allah'ın bu iki elçisi karşısında direnmek yolunu seçiyor.

 

Meselenin yukarıdaki âyetlerde apaçık işaret edilen siyasî veçhesini böylece gördükten sonra, şimdi, Hz. Mu­sa'yla Firavun arasındaki uyuşmazlığın gerçek sebebini; bu sonuncuyla tebasının hangi noktada yoldan çıktıkları­nı, ve Firavunun hangi anlamda ilâhlık ve Rablik iddi­asında bulunduğunu daha net ve açık bir biçimde ortaya koyabiliriz artık. Konu hakkında, ilgili âyetlerden hare­ketle vardığımız tesbitleri şöylece sıralamak mümkün:

 

I. Firavunun çevresinden, Hz. Musa'nın çağrısına karşı çıkıp, bu davanın ülkede hiç bir şekilde kök salması nı istemeyen seçkinler, bir vesileyle Firavun'a hitaben şu soruyu yöneltiyorlar:

 

"....'Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarına) (ya da tanrıçanı, tan­rıça güneşi) terk etsinler diye mi başıboş bırakıyor­sun?'...." A raf. 127

 

Buna karşılık, Hz. Musa'ya inanan kişi ötekilere şöy­le sesleniyor:

 

"Siz beni, Allah'ı yok saymaya ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz..." Mü'min.42

 

Bu âyetleri, tarihî araştırmalar ve arkeolojik bulgu­larla birlikte değerlendirdiğimiz zaman, anlıyoruz ki, Fi­ravun ve kavmi bir takım sembolik objeleri, mitolojik fi­gürleri, 'Rab' teriminin ilk ve ikinci anlamıyla Allah'a or­tak koşuyorlar ve belli bir takım törensel uygulamalarla onlara tapınıyorlardı. Şüphe yok ki, Firavun eğer sadece polemik olsun diye değil de, gerçekten kendisinin tabiatüstü nitelikte tek ilâh, tek Rab olduğunu iddia edip, göklerde ve yerde bu anlamda kendisinden başka ilâh ve Rab olmadığına gerçekten inanıyor olsaydı, o zaman ne kendi, ne de ona tabi olanlar başka ilâhlara tapınmazlardı.

 

2. Yine Kur'an-ı Kerim'de, Firavun'un şöyle dediği kaydediliyor:

 

"..'Ey seçkinler, sizin için benden başka ilâh tanımı­yorum." Kasas.38

 

(Hz.Musa'ya:) "Eğer benden başka ilâh edinirsen, seni hapse atacağımdan şüphen olmasın." Şuarâ.29

 

Bu sözlerden Firavun'un, kendinden başka hiç bir ilâhın varlığını tanımadığı sonucunu çıkartmakta acele edilmemelidir. Gerçekte, bu sözlerden açık ve net olarak anladığımız tek husus, Firavun'un Hz. Musa'nın çağrısına karşı çıktığıdır. Bu çağrının da, Allah'ın sadece yaratıcı, ve mûte'al biricik İlâh olarak değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik v.b. birey ve toplum hayatı­nın her alanında söz sahibi biricik yasa koyucu, gerçek hüküm ve sulta sahibi alarak tanınmasına ilişkin olduğu bellidir. Firavun ise, hükümde, sultada ve teşrîde, hani göklerde olmasa bile, hiç olmazsa yeryüzünde, kimseyi kendisine rakip olarak görmek istememekte ve bu anlam­da eğer Musa kendisinden başka bir ilâh, bir sulta ve oto­rite sahibi tanırsa onu hapse atmakla tehdit etmeye kadar vardırmaktadır bu kaprisini.

 

Yine tarihin ve arkeolojinin de teyid ettiği gibi, Mısır firavunları kendilerinin metafizik anlamda mutlak hü­kümran olduklarını iddia etmekten çok, tanrılara (mesela güneş tanrısı Ra'ya) olan yakınlıklarından ötürü bir kut­sallık ya da kutsanmışlık yakıştırmaktaydılar kendileri ne. Bu kutsanmışlık da onların halk katındaki nüfuz ve iktidarlarını pekiştirmeye yarıyordu. Bu konuda Firavun­ların bir istisna olmadığı muhakkak; tarih boyunca pek çok despotun, pek çok hanedanın nüfuz ve saltanatlarına ilâhi destekler arayıp, kendilerini halkın gözünde düpe­düz tapınma objesi durumuna soktukları, sokmak istedik­leri biliniyor. Bu kutsanmışlık, kutsallık ya da tanrısallık çok kere kişilerle ya da hanedanlarla değil, bizatihi sulta ve otorite olgusuyla bitişen bir nitelik durumundadır; in­sanları bir kişiye, bir aileye ya da bir seçkinler sınıfına kul etmekte iş görür; ama bu kişi, bu aile ya da bu sınıf bir başkasıyla yer değiştirince ilk sahibine bağlı kalmaz; hemen yeni efendiye ya da efendilere kulluğa koşmalar: için insanların ensesinde saklayan bir nüfuz ve iktidar kırbacı olarak, bu sefer yeniler tarafından güvenle kulla­nılmaya başlar.

 

3. Firavunun tanrılık iddiasının ruhanî ve metafizik anlamda olmaktan çok, siyasî ve mülkî anlamda olduğu­nu az çok görebiliyoruz artık. Bu da 'Rab' teriminin, bölü­mün başında verilen üçüncü, dördüncü ve beşinci anlam kategorilerine denk düşüyor. 'Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum' derken, göz yıldırıcı bir tekebbürle Firavun’un gerçekte belirtmek, hatırlatmak istediği husus, kendisinin Mısır'ın tek sahibi, Mısır halkının tek efendisi olduğu hususudur. Firavun, bununla, 'Ülkenin sahibi ve efendisi benim, o halde bu ülkede külli ve nihaî anlamda sadece benim sözüm geçer; kuralları, yasaları ben koya­rım ve dolayısıyla fiilen Rabbinız benim; bana uyup itaate devam ettiğiniz halde, kalkıp bir başka Rab aramanız fanteziden öteye geçmez' demek istiyor. Kur'an-ı Ke-rim'de verilen tasvire göre de Firavun'un demek istediği budur:

 

"Ve Firavun topyekûn kavmine seslendi: 'Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve ayaklarımın altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" Zuh-ruf.51

 

Bu anlamdaki Rabblik iddiasını, hemen aynı çizgiler­le Nemrûd'da da görmüştük:

 

Allah kendisine mülkü verdi diye İbrahim'le Rabb’i hakkında çekişene ne dersin?

 

Yine, Hz. Yusuf döneminde Mısır'ın başında bulunan Firavun'un Mısır halkı nezdinde güttüğü Rabliğin de esas itibariyle mülkî ve siyasî bir içerik taşıdığından şüp­he yoktur.

 

4. Hz. Musa'yla Firavun ve çevresi arasında cereyan eden tartışmanın, Musa'nın (a.s) ötekileri, Alemlerin Rabb’i olan Allah'tan başka kimseyi, hiç bir düzeyde ve hiç bir anlamda ilâh ve Rab olarak görmemeleri gerektiği yolundaki uyarmasıyla başladığı aşikârdır. Tartışmanın asıl can alıcı noktası, kuşku yok ki, Musa'nın, mesajında, Allah'ın sadece göklerde ve tabiatüstü planda değil, yer­yüzünde de, toplumsal ve siyasal planda gerçek hüküm ve sulta sahibi biricik ilâh ve Rab olduğu gerçeğini vurgulamasıdır. Bu gerçeği görmeye çağırmak; insanları, Al­lah'tan başka kulluk ve uyduluk edilen herkese ve her gü­ce karşı başkaldırmaya, Allah'tan başka kimsenin yasa­ma yetkisini tanımamaya çağırmak anlamına geliyordu. Nitekim Allah'ın Firavun ve kavmine gönderdiği elçi ol­mak sıfatıyla, Hz. Musa'nın görevi de insanları böyle onur kurtarıcı bir uyanışa çağırmak ve vahiy yoluyla algıladığı ilâhi emir ve yasakları tebliğ etmekten ibarettir. Öte yan­dan İlâhi yasaların tebliğinde ehil ve liyakat sahibi gö­rüldüğüne göre, onların icrasında da Allah'ın Elçisi başı çekmeli ve dolayısıyla yönetme yetki ve otoritesini, Fira vun gibi despotlar, zalimler değil, Musa (a.s.) elinde topla­malıydı. İşte Firavun ve seçkinler çevresini rahatsız eden de buydu; bütün endişeleri, Musa ve Harun'un, kendi nüfuz ve otoritelerini zaafa uğratıp, iktidarı ellerine geçir­meleri, yerleşik düzeni yıkıp yerine yoksul ve mazlumlara haklarını ve onurlarını geri veren bir düzen getirmeleri ihtimalinde toplanıyordu.

 

"Muhakkak ki, Musa'yı âyetlerimizle ve açık bir bel­geyle (sultan: otorite?) Firavun ve onun seçkinler çev­resine gönderdik.

 

"Onlar Firavunun buyruğuna boyun eğdiler. Oysa Firavun'un buyruğu hiç de doğruya iletici değildi." Hûd.96-97

 

"Doğrusu, onlardan önce Firavunun kavmini de sına­dık; onlara onurlu, erdem sahibi bir Elçi gelmişti,

 

'Allah'ın kullarını bana bırakın; doğrusu ben sizin için güvenilir bir elçiyim' diyerek,

 

'Allah'a karşı küstahlık etmeyin; işte size apaçık bir kanıt getiriyorum." Duhân 17–18–19

 

"Doğrusu, biz, Firavun'a bir elçi gönderdiğimiz gibi, size de durumunuza tanıklık eden bir elçi gönderdik;

 

"Firavun Elçiye burun dikti; biz de onu amansızcasına yakaladık." Müzemmil. 15-16

 

"(Firavun): 'Sizin Rabb'iniz de kim oluyor, ey Musa?' dedi,

 

"(Musa): Rabb'imiz' dedi, 'her şeye hilkatini (yaratılı­şını) veren, sonra da doğru yola yöneltendir'." Tâhâ.49-50

 

"Firavun: 'Alemlerin Rabb’i de kim oluyor?' dedi,

 

'Göklerin ve yerin Rabb'ı dedi, Musa, 've bu ikisi arasında var olan her şeyin; tabii, eğer doğruyu ara­yıp, ona teslim olmaya niyetli kimselerseniz.'

 

"(Firavun) çevresinde bulunanlara, 'işitiyor musu­nuz?' dedi;

 

"O sizin de Rabb"iniz diye ekledi, Musa, 'geçmiş ata­larınızın da Rabb’i.

 

"Bu size gönderilen elçi düpedüz delinin biri' dedi, Fi­ravun;

 

"(Musa): 'Doğunun ve Batının Rabb'idir O,' dedi 'Ve ikisi arasında var olan her şeyin; tabii, eğer aklınızı kullanmak isterseniz'. (Bunun üzerine, Firavun): 'Şu­nu bil ki,' dedi, 'eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni mutlaka zindandakilerin yanına katacağım!" Şuârâ.23,24,25,26,27,28,29

 

"Sen sihrinle', dedi, Firavun, 'bizi yurdumuzdan çı­karmaya mı geldin, ey Musa?" Tâhâ.57

 

"Firavun: 'Bırakın, Musa'yı öldüreyim de Rabb'ini çağırsın bakalım!' dedi, 'Çünkü bunu yapmazsam, onun, dininizi değiştirmesinden ya da ülkede boz­gunculuk çıkarmasından korkarım," Mü'min.26

 

"Ve, 'Bu ikisinin büyücü oldukları besbelli' dediler, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ör­nek yol olarak seçip benimsediğiniz düzeni ortadan kaldırmak istiyorlar'." Tâhâ.63

 

Buraya kadar sıraladığımız âyetlerin ışığında rahat­lıkla ifâde edebiliriz ki, 'rubûbiyyet' konusunda, Nil vadi­sinde hüküm süren karanlık da, başka dönemlerde ve başka ülkelerde yaşayıp gitmiş toplumların gömüldüğü ruhsal ve zihinsel karanlıktan pek farklı değil. Ve yine   ifâde edebiliriz ki, Musa'yla Harun'un (a.s.), Mısırlıların karanlık dünyasına tutmak istedikleri ışık da, onlardan önceki resullerin kendi çağlarının karanlığına tutmak is­tedikleri ışıkla aynı kaynaktan besleniyordu: Tevhid kaynağından.

 

Yahudiler ve Hristiyanlar

 

Tarihsel sıraya göre, Kur'an-ı Kerim'de Firavun ve kavminden sonra vahye karşı tavırlarından sözedilen top­lumlar, İsrailoğulları'yla, Yahudi ve Hristiyan kültlerini (inanç- ibadet sistemi) din olarak benimseyen toplumlar­dır. Bu toplumlar için Allah'ın varlığını, ulâhiyyetini ya da rubûbiyyetini tanımamak gibi bir soruna yer olmadığı sarahaten biliniyor. Kur'an-ı Kerim bu toplumları ehî-i Kitap' diye adlandırırken, onların bu konudaki inançları­na bizatihi tanıklık eder gibidir. Peki, bu toplumları, Kur'an'ın deyimiyle, yoldan çıkaran itikâdî ve amelî hata ya da sapıklığın mahiyeti neydi, öyleyse? Bu incelemede cevabını aradığımız önemli suallerden biri de budur za­ten. Bu soruya cevap olarak Kur'an-ı Kerimden şunları okuyoruz:

 

"De ki; 'Ey Kitaplılar, gerçek ve doğru olanı bırakıp da, dininizde taşkınlığa, abartıya düşmeyin; başından beri sapmış, pek çoklarını da saptırmış ve böylece doğru ve düzgün yoldan ayrılmış bir topluluğun arzu ve isteklerine boyun eğmeyin'." Mâide.77

 

Bu âyetten anlaşılıyor ki, Yahudi ve Hıristiyanlar da, temelde önceki toplumlarla aynı sapıklığı sergilemişler ve doğruyla, gerçekle bağdaşmayan tutku ve eğilimlerinde bağnazlık, tutuculuk gösterip, hatta bunları dinsel söylem içinde sistemleştirmeye kalkışıp dinlerinde taşkınlığa, abartıya düşmüşlerdir. Bu konudaki açıklamayı yine Kur'an'dan izleyelim:

 

"Yahudiler: 'Üzeyir Allah'ın oğludur', Hıristiyanlar da, 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler; bu onların boşboğaz­ca uydurduktan bir lakırdıdan ibarettir; kendilerin­den önce yok sayan, yalanlayan toplumların sözüne, söylemine öykünüyorlar...." Tevbe.30

 

"Gerçek şu ki: 'Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisi­dir' diyenler kesinlikle küfretmişlerdir. Oysa, Mesih: 'Ey İsrailoğulları' demiştir, 'benim de, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a kulluk edin...'...." Maide.72

 

"Şüphesiz, 'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler kesin­likle küfretmişlerdir; çünkü tek İlah'tan başka ilâh yokki..." Mâide.73

 

"Ve Allah der ki; "Ey Meryem oğlu İsa,  sen mi insan­lara, "Allah'tan başka beni ve annemi de ilâh edinin' dedin?", 'Haşa', dedi, 'Seni tenzih ederim; hiç bir ger­çeğe dayanmadan, nasıl böyle bir şey söylemiş olabili­rim?...." Mâide.116

 

"Allah'ın, kendisine kitap, hüküm (hikmet?) ve nü­büvvet (peygamberlik) verdiği kişiye kalkıp insanla­ra: 'Allah'ı bırakıp benim kullarım olun!' demek değil, tersine, 'Kitabı öğrenen ve öğreten kimseler olarak (ya da: kitaptan öğrenip öğrete geldiğiniz gerçekler uyarınca) Rabb'e yürekten bağlı kullar olun!' demek yakışır."(Böyle biri) size, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi buyurmaz. Siz Müslüman olduktan sonra, kalkıp size hiç küfrü emreder mi?" Âl'i îm-rân.79-80

 

Bu âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Hıristiyanların sapıklığı, peygamberleri, aziz ya da ermiş gö­züyle baktıkları bir takım ruhanî liderleri, melekleri v.s. bunların birer kul ve yaratık oldukları gerçeğini bir kena­ra bırakacak kadar gözlerinde büyütmeleri ve onlara bir takım tanrısal nitelikler yakıştırmalarıyla ilgilidir. Bu toplumlar ya da topluluklar, kendilerine gönderilen pey­gamberlere, genel olarak, onlar hayattayken karşı çıkmış­lar, zulmetmişler, hatta onların canlarına kıymışlar; ama bir ya da bir kaç kuşak sonra, onları yerleşik dinlerin ve kültürlerin şirk karakterli motifleriyle yoğurup, birer tan­rı, yarı-tanrı ya da tanrı-oğlu olarak mitolojik figürler ha­linde adetâ yeniden ortaya çıkarmışlardır. Yahudi ve Hristiyan kültü içinde böylesi bir tarihsel kimlik dönüşü­mü geçirerek tanınmaz hale gelen peygamberler, artık sadece birer peygamber olarak değil, evrene ve onun düze­nine hükmeden; dua ve yakarışlara cevap veren, günahla­rı affedip, kurtuluş ve anma bahşeden; darlık ve sıkıntı anlarında bendelerinin imdadına yetişen birer tapınma objesi, birer ilâh, birer rab olarak çıkıyorlar karşımıza.

 

Yahudi ve Hıristiyanlarda görülen ve belki de ilkinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan ikinci ciddi sa­pıklık ise: teşrîde (yasamada), helâl ve haramın tâyininde içine düştükleri otorite sapmasıyla ilgilidir.

 

"Onlar, Allah'ı bırakıp, bilginlerini (ilahiyatçılarını ya da kâhinlerini) ve rahiplerini Rabler edindiler." Tev-be.31

Ayetiyle belirtildiği gibi, bu toplumlarda görevi yal­nızca insanlara Allah'ın hüküm ve buyruklarını öğretip, açıklamak, insanları Allah'ın hoşnut olacağı çizgide ahlaken ve ruhen eğitmek olan malûmat ve nüfuz sahibi kimseler, zaman içinde toplumla öyle bir nüfuz bağlanma etkileşimi içine girdiler ki, artık Allah'ın hükmüne baş­vurmadan helâl ve haramı kendi reylerine (görüşlerine), kendi arzu ve heveslerine göre tâyin ve tesbit eder oldu­lar. Bu durum da, Yahudi ve Hıristiyan toplumlarını, ken­dilerinden önceki Âd, Semûd, Medyen ve öteki sapık top­lumlar gibi, meleklere, ruhanî figürlere tabiatüstü sferde; haham ve rahip statüsündeki cemaat ve kilise liderlerine de ahlâkî, siyasî ve içtimai sferde, rubûbiyyetinde  Allah'a ortak olan tanrılar olarak yönelme sapıklığına sürükledi. Bu toplumlar da böylece, öncekiler gibi, gerçek ilâhî yasa­ları, ilkeleri bir kenara bırakıp, birey ve toplum hayatın­da, hukukta, muamelatta beşer kaynaklı düzenlere, kula kul eden sistemlere bağlanmayı seçtiler. Kuran-ı Kerim, bu toplumların durumunu, 'cipt’ ve 'tâgût' gibi şümullü, kapsayıcı terimler çevresinde, şöyle dile getiriyor:

 

"Kendilerine Kitaptan (ilimden) bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar cipt’e ve tâgut'a inanıyorlar ve küfredenlere: 'Bunlar, inananlardan daha doğru bir yol üzerindeler' diyorlar." Nisâ.51

 

"De ki, 'Allah katındaki karşılığı bakımından bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah kime ki lanet etmiş ve hışmını göstermiş, kimleri ki, tâgût'a kulluk etmelerinden ötürü maymunlara ve domuzla­ra döndürmüşse, işte onlar yer olarak daha kötü, da­ha aşağılıktırlar ve doğru ve düzgün yoldan daha uzaktırlar." Mâide.60

 

Cipt, müfessirlerin genel kanısına göre, falcılık, bü­yücülük, kâhinlik, müneccimlik gibi meslek ve uğraşları; uğur, tılsım, nazar gibi boş-inançları; ölülerle, ruhlarla, fizikötesi, gaybî güçlerle, mevhum varlıklarla kurulmaya çalışılan ya da kurulduğu iddia edilen her türlü speküla­tif ilgi ve ilişkiyi; harflerle, sayılarla, tarihlerle, renklerle ve bir takım özel nesnelerle yapılan her türlü mistifîkasyonu ifâde etmek üzere kullanılan kuşatıcı bir kavram, bir anahtar terimdir.

 

Tâğût, sözcüğü ise, daha önce de belirtildiği gibi, bir kul ya da yaratık (hads) olarak, Allah'a ve O'nun yasa­lar dizgesine boyun eğmek yerine, kendisine uygun düşen konumu ve statüyü aşarak Allah'a başkaldıran; nüfuz ve iktidar tutkusunu azgınlığa, taşkınlığa vardırıp kendisin­de tanrısal nitelikler vehmeden; yapılması ya da gerçekleştirilmesi ancak Allah'ın kudret ve yetkisinde olan işleri yapmaya kalkışıp bu hususta ilâhlık, rablik anlamında üstünlük ve yücelik iddialarıyla ortaya çıkan; gerçek ya da mecazî anlamda kendisine ölümsüzlük, mutlak, külli ve gaybî ilim, zamandan ve mekândan bağımsızlık niteli­ği yakıştıran ya da yakıştırılan; insanları, açık ya da ka­palı, kendisine kulluğa çağıran ve bu yolda gerekirse zo­ra başvuran kimseler, zümreler, güçler ve sistemlere veri­len genel ad olarak biliniyor.

Yahudi ve Hristiyanlar, yukarda zikri geçen iki bü­yük hatadan ilkini irtikâp etmekle zihnen içinden çıkıl­maz karmaşık boş inaçlar ve mitolojik vehimler içine gömülmüşler; ikincisini irtikâp etmekle de, helâl ve hara­mın tayini konusundaki keyfî tasarruflara girişerek işi Allah'a savaş açmak, baş kaldırmak noktasına vardıran hahamların, rahiplerin, kilise ve mezhep ulularının tutsa­ğı, uydusu durumuna düşmüşlerdir.

 

Arap Müşrikleri

 

Tarihsel sıraya ve Kur'an'daki anlatıma bağlı kala­rak incelediğimiz kavimler, toplumlar zincirinin son hal­kasını, irşad ve uyarılmaları için Hz. Muhammed'in görevlendirildiği; Kur'an mesajının da ilk ağızda ve doğru­dan kendilerine hitap ettiği Arap toplumu, Arap müşrik­leri oluşturuyor. Bunların ulûhiyyet ve rubûbiyyet konu­sundaki yanlış anlayışları, bozuk itikatları neydi? Al­lah'ın varlığını bilmiyor ya da bildikleri halde inkâr mı ediyorlardı? Kendilerine Allah'ın varlığını tanıtmak, ka­bul ettirmek için mi Resul gönderilmişti? Allah'ın 'Rab'lı­ğı, İlahlığı konusunda kuşkuları vardı da, ya da böyle bir gerçekten tamamen habersizdiler de, Kur'an onların bu kuşkularını gidermek ya da onlara Allah'ın bir 'ilâh' ve 'Rab' olduğunu ilk kez haber vermek için mi indirilmiş­ti? Allah'ın kulluk edilmeye lâyık bir tanrı, dua ve yaka­rışları işitip, yardıma yetişen bir Rab olduğuna inanmı­yorlar mıydı? Lât, Menat, Uzza ve Hubel gibi putların, bir takım tapınma objelerinin, bir takım sembolik nesnelerin mi evrenin gerçek yaratıcısı, düzenleyicisi ve yöneticisi ol­duğuna inanıyorlardı? Bu düzmece tanrılar mıydı, hukukta, muamelatta ve toplum yönetiminde yasa koyucu ola­rak kendilerine başvurulan otoriteler? Arap müşrikleri­nin Allah'ın varlığını tanımadıkları imasıyla yüklü bu ka­bil bütün sorulara Kur'an-ı Kerim'de bulunabilecek bütün cevapların olumsuz olduğunu hiç tereddüt etmeden söyle­yebiliriz. Çünkü Kur'an bu bakımdan incelendiği zaman hemen görülecektir ki, Arap müşrikleri sadece Allah'ın varlığını tanımakla kalmıyorlar, O'nun evrenin hatta öte­ki tanrıların yaratıcısı olduğuna da tereddütsüz inanıyor ve O'nu eşyaya ve insanlara hükmeden üstün ve büyük ilâh, büyük Rab olarak görüyorlardı. Hatta yeri gelince öteki tanrıları bir kenara bırakıp, son çare, büyük kapı olarak O'na başvurmaktan, törensel gösteriler içinde O'na sığınmaktan geri kalmıyorlardı. Onların gözünde de, âle­min yaratıcısı, mülkün sahibi ve yöneticisi, öteki tanrılar değil, Yüce Allah'tır yine:

 

 

"De ki, 'Biliyorsanız, söyleyin hadi: kimindir Yer­yüzü ve içindekiler?';

 

'Allah'ın' diyecekler. De ki, 'Peki, o halde, düşünüp gerçeği görmeyecek misiniz artık?'

 

Yedi göğün Rabb'i kimdir?' diye sor, 'kimdir, büyük arşın Rabb'i?'

 

'Allah' diyecekler. De ki, 'Peki, öyleyse niçin sakınmı­yorsunuz.?'

 

"De ki, 'Biliyorsanız, söyleyin hadi: her şeyin mülkünü (kaderini, künhünü) elinde tutan kim? Ve kim, koru­yup kollayan; ama kendisine karşı kimsenin, kimseyi koruyup kollamayacağı?' '

 

'Allah'tır diyecekler. De ki, 'öyleyse, nasıl aldanıyor­sunuz? (ya da nasıl büyüleniyorsunuz?)'

 

"Halbuki, biz onlara doğruyu, gerçeği (hakkı) getir­dik; onlarsa düpedüz yalancılık yapıyorlar." Mü'mi-nûn.84,85,86,87,88,89,90.

 

"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Tu tun ki, (onlarla bir) gemidesiniz; gemi tatlı, hafif bir rüzgârla alıp götürüyor onları; onların da bu yüzden içleri ra­hat, seviniyorlar; ama birden azgın bir kasırga çıkıp gemiyi yakalıyor; her yandan dalgalar saldırıyor on­lara. Bu durumda artık bütün bütün kuşatıldıklarını düşünürler; işte o an, dini Allah'a özgü kılarak (bü­tün kalpleriyle Allah'a sığınırak, Allah'a yönelerek) yakarırlar: 'Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mu­hakkak sana şükreden kullardan olacağız!'

 

"Ama onları kurtarınca, hemen hakkı bırakıp yeryü­zünde kötülük, taşkınlık yapmaya koyulurlar. Ey in­sanlar, kötülüğünüz, taşkınlığınız sadece kendi aleyhinizedir; dünya hayatının geçici avuntusu, hepsi bu; sonra dönüşünüz yine bize olacaktır ve o zaman yap­tıklarınızı size bir bir söyleyeceğiz." Yunus.22,23.

 

 "Denizde bir felaket, bir darlık başınıza geldiği zaman, O'nun dışında, bütün yalvarıp yakardıklarınız kaybolup gider; ama ne zaman ki sizi kurtarıp ka­raya çıkarırız, o zaman hemen yüz çevirirsiniz. Ne kadar nankördür insan!" îsrâ.67.

 

Mekke müşriklerinin birer ilâh ve Rab olarak itibar ettikleri öteki varlıklara gelince, Kur'an-ı Kerim bunları Arapların kendi ağızlarından şöyle dile getiriyor:

 

 "....'Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar di­ye (ya da yaklaştırıyorlar diye) kulluk ediyoruz' diye­rek Ondan başka veliler (dostlar, hamiler) edinenle­re gelince..." Sâd.3.

 

 "Allah'ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyecek olan şeylere kulluk ediyorlar ve 'Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımız (şefaatçileri­miz)' diyorlar..." Yûnus!l8

 

Arap müşriklerinin, bu düzmece tanrıları yaratıcı ye­rine koymadıkları, ayrıca onları hidayet bahşedici (doğru­ya yöneltici) ilâhlar olarak da görmedikleri anlaşılıyor:

 

"De ki, 'Hiç sizin, Allah'a ortak olarak benimsediğiniz şeylerden (ya da kimselerden) yaratmayı başlatabile­cek ve sonra onu tekrarlayıp sürdürebilecek olan varmı?'. De ki, 'Yaratmaya başlayan ve tekrarlayıp sür­düren Allah'tır. Öyleyse nasıl yalana ve inkâra zorla­nıyorsunuz?"

"De ki, 'Hiç sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden (ya da kimselerden) hakk'a yöneltecek olan var mı?

 

 

De ki, 'Hakk'a yönelten Allah'tır. Hakka yönelten'e mi uymak, bağlanmak doğrudur, yoksa kendisine yol gösterilmedikçe yolunu bulamayana mı? Öyleyse, ne­yiniz var? Nasıl hükmediyorsunuz?" Yûnus.34-35

 

 

Bütün bu kabil sorulara karşılık, müşriklerin, her za­manki muarız tutumlarına rağmen, apaçık gerçeği gör­mezden gelemeyerek, ya beklenen doğru cevabı verdikle­rini, ya da 'de ki' buyruğuyla Resûl'e söyletilen gerçeği su­sarak doğruladıklarını görüyoruz. Bu da onların, bu son âyetlerden anlaşıldığı gibi, yaratıcı ve hidayet edici Rab olarak; yaratıcı ve yarattığı her şeye kendi mahiyetine gö­re bir var olma ya da yaşama yolu ve yordamı bahşedici Rab olarak Lâfı, Uzza'yı, Menâfi değil, fakat Yüce Allah'ı tanıdıklarını gösteriyor. Peki, öyleyse, umumiyeti itiba­riyle Kur'an-ı Kerim'in indirilmesine sebep teşkil eden ve Allah Resulünün zihinlerden silmek ya da düzeltmek için yirmi üç yıl mücadele ettiği yanlış telakkiler, çarpık inanç­lar ve özellikle de, bu bölümün konusu olan 'rubûbiyyet' hakkında Tevhid inancıyla bağdaşmayan görüş ve eğilim­ler neydi, Mekke toplumunda? Bu sorunun cevabını Kur'-an'da ararken, görüyoruz ki, o günkü Arapları da Tevhid inancının dışında tutan, daha önceki toplumlarda olduğu gibi, başlıca iki basit ama ciddi hata, iki çarpık telakki var:

 

 Ulûhiyyet ve rubûbiyyet konusunda, bu terimle­rin tabiatüstü çağrışımları itibariyle, Araplar Allah'a bir takım ortaklar yakıştırıyorlar; meleklerin, aziz ya da er­miş diye bilinen bir takım ölmüş kimselerin, güneş, ay, yıldız gibi gök cisimlerinin, sebep sonuç bağlantısının ve olabilirlik koşullarının ötesinde, olaylar ve nesneler üze­rinde etki ve tasarruf sahibi olduklarına inanıyorlardı. Bunun içindir ki, Allah'la beraber, zikri geçen varlıklara ya da mevhum (düzmece) tanrılara da kulluk göster­mek istiyorlar; törensel başvurular ve dualarla onlardan da yardım umuyor, onları da yüceltip taziz etmek istiyor­lardı.

Ticaret, muamelat, siyaset ve yönetim gibi dün­yevî meselelere gelince, Araplar bu konularda Allah'ın Rab'lık sıfat ve yetkisini adetâ bilmezlikten gelerek, ya­sama ve buyurma yetkisini rahiplere ya da kâhinlere, kavim-kabile büyüklerine bırakıp, onların hükmüne boyun eğiyorlardı.

Arapların, birinci şıkta ifade etmeye çalıştığımız sa­pıklıkları konusunda Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniyor:

 

"İnsanlardan kimi de Allah'a kararsızca ve dönekçe kulluk eder; başına bir hayır, bir iyilik gelirse buna sevinir, hoşnut olur; ama başına bir belâ, bir kötülük gelirse, hemen yüz üstü geri döner. Böylesi, dünyayı da âhireti de kaybetmiştir; işte apaçık kayıp da bu­dur zaten.

 

"(Yine böylesi), Allah'ı bırakıp, kendisine ne zarar, ne de yarar veremeyecek olan şeylere yalvarıp, yakarır. İşte en büyük sapıklık da budur.

 

"Zararı faydasından daha yakın olana yalvarır; bu ne kötü mevlâ (yardımcı) ve ne kötü arkadaş!" Hac. 11.12.13

 

"Allah'a karşı yalan uyduran ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Kuşkusuz, suçlular umduklarına ulaşamazlar.

 

"Allan' ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de yarar ve­recek durumda olmayan şeylere (ya da kimselere) kulluk ediyor ve "Bunlar bizim Allah katındaki kayı rıcılarımız!" diyorlar. De ki, 'Siz Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz'; Onla­rın ortak koşmalarından (da, ortak koştukları şeyler­den de) uzaktır ve yücedir O." Yûnus. 17-18

 

"De ki, "Allah'ı bırakıp da, size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsu­nuz? Oysa Allah her şeyi işiten, her şeyi görendir." Mâide.76

 

"İnsanın başına bir darlık, bir felaket geldi mi, yürek­ten Rabb'ine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, ona katından bir nimet verince, önceden kime yalvar­mış olduğunu unutuverir; insanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki, "Küfrünle bi­raz oyalan, bakalım; şüphesiz, sen cehennemlik soy­dansın." Zumer.8

 

"Size ulaşan her nimet Allah'dandır. Sonra başınıza bir sıkıntı geldiği zaman, hemen O'na sığınırsınız.

 

"Sonra, sizden o sıkıntıyı giderdiği zaman, içinizden bir fırka (grup) hemen Rab'lerine ortak koşar;

 

"Sırf, kendilerine verdiğimiz nimeti nankörce örtüp gizlemek içindir, bu. Böylece hele oyalanın, bakalım; yakında gerçeği öğreneceksiniz.

 

Kendilerine verdiğimiz rızıktan, haklarında bir şey bilmedikleri şeylere de bir pay ayırıyorlar. Allah'a and olsun ki, uydura geldiğiniz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz." Nahl.53,54,55,56

 

Cahiliyye dönemi Araplannın, ikinci şıkta belirtilen sapıklıkları konusunda da Kur'an-ı Kerim şöyle tanıklık ediyor:

 

"Allah'ın yarattığı ekinden ve hayvanlardan, 'Bu Allah'a, bu da O'nun yanımızdaki ortaklanna' diyerek, güya Allah'a pay ayırıyorlar. Oysa, Allah'ın ortaklan olarak gördükleri kimseler için ayrılan, Allah'a ulaş­mıyor; ama Allah için ayrılan, bu sözde 'ortaklar'a ulaşıyor. Bu hükmettikleri şey ne kötü!

 

"Bunun gibi, yine bu sözde 'ortakları' (hüküm ve kazada Allah'a ortak koşup, böylece ilâh ve Rab yerine koydukları kimseler), onları yıkıma sürüklemek ve dinlerini bozup karıştırmak için, müşriklerden çoğu­nu çocuklarının canına kıymaya özendirdiler. Oysa, eğer Allah dilemiş olsaydı, böyle yapmazlardı. Ma­dem öyle, sen de onları iftiralarıyla baş başa bırak!" En'âm. 136-137

 

Açıktır ki, bu âyetlerin orjinalinde geçen  (ortakları) deyimi, mücessem putları ve bu kabil tapınma objelerini değil, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in hanif dinini tahrif ederek, o günkü müşrik Arap insanına, din gayreti içinde çocuklarının canına kıymayı soylu ve erdemli bir davranış olarak öğütleyen kavim-kabile büyüklerini, top­lumun sözü dinlenir önderlerini imâ ediyor. Nitekim yukarıdaki âyetlerde müşrik Arapların gözünde Allah'ın or­takları olarak yer tuttuğu imâ edilen figürler, metinden açıkça anlaşıldığı gibi, ne evrenin sevk ve idaresinde oy­nadıkları rollerle, ne de insanları kendilerine biçimsel ta­pınmaya ya da duaya çağıran, Özendiren karakterleriyle karşımıza çıkıyorlar. Demek ki, put, vesen, idol türünden sembolik ilâhlar, sembolik 'ortaklar' değil bunlar; tersine, yasa ve törelerin oluşup yerleşmesinde nüfuz ve rol sahibi olan gerçek (reel) kişiler, toplumsal güç odakları ya da siyası ve dini otoritelerdir bunlar. Aşağıdaki âyetten de bu anlaşılıyor zaten:

 

"Yoksa onların, din konusunda Allah'ın izin vermedi ği şeyi yasa olarak koyan düzmece ilâhları (ortakları) mı var?..." Şûrâ.21

Burada bu ayetten açıkça anlaşılan şudur ki; müşrik Arapların, din konusunda önderlerinin yasa koyucu tutum ve tavır­larına boyun eğmeleri, onları birer İlâh ve Rab olarak Al­lah'a ortak koşmalarından başka bir anlama gelmemek­tedir.

 

Bütün bu açıklamalardan sonra, 'Rab' kavramı çevre­sinde Kur'an-ı Kerîm'den çıkarmamız gereken öğretiyi şöyle özetleyebiliriz, sanırım:

 

Allah, beşer olarak bizim ve evrende var olan her şeyin Rabbi ve mürebbisidir (besleyip, büyüten, yetiştiren; ya­rattıklarını belli niteliklerle, yetilerle, yatkınlıklarla donatan; onların her birinin kendi karakterleri doğrultu­sunda inkişaf edip olgunlaşmalarını sağlayan ve bir yara­tıcı olarak, yarattıklarının eksik ve ihtiyaçlarından ha­berdar olup onları karşılayan).

 

Yine Allah, bizim kefilimiz, velimiz ve vekilimizdir. Gerçek koruyucumuz, hamimiz de O'dur, kuşkusuz.

 

Bunun içindir ki, insanın, hayatını anlamlı ve tutarlı bir yapı halinde üzerinde yükseltebileceği en sağlam te­mel, eşi ve ortağı olmayan böyle bir Rabb'e inanması, Tevhid inancına bağlı kalmasıdır. Bu, onun doğuştan ge­tirdiği düşünsel ve ruhsal yatkınlıkların bir gereği olduğu gibi, yaratılışının da en katıksız bir ifâdesi olacaktır. De­ğişik ırklara, toplumlara, değişik kültürlere mensup in­sanların bir 'ümmet' halinde bir araya gelip kaynaşması da, üstün otorite ve gözetici olarak odağında tüm âlem­lerin Rabb'i Allah'ın yer aldığı, katıksız Tevhid öğretisine dayalı bir inanç, töre, mülkiyet ve siyâset düzeninin ayak­ta kalmasıyla mümkündür ancak.

 

Böyle bir inanç, dünya görüşü ve yaşama düzeni için­de, kulluğa, mutlak itaat ve teslimiyete lâyık yegâne Rab, yegâne sahip Allah'tır.

 

 

Canlı/cansız, görünen/görünmeyen, tüm âlemlerin gerçek sahibi ve efendisi, mutlak yöneticisi ve gözeticisidir O.

 

Kur'an'dan çıkarsadığımız tanımlamaya göre, bütün bu sıfat ve niteliklerin hepsinin topluca 'rubâbiyyet' kav­ramı içinde düşünülmesi ve 'rubâbiyyet'in de bütün şü­mulüyle yalnızca Allah'a izafe edilmesi gerekmektedir. Hal böyleyken, gerek Arap müşrikleri ve gerekse tevhid öğretisinin karşısında yer alan öteki kavimler 'rubâbiy­yet' kavramını, deyim yerindeyse, birbirinden bağımsız değişik anlam öbekleri halinde algılamak ve böylece bütü­nün değişik veçhelerini aktüel planda değişik varlıklara izafe etmek yanılgısına düşmüşlerdir. Daha önceki vahyî bildiriler gibi, öncelikle, vehim ve zanlara dayanan bu ka­bil tevhid dışı inanç ve tutumları gidermek için indirilmiş bulunan Kur'an da, keskin dialektiğiyle göstermiştir ki: sınırsız bir bolluk ve çeşitlilik içinde ıssız bucaksız evreni yaratan Rab başka, onun şaşmaz bir düzen ve ahenk içinde sürüp gitmesini sağlayan Rab başka olamaz; âkîl, gayr-ı âkîl tüm canlılara hayat veren Rab başka, onları büyütüp besleyen, barındıran, belli ilke ve yasalara göre çekip çeviren Rab başka olamaz ve nihayet insanı bir kan pıhtısından yaratan, onu öldüren ve diriltecek olan Rab başka, ona bireysel ve toplumsal hayatında uyacağı yasa­ları koyan, yürüyeceği yolu gösteren Rab başka olamaz. Bu itibarla, kim ki, rubûbiyyeti, şu ya da bu veçhesiyle kısmen de olsa, Allah'tan başka birine, bir kişiye, bir obje­ye, bir güce, bir sisteme yakıştırırsa, sadece, tüm varlığa hâkim en temel hakikate ters bir yol tutmuş, ona başkaldırmış olmakla kalmaz, böylece gösterdiği nankörlük yü­zünden kendi ebedi mutluluğunu, esenliğini de tehlikeye atmış olur.

 

Üçüncü terimimiz İbadet…

 

 

‘’İbâdet), Ubûdiyyet, (abdiyyet) (â.be.de) fiilinin mastarlarıdır bunlar. Sözcük lügatte, baş eğmek, boyun eğmek (hudû'), tevazu ya da al­çakgönüllülük (tezellül) göstermek anlamlarına geliyor. Kişinin bir başkasına, hiç bir direnç göstermeden, isyana kalkışmadan dosdoğru ve sadâkatle teslim olması, gönül­den bağlanıp boyun eğmesi... Öyle bir teslimiyet ve boyun eğiş ki, teslim olunanın her türlü arzusu ve dileği teslim  olan için uyulması zorunlu bir emir, yerine getirilmesi ka­çınılmaz bir görev oluyor. Bunun içindir ki, Araplar, yu­muşak huylu, uysal deveye muabbed deve, yürünmesi kolay, düz ve kestirme yola da muabbed yol tabir ederler.

 

Sözcüğün bu kök anlamından, kulluk, itaat, hizmet, ilâh yerine koyma, kayd (sınır, ölçü, bağlanca), men' (ya­sak, engel, mania) gibi birbirine yakın, birbirini tamamla­yan anlamlar türemiştir.

 

Bütün bu lügat verilerinden hareketle, 'ali (â-be-de) fiil kökündeki ana yüklemin ya da merkezî anlamın, in­sanın, kendisinden üstün ve yüce gördüğü bir varlığın önünde eğilmesi; özgürlüğünden, bağımsızlığından vaz­geçip, bu yolda her türlü direnmeyi, isyan ve dik başlığı bir kenara bırakıp böyle bir varlığın hüküm ve irâdesine baş eğmesi olduğunu söyleyebiliriz artık. 'İbâdet' ve 'Abd' sözcüklerinin bir Arabın zihninde uyandırdığı ilk çağrışımlar 'kulluk', 'kölelik' ve 'bağımlılık" tır. Bir köle­den ya da kuldan zuhuru beklenen en belli başlı tavır, efendisine itaat etmek, onun arzu ve emirlerini yerine ge­tirmek olduğuna göre, 'ibâdet' sözcüğünde de hâkim yük­lemin, baş eğmek, boyun eğmek, itaat etmek ve teslim ol­mak anlamları çevresinde odaklandığını söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, kul ya da köle, kulluğu, köleliği bile­rek isteyerek kendi seçimiyle benimsemişse, o zaman, efendisine sadece fiilen ve bedenen itaat etmekle kalmı­yor, onu zihnen de kendisinden üstün görüp yüceltiyor de­mektir; bu durumda kulun, efendisine karşı, nimet ve ih­sanlarından ötürü duyduğu minnet ve şükran duyguları­nın, övgü ve yüceltmelerin, mahviyet içinde gösterdiği saygı ve teveccühün de 'ibâdet' olgusunun temel ifâde bi­çimlerinden olduğunu kaydetmek gerekir. Kul efendisine sadece fizikî ve haricî tesirlerin zoruyla değil de, aynı za­manda yürekten ve seçerek bağlıysa, o zaman bu bağlılı­ğını göstermek için yollar arar ve bu arada bir takım an­lamlı ifâde biçimlerine (salât, hac, kurban v.s.), temsilî eylemlere başvurur; bunların da 'ibadet' kavramının kap­samı içine girdiğini kaydedelim.

 

 

Ey îman edenler, size rızık olarak bahşettiği­miz temiz ve an nimetlerden yiyin; Ve şükredin Al­lah'a, eğer gerçekten O'na kulluk(İbadet) ediyorsanız. Ba­kara. 172

 

Bu âyetin indiriliş sebebi, İslâm öncesi Araplarının yeme içme konusunda izledikleri bir takım çarpık ve tu­tarsız âdetlerin ıslahıyla ilgilidir. Arapların, atalardan kalma yerli yersiz bir takım törelere, kurallara bağlı kal­maları, onların, toplumun nüfuzlu kişilerine, egemen güç­lerine karşı gösterdikleri boyun eğme tavrıyla doğrudan il­gili görünüyor; Allah da, müminleri yerleşik kültürün bu­laşıklarından bütün bütün arındırmak ve yerleşik kültü­rü ayakta tutmaya çalışan baskı gruplarına karşı onları uyarmak için : 'Eğer yalnızca bana kulluk etmek istiyor­sanız, başkalarının koyduğu yasak ve kuralları bir kena­ra bırakıp, benim helâl kıldığım nimetlerden yiyin, için ve başkasına değil, ancak bana şükredin' talimatını veriyor. Tabii, mü'minlerin bu talimata uyup, yerleşik kültüre karşı ıslahatçı bir tutum benimsemeleri; atalardan kalma bir takım tabu ve yasaklan ilga ederek baskı gruplarına, nüfuzlu kişilere, rahiplere karşı durmaları, onların yalnız Allah'a kulluk etmelerinin bir ifadesi, bir göstergesi ola­rak yorumlanıyor ayette.

 

De ki: "Söyleyeyim mi size, Allah katında kötü­lükte bundan daha ileri olanı? Söyleyeyim mi, Tâgût'a kulluk ettikleri için Allah'ın lanet ve gazap ederek maymuna ve domuza çevirdiği kimseleri!... İş­te, kötülükte en ileri olan bunlardır ve dümdüz yoldan sapıp çıkan da bunlar." Mâide.60

 

Gerçek şu ki, biz, her ümmetin içinden, onlara: "Allah'a kulluk(İbadet) edin ve tâgût'a sırt çevirin, ondan kaçının" diyen bir elçi çıkardık... Nahl.36

 

Tâgût'a kulluk(İbadet) etmekten kaçınan ve Allah'a yö­nelenlere gelince... onlara müjdeler olsun! Haydi, sen de müjdele kullarımı! Zümer. 17

 

Bu üç âyette de 'tâgût'a ibâdetten kasıt, ona kulluk ve itaat üzere bulunmaktır. 'Tâgût'un, Allah'a karşı isyan ve azgınlık içinde olan; Allah'ın mülkünde kendi buyruk ve yasalarını hâkim kılmaya çalışan; baskı, vaad, ulufe ya da propaganda gibi yollarla insanları kendisine itaat ve kulluğa çağıran her türlü düzen, sistem, kişi, zümre Ve otoriteyi ifâde eden bir kavram olduğunu daha önce be­lirtmiştik. Kur an'a göre, bu tür sistem, kişi ya da zümre­leri itaat mercii olarak tanıyıp, onların vazettiği buyruk ve yasalara bilerek isteyerek uymak düpedüz 'tâgût'a kul­luk, 'tâgût'a ibâdet etmek anlamına gelmektedir.

 

Aşağıdaki âyette 'ibâdet' kelimesinin, uymak, boyun eğmek, ita­at etmek anlamında kullanıldığını görüyoruz:

 

Ey âdemoğulları, ben sizden, "Şeytan'a kulluk(İbadet) et­meyeceksiniz (ona uymayacaksınız), çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır" diye söz almamış mıydım? Yâsin.60

 

Bu âyette geçen 'şeytan'a kulluk etmek'ten kastın, onu bir mabut yerine koyup da, terimin genel geçer anla­mıyla ona 'ibâdet' etmek, ona tapmak olmadığı hemen anlaşılıyor olmalı. Çünkü grupsal cinnetlerin ya da toplu ruh hastalıklarının bir türü olarak 'şeytana tapanlar' adı altında zamanımızda da nadiren rastlanan küçük, gizli şarlatan grupların dışında, hemen herkesin, hiç olmazsa zahiren şeytanı lanetle anıp, onu kendinden uzak tutmak istediğinde şüphe yoktur. Öyleyse bu âyette kastedilen şey, şeytana tapınmak, ya da onu bir mabut olarak seç­mek değil, onun iğva ve ayartılarına kendini açık tutmak  onun adımlarına ayak uydurmak, telkinlerine kanmaktır, olsa olsa. Yani şer olana uymak, şer olana boyun eğmek, Allah'tan başkasının hüküm ve rızasına teslim olmak.

 

"Toplayın zulm edenleri, onların eşlerini ve Al­lah'tan başka kulluk(İbadet) ettiklerini...toplayın da, hepsini cehennem yoluna sevk edin!

 

"Ve tutun (tutuklayın) onlan ki, sorgulanacak kimse­lerdir onlar!

 

"Hadi söyleyin, neyiniz var, niçin yardımlaşmıyorsunuz?"

 

Hayır, o gün sinip kalmışlardır onlar.

 

Ve birbirlerini sorgulamaya koyulup,

 

Derler ki: "Hani, siz bizi temin ederek yanaşıp, sureti haktan görünmüştünüz?"

 

Ötekiler, "Hayır" derler, "sizler, kendiniz de inanan kimseler değildiniz zâten."

 

"Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz, bir kanıtımız yoktu; sizler, kendiniz azgın bir toplumdunuz." Sâffât.22...30

 

Yukarıdaki ayetlerde, Allah'tan başkalarına kulluk edenlerle, kendilerine kulluk edilenler arasında geçen temsilî diyalog açıkça göstermektedir ki, bu ikinciler tanrı yerine konulan sembolik varlıklar ya da putlar değil, in­sanların önüne kurtarıcı ya da yol gösteri kılığında çıkıp onları Allah'ın yolundan çeviren, onlara Allah'ın dininden başka yollar ve töreler öneren lider durumundaki nüfuzlu kimseler, kavim kabile büyükleri yahut din adamlarıdır; halkın dostu olduklarını, halkın yararına çalıştıklarını, ıslah etmek, iyileştirmek için çaba gösterdiklerini iddia ettikleri halde, gerçekte yeryüzünde bozgunculuk çıkar­mak, harsı (ekini-kültürü) ve nesli bozmak isteyen çıkar­cı, fesatçı gruplardır bunlar, halkın, işte böylelerine boyun eğmesi, körü körüne itaat etmesi de, 'Allah'tan başkala­rına ibâdet etmek' ifadesiyle tanımlanmıştır Kur'ân-ı Kerîm'de.

 

Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler; ve Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa, kendisin­den başka ilâh bulunmayan ve onların ortak koştuğu şeylerden/kimselerden mutlak üstün ve yüce olan o Tek îlâh'a, yalnızca O'na kulluk etmekle emr olunmuşlardı. Tevbe.31

 

Burada, bilgili, malûmatlı kişileri, ra­hipleri 'Rab' yerine koymuş ve onlara ibâdet etme, kul­luk etme durumuna düşmüş olmak için, ille de onlara bi­rer tanrı gözüyle bakmak ve tapınmak gerekmediğini be­lirtelim. Böyle bir duruma düşmek için, onları helâl ve haranın tayinine yetkili görmenin ve arkalarında vahyî bir dayanak aramaksızın emir ve yasaklarına körü körü­ne uymanın yeterli olduğu daha önce kaydedilmişti. Zikri geçen âyeti yorumlarken, Hz.Peygamber'in, Hıristiyan kö­kenden gelen bir muhtediye yaptığı açıklamayı burada bir kere daha hatırlıyoruz.

 

Buraya kadar verilen örneklerin hemen hepsinde, 'ibâdet' sözcüğünün, özellikle Allah'tan başkalarına gös­terilen bağlılık, itaat ve biçimsel tazim tavrı ya da eylemi ifâde edilirken kullanıldığı dikkatli okuyucunun gözün­den kaçmamıştır. Sözcüğün, metafizik planda herhangi bir varlığa karşı duyulan içten bağlılık ve tazim; siyâsî ve teşrii planda da bir otoriteye gösterilen itaat ve teslimiyet anlamında kullanıldığı bu âyetlerde, kendisine ibâdet edilen obje ya da varlık olarak ya Şeytan'dan söz edildiğini görüyoruz, ya insanları Allah'a ibâdetten (kulluk, itaat ve teslimiyetten) alıkoyup kendilerine kulluk ve itaate zorlayan azgın güçlerden, kişilerden, genel deyimle  'tâgût'lardan; ya da Allah'ın dinini yahut teklifini kendi arzu ve çıkarları doğrultusunda tahrif ve tağyir ederek insanların dillerini ve zihinlerini karıştırıp onları, düşün­me, doğruyu eğriden ayırma yetisinden yoksun gönüllü tutsaklar güruhuna çeviren ideolojik önderlerden, ilâhi­yatçılardan, rahiplerden... Sözcüğün biçimsel tazim ve ta­pınma anlamında kullanıldığı âyetlerde ise, ibâdet objesi olarak ya tebliğ ettikleri sahih öğretilere, sergiledikleri örnek hayatlara rağmen ölümlerinden sonra mitleştirilen, tanrısal niteliklerle anılmaya başlanan peygamberler­den, velîlerden, sâlih kişilerden; ya eşya ve olaylar üzerin­de tasarruf sahibi olduklarına inanılan meleklerden ve cinlerden; ya da bütün bunların sembolleri olarak benim­senen fizikî nesnelerden, putlardan, ikonlardan (v.b.) söz edildiği anlaşılıyor. Kur'ân, ibâdet objesi olarak benim­senen, nesnel ya da ruhanî, bütün bu varlıkların birer 'mabut' olmadıklarını, olamayacaklarını, bu konuda biz­zat kendilerini tanık tutarak ortaya koyuyor ve hangi an­lamda olursa olsun onlara 'ibâdet' etmenin temelden bâtıl ve tutarsız olduğunu vurguluyor. Gaybî (görünme­yen) ya da zahirî (görünen), bütün bu varlıklar birer yara­tık olmaları haysiyetiyle Allah'ın kulları, köleleri olduğu­na göre, onlara ibâdet de yaratılışa aykırı, hakikate mugayir ve akıldışı bir haldir ve insana zillet ve bayağılık­tan başka bir kazanç getirmez. Görülüp teslim olunması kazanç getirecek gerçekse şudur: göklerde ve yerde ne varsa, hepsinin biricik sahibi ve efendisi Allah'tır; küllî kudret ve otorite, mutlak hüküm ve teşri O'nun elindedir: Öyleyse, hangi anlamda olursa olsun, ibâdete lâyık yegâne Rab, biricik îlâh O'dur.

 

 

İnsanlardan ve cinlerden, hangi biçim ve anlamda olursa olsun ibâdetlerini münhasıran Allah'a tahsis etmeleri, Allah'a özgü kılmaları istenmektedir, Kur'ân-ı Kerim'de. Yalnızca O'na kulluk edilmeli, O'nun buyruklarına boyun eğilmeli; yalnızca O'nun hoşnutluğu aranmalı, O'na dua edilmeli ve mutlak anlamda yalnız O'na umut bağlanma­lıdır.

 

Gerçek şu ki, biz, her ümmetin içinden, "Allah'a kulluk edin ve tâgûttan kaçının, uzak durun" diyen bir elçi çıkardık.... Nahl.36

 

Ne mutlu, Tâgût'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere!.. Zümer.17

 

Ey âdemoğulları, ben sizden, "Şeytana boyun eğmeyeceksiniz; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır;

 

"Bana boyun eğeceksiniz; doğru yol budur" diye söz almamış mıydım? Yasin.60-61

 

Allah'ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabbler edindiler; ve Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa, yalnızca tek îlâh'a kulluk etmekle emr olunmuşlardı.... Tev-be.31

 

Ey inananlar, size rızık olarak bahşettiğimiz te­miz ve iyi şeylerden yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnızca O'na kulluk ediyorsanız. Bakara. 172

 

Bu âyetlerde de, yalnızca Allah'a yapılması istenen ibâdetin, kulluk ve itaat etmek, boyun eğmek, teslim ol­mak anlamına geldiği ve bu itibarla, tâgûta, Şeytan'a, bilgin ve rahiplere başeğip itaat etmenin onların kulu ol­mayı seçmek, onları tanrı yerine koymaktan başka bir an­lama gelmediği anlaşılıyor.

 

Buraya kadar ibadet sözcüğünün kulluk/kölelik/bağımlılık, baş eğme/itaat/teslimiyet, dua/tazim/tapınma gibi birbiriyle bağlantılı, ama yine de yerine göre birinde ya da ötekinde belli bir yoğunluk gösteren üçlü anlamına ilişkin münferit âyetleri böylece gördükten sonra, artık diyebiliriz ki: Kur'ân'da 'ibâdet' sözcüğünün bu üç anla­mından birinin ya da ötekinin özellikle vurgulandığı her yerde sözcük, bu üç anlamın hepsini birden ifâde eden bir anlatım içinde de geçmektedir. Aşağıdaki örneklerde de işte bu geniş anlamıyla geçmektedir sözcük:

 

"Ben seni seçtim; öyleyse vahyolunanı dinle:

 

"işte, benim Allah

 

Benden başka ilâh yok!

 

Öyleyse bana kulluk et

Tâhâ. 13-14

 

Rabb'inız Allah budur işte!

 

Ondan başka ilâh yok!

 

Her şeyin yaratıcısıdır O.

 

Öyleyse O'na kulluk edin.

 

Her şeyi gözeten, koruyup kollayan O'dur. En'âm.102

 

De ki: "Ey insanlar, benim cimimden kuşkuda ol­sanız bile, ben sizin Allah'tan başka kulluk ettikleri­nize kulluk edecek değilim; ben, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ediyorum. Çünkü bana, inananlardan olmam emredildi." Yûnus. 104

 

Siz, Allah'ı bırakıp, sizin ve atalarınızın uydur­duğu bir takım isimlere tapıyorsunuz. Allah onların hakkında hiçbir belge indirmemiştir. Oysa, bu konu­da hüküm yalnızca Allah'a özgüdür. Allah ise, yalnız kendisine kulluk etmenizi buyurmuştur ki, doğru ve tutarlı din de budur; ne var ki, insanların çoğu bilmezler. Yûsuf.40

 

Göklerin ve yerin görünmeyeni/bilinmeyeni Al­lah'a aittir. Bütün işler O'na arz edilmektedir. Öyley­se, sen de O'na kulluk et; O'na dayan ki, Rabb'in yap­tıklarınızdan gafil değildir. Hûd.123 (vi)

 

"Biz ancak Rabb’inin emriyle ineriz. Bizim önü­müzde, arkamızda ve bunların arasında var olan her şey O'na aittir." Senin Rabb'in unutkan değildir. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin Rabb"idir O. Öyleyse O'na kulluk et ve O'na kulluk­ta devamlılık ve direnç göster.... Meryem.64-65.

 

De ki:  "Ben de sizin gibi bir insanım; yalnız, ilâhınızın Tek îlâh olduğu vahy ediliyor bana. Bunun içindir ki; kim, Rabbine Kavuşmayı umuyorsa iyi ve doğru eylemler koysun ortaya! ve Rabb’ine kullukta kimseyi araya sokmasın! " Kehf.110

 

Bu son örneklerde, ibâdet sözcüğünün, üç anlamın­dan münhasıran birinin ya da ötekinin vurgulandığını gösteren herhangi bir belirtiye rastlanmıyor. Sözcük, kulluk/bağımlılık, itaat/teslimiyet ve dua/biçimsel yönelme olarak sıralayabileceğimiz üç semantik kategorinin hepsi­ni birden ifâde eden üçlü bir anlam birliği, bütünlüğü içinde geçiyor bu âyetlerde. Gerçekte de, bu üç kategori, biri birinden kopuk ya da bağımsız üç ayrı anlamı göster­mekten çok, aynı bütünün değişik veçhelerini, değişik bo­yutlarını işaret etmektedir. Nitekim yöneldiği istikamet ne olursa olsun insanın realitede ibâdet kavramı çevre­sinde ortaya koyduğu tercih, tavır ve eylemler de hep belli  bir bütünlük gösterecek yönde cereyan eder. Bununla şu­nu demek istiyoruz: kişioğlu, realitede kimi efendi yerine koyuyor, kimin kulu ya da bağlısı olmayı kendisine yakıştırıyorsa onun buyruk ve talimatlarına uymaya; kimin buyruk ve yasalarına uymayı seçmişse ona güvenip da­yanmaya ve ondan dileyip, istemeye yatkınlık gösterir. Bir başka deyişle, bağlılık ve güven duygularını gösterme­nin yolu, hemen her zaman istek ve ümitleri arz etmenin yoluyla aynıdır. Bunun içindir ki, Allah'ı ilâh ve Rab ola­rak görmek, ama başkalarının buyruk ve yasalarına uy­mayı tercih etmek; başkalarının buyruk ve yasalarına uy­mak, ama dirlik ve esenlik bahşetmesi için Allah'a baş­vurmak, en hafif deyimle ciddi bir zihin karışıklığına; en sahih ifadesiyle ise şirk'e delalet eder ki, bu son nitele­me Kur’an'ın nitelendirmesidir.

 

Buraya kadar verilen âyetlerin de ortaya koyduğu gi­bi, Kur an'ın en temel 'dâvâ'sı, en köklü öğretisi: sözcüğün yukarda incelenen üç anlamından ya da anlam boyutun­dan hangisiyle daha çok ilgili olursa olsun, bilinçli bir tercih, bir tavır ve bir eylem olarak ibâdetin yalnızca ve bütünüyle Allah'a tevcih edilmesi, O'nun rızasını sağla­maya matuf kılınması gerektiği hususudur. Bunun içindir ki, 'ibâdet' terimini anlam boyutlarından sadece biriyle ya da ötekiyle sınırlı tutmak, Kur'ân öğretisini de sınır­landırmak, tek boyuta indirgemek anlamına gelecektir. Kur'ân öğretisinin kendisi her türlü eksiklikten, sınırlı­lıktan uzak olduğuna göre, ancak onu algılamaya yönelik zihinlere arız olabilecek böyle bir sınırlılık ya da tek bo­yutluluk da, 'gelenekten Müslüman sayılan toplumların standartlarına göre mü'min Müslüman olmayı kendileri için yeterli gören kimselerin bile imanını tehlikeye sok­maya yeter sanırız.

 

Son terimimiz Din…

Arapça sözlüklerde.. 'din' sözcüğünün başlıca şu an­lamlara geldiği kaydedilmektedir.

1) Üstün gelme, baş eğdirme; sulta, hâkimiyet, buy­ruk sahibi olma; baş eğdirmek yâ da buyruk altına almak amacıyla güç kullanma, zora başvurma; baskın bir gücün ya da muktedir birinin bir başkasını ya da başkalarını kuvvet yoluyla buyruğu altına alması; kul, köle, tebaa du­rumuna sokması... v.b.

2) İtaat, kulluk, kölelik, hizmet, birinin buyruğunda olmak; kuvvet ve üstünlük karşısında baş eğip birinin hükmü altına girmek.

3) Şeriat, kanun, yasa, yol, mezhep, millet, adet, izlenen örnek….

4) Ceza (Karşılık) mükâfat, kaza (yargı), sorgulama, hesaba çekme…

 

Mevdu’di yukarıda incelediği ‘’din’’ teriminin anlamı hususunda İslam öncesi Araplar arasında birbirleriyle az çok akrabalık arz eden değişik anlam ve çağrışımlar yüklendiğini ve sözcüğün, çeşitli türevleriyle birlikte o günkü Arapların dilinde; Sulta ya da otorite sahibinin elinde tuttuğu kud­ret, hâkimiyet, üstünlük, başatlık olarak ifade edildiğini belirtmektedir. Ben yukarıdaki din ile ilgili tanımlardan üçüncü şık olan ‘’ Şeriat, kanun, yasa, yol, mezhep, millet, adet, izlenen örnek’’ bölümünü aktarmayı uygun buldum.

 

Üçüncü Anlamıyla ‘Din'

 

De ki: "Ey insanlar, eğer benim dinimden kuşkuda iseniz, bilin ki, ben sîzin Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeylere/kimselere kulluk etmem; sizi öldürecek olan Al­lah'a kulluk ediyorum ben. Mu’minlerden olmam emredil­di bana.

 

"Ve yüzünü hanif olarak din e çevir; sakın müş­riklerden olma!" diye emredildi bana. Yûnus. 104-105

 

Göklerde ve yerde kim ve ne varsa hepsi Onundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.

 

Yaratmayı başlatan O'dur; sonra tekrarlayıp, sürdü­ren de O; çünkü bu O'nun için çok kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce mesel Onundur; O azizdir, hâkimdir.

 

İşte size kenemizden misal veriyor: hiç buyruğunuz altında bulunan kimseler içinden, size verdiğimiz rızıklardan kendilerine sizinle eşit pay ayırdığınız ve kendilerine karşı, kendi aranızda olduğu gibi dikkatli ve duyarlı davrandığınız kimseler var mı? Aklını kullanacak, düşünecek bir toplum için işte böyle açıklıyoruz âyetleri.

 

Ne var ki, zulmedenler, bilgisizce hevâlarına uy­dular. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola yöneltebi­lir? yardımcıları da yoktur onların. Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir ki, insanları o fıtrat, o yatkınlık üzere yaratmış­tır; Allah'ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dos­doğru din de budur. Ne var ki, insanların çoğu bil­mezler. Rum.26-30

 

Zina eden kadınla, zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun; Allah'ın dinini uygularken onlara karşı acıma tutmasın sizi, eğer âhiret gününe inanıyorsanız... Nur.2

 

Gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabın­da yazılı olduğu üzere, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aydır; işte doğru din budur: bu aylarda kendi nefislerinize zulmetme­yin de, müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla öyle topluca savaşın ve bilin ki, Allah korunanlarla beraberdir. Tevbe.36 

 

…İşte biz Yûsuf için böyle bir düzen hazırladık;yoksa kralın dinine (yasalarına) göre kardeşini (baş­ka türlü) yanında alıkoyamazdı.... Yûsuf. 76

 

Onların Allah'a ortak koştukları kimseler müşrikler­den çoğuna, hem onları yıkıma sürüklemek, hem de dinlerini karıştırıp bozmak için, çocuklarını Öldür­meyi iyi/güzel bir şey olarak gösterdiler.... En'âm. 137

 

Yoksa onlara din konusunda Allah'ın izin vermediği şeyi vazeden ortakları mı var? Şûrâ.21

 

Sizin dininiz size, benim dinim de bana. Kâfirûn.6

 

Bütün bu ayetlerde 'din' kelimesi, bütün bir hayata yön verici olmak üzere insanın seçip benimsediği düşünce ve eylem dizgesi (sistemi), yaşama biçimi, yasa, ilke, düzen, şeriat anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda, kişi yasa koyucu ve yaşama biçimini belirleyici en yüksek oto­rite olarak kimi tanıyor, kendini en çok kime bağlı hisse­diyorsa, onun 'din'ini benimsemiş sayılır; Allah'ın hüküm ve otoritesi önünde eğilmeyi seçmişse Allah'ın dinini; bir kralın, bir despotun hüküm ve otoritesi önünde eğilmeyi seçmişse o kralın ya da despotun dinini benimsemiş de­mektir. Yasa koyucu olarak görülen kişi ya da kişiler gru­bunun geleneksel dinlerle ilgi ve yakınlık içinde olmala­rı; insanların karşısına rahip, ruhanî ya da din adamı olarak çıkmış olmaları sonucu değiştirmez; böylelerinin yasa koyucu, yol yordam belirleyici otoriteler olarak gö­rülmesi de yine Allah'ın dînini bırakıp başkalarının öner­diği dine bağlanmak anlamına gelir. Keza, Allah'ın buy­ruk ve önerileri yerine bir toplumun genel eğilimlerine, nüfuz ve iktidar sahibi bir ailenin, bir zümrenin ya da bir sınıfın istek ve iradesine teslim olmak da Allah'tan başka­larının dinine bağlı olmakla eşanlamlıdır. Demek ki, en temel çizgileriyle hayatımıza yön verirken en başta kimin hüküm ve iradesini göz önünde bulunduruyor, kimin yasa ve önerilerini ölçü ve esas olarak görüyorsak onun dinini benimsemiş, onun dinini kendimize din olarak seçmiş oluyoruz.’’

 

Mevdudi "din’’  kelimesinin, İslâm öncesi Arapların da az çok bilip kullandıkları dört münferit anlamdan biriyle ya da ötekisiyle yüklenmiş ola­rak geçtiğini söylüyor. Kelimenin, bu dört anlam boyutunun hepsi­ni birden içeren kapsamda nasıl kullanıldığını ise şu şekilde izah etmektedir.

‘’Din terimini şümullü anlamıyla kavrayabilmek için önce şunu ifâde edelim ki: hayatın bütününe yön verecek mahiyette kimi yasa koymaya, yol yordam vazetmeye yet­kili görüyorsak; mutlak ve nihâî otorite olarak kime boyun eğip teslim oluyorsak; kimin koyduğu yasaları, yasalar dizgesini, yasama biçimini izlemeye değer buluyorsak; ve nihayet, yapıp ettiklerimizden ötürü kendimizi kime karşı sorumlu hissediyor, kime hesap vermek zorunda oldu­ğumuza inanıyor, ve karşılık olarak da ceza ya da mükâfatı kimden bekliyorsak onun dinine bağlıyız, onun dinini taşıyoruz demektir, 'din’ kelimesinin kapsam ve yüklemini en geniş biçimiyle işte böyle bir anlam bütünlüğü içinde düşünebiliriz ancak. Bu arada, başka dillerde 'din' kelimesi kadar geniş kapsamlı bir kelimenin bulun­madığını belirtelim. Anlam ya da yüklem bakımından de­ğil ama 'otorite yasalar dizgesi yargı gibi uyandırdığı do­laylı çağrışımlarıyla İngilizcedeki 'state' kelimesinin; dü­şünce ve eylem dizgesi, dünya görüşü olarak ifade edebi­lecek anlamıyla 'ideoloji' kelimesinin; inanç/ibadet sistemi olarak tanımlanabilecek 'religion' kelimesinin, 'din kelimesiyle kısmî bir kavram akrabalığı içinde olduğu söylenebilir belki. Ama 'din kelimesiyle bu kelimeler arasında gerçekte bir anlam ortaklığından çok, bir tema ya da saha ortaklığı olduğunu hemen belirtmek gerekir.

 

Aşağıdaki âyette 'din' kelimesinin en geniş anlamıy­la kullanıldığını görüyoruz:

 

Kendilerine kitap verilen kimselerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün ha­ram kıldığını haram saymayan ve hak dini din ola­rak benimsemeyenlerle, onlar küçük düşüp kendi el­leriyle cizye vermeye razı oluncaya kadar savaşın. Tevbe.29

 

'Din' kelimesi bu âyette, görüldüğü gibi, mutlak ve en yüce otorite olarak Allah'a inanıp dayanmayı; bu inan­cın tabii bir sonucu olarak O'na itaat ve teslimiyeti; ha­ram ve helâl konusunda O'nun vazettiği ölçü ve yasalara riayet etmeyi ve nihayet, ölümden sonraki hesap ve yargı inancını, topluca ifâde eden genel bir kavram olarak çıkı­yor karşımıza.

 

'Din kelimesiyle, aşağıdaki âyette de, kelimenin bir­biriyle içice ya da birbirini tamamlayan dört anlam boyu­tunun hepsine birden işaret ediliyor:

 

Firavun dedi: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de, o Rabbine yalvarsın bakalım. Gerçek şu ki, ben onun sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde bozgun­culuk çıkarmasından korkuyorum." Mu min.26

 

Firavun'la Hz. Musa (a.s.) arasında geçen vakayı Kur'ân'da verilen ayrıntılarıyla gözden geçirdiğimiz za­man, bu ayette geçen 'din' kelimesinin sadece inanç ve diyanet duygusu anlamındaki 'religion' kavramını değil, aynı zamanda topyekûn sosyo-politik, sosyo-kültürel sis­tem ve yapıyı da kapsadığını görmekte gecikmeyiz. Firavun'un kestirişine göre, Musa (a.s.) görevinde başarılı olursa, Firavun'un mutlak otorite olarak merkezinde yer aldığı yerleşik toplumsal ve siyasal düzen yıkılacak; yü rürlükteki töreler, yasalar ve gelenekler değişecek ve bü­tün bunların yerine, yeni yasaların, törelerin üzerinde yükselen, Firavun ve öteki iktidar seçkinlerini sahne dışı bırakan yepyeni bir düzen, yepyeni bir toplumsal-siyasal yapı boy gösterecektir.

 

Allah katında din, islâm'dır. Âl-i îmrân.19

 

Kim ki İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki: bu ondan kabul edilmeyecek ve bu kimse âhirette (ya da sonuç olarak) kaybedenlerden olacaktır. Al-i İm-rân.85

 

O, Resulünü hidayet ve hak din üzere gönderdi ki, hak dini öteki bütün dinlerin üstüne çıkarsın; müşrikler bundan hoşlanmasalar da!.. Tevbe.33

 

Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın olun­caya kadar onlarla savaşın!.... Enfâl.39

 

Allah'ın yardımı ulaşıp da, fetih gerçekleştiği,

 

Ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdikleri­ni gördüğün zaman:

 

Rabb'ini överek teşbih et; O'ndan bağışlanma dile; çünkü tevbeleri hakkıyla kabul eden O'dur. Nasr.l-3

 

Bütün bu ayetlerde de 'din' kelimesi, en geniş anla­mıyla, insanların inanç, ahlâk, eylem boyutlarında topyekûn yaşama biçimlerini, hayatları boyunca izlemek üzere benimsedikleri yolu yordamı ifade edecek kapsamda kul­lanılmıştır.

 

İlk iki ayette, Allah katında kabul gören biricik hayat düzeninin, biricik dinin yalnızca O'na teslim olmak ve yalnızca O'na kulluk etmek esasına dayandığı belirtil­mektedir. O'na teslim olmak ve O'na kulluk etmek ise, O nun vazettiği yasa ve ölçülere uymak anlamını taşır.

 

Dolayısıyla Allah'tan başkasını mutlak otorite olarak gö­ren ve ona teslimiyete çağıran dinlerin, düzenlerin hepsi Allah katında bâtıldır ve böyle dinler insanı olsa olsa ziyana, aşağılanmaya, kula kulluk etmeye götürür. İnsa­nın böyle dinleri benimsemesi Allah'a karşı büyük bir nankörlüktür de; çünkü insanı yaratan, mülkünde barın­dıran, sayısız nimetleriyle onu rızıklandıran, yaşatan Al­lah'tır; dolayısıyla düşünen insanın Önünde, kendisine Rab ve efendi olarak Allah'ı seçmekten başka bir yol yok­tur. Buna rağmen insanın kalkıp Allah'tan başkasına boyun eğmesi, başkasına kulluk etmesi, başkasının buyruğunca yaşaması Allah'a başkaldırmaktan başka bir anla­ma gelmez. Ve hayatını bu anlamda, bâtıl bir yol seçerek harcayıp tüketen insanın kalkıp Allah'ın hoşnutluğunu umması bütünüyle akıldışı bir şeydir.

 

Üçüncü âyette, Allah'ın, resulleri aracılığıyla insa­noğluna genel bir hayat yolu olarak, gerçek ve doğru din olarak İslâm'ı gönderdiği ifâde ediliyor. Yine bu âyetten, Resullerin başlıca görevinin insanlara İslâm'ı, bu doğru ve gerçek dini tebliğ etmek ve bu dinin öteki bütün dinlere ve düzenlere baskın çıkıp yeryüzünde hâkim olması için gerekli çaba ve aksiyonu ortaya koymak olduğunu öğreni­yoruz.

 

Dördüncü âyette, inananlara, yeryüzünde fitne, kötü­lük, zulüm ve bozgunculuk kalmayıncaya kadar kâfirler­le, zâlimlerle, bozguncularla savaşmak emrediliyor. Ayet­te geçen 'fitne' kelimesinden, Al lah'ı mutlak ve nihâî oto­rite olarak tanımaya yanaşmayan her türlü düşünce sis­temi, doktirin, ideoloji, inanç ve aksiyon, siyasal/toplum­sal düzen ve din anlaşılmalıdır. Nitekim tek tek insanlar ve toplumlar arasında çıkan bütün kavga ve nifakların te­melinde hep Allah'ın koyduğu ölçü ve sınırlan zorlayan beşer kaynaklı düzenlerin, kültür ve eğilimlerin rolü,  tâgûtî güçlerin parmağı vardır. Bunun içindir ki, inanan­lara, yeryüzünde 'fitne' kalmayıncaya, ve din olarak yal­nızca Allah'ın vazettiği düzen yerleşip yaygınlaşıncaya kadar savaşmaları, çaba ve aksiyon ortaya koymaları em­rediliyor.

 

Beşinci âyet, yirmi üç yıllık bir mücadeleden sonra, İslâm inkılâbının Arap direnişini yıkıp geçtiği; İslâm di­ninin evrensel bir düşünce, inanç ve aksiyon dizgesi ola­rak kendini kabul ettirdiği, insanların fevc fevc (dalga dalga) Allah'ın dinine koştuğu ve nihayet, Allah Resu­lünün bütün bu gelişmelerde kendi görevinin tahakkuku­nu görür gibi olduğu bir dönemde indiriliyor. Bu âyetle, Peygamberin, görevini yapmış olmanın huzur ve itminanı içinde gurura kapılmaması, başarıyı kendinden bilmeme­si yönünde uyarıldığını görüyoruz. Var olan her şey/herkes gibi peygamberin de koruyup kollayanı, yardım ve destek sağlayanı, kısacası Rabb'i, her türlü eksik ve kusurdan uzak olan Yüce Allah'tır; olup biten her şeyde O'nun mut­lak ve yenilgi bilmeyen iradesidir belirleyici olan. O halde Peygamberin ulaştığı bu başarının gerçek faili de, bütün imkân ve fırsatların yaratıcısı olan Allah'tır ve bu itibar­la, fetih olayıyla inananların ulaştığı büyük başarıdan ötürü asıl övülme makamında anılıp tazim edilmesi gere­ken de O'dur. Öyleyse Peygamber bu olay vesilesiyle de yalnızca O'nu övgüyle anıp hamd etmeli ve yirmi üç yıllık görev hayatı boyunca işlemiş olması mümkün hataların­dan dolayı, tevbelerin gerçek kabul edicisi olan Rabb'ine tevbe etmelidir.’’

 

Üstad Mevdudi’nin "Dört Terim’’ adlı kitabını, okumamış olan tüm kardeşlerimize tavsiye ediyoruz. Daha önce bu kitabı okumuş olan kardeşlerimiz de bir defa daha okuduklarında bilinçlerinin tazelendiğini hissedeceklerdir. Kitab'lı günler duasıyla, Allah'a emanet olalım.

Etiketler : #Bir   #bilinç   #manifestosu:   #Dört   #Terim   
YORUMLAR
  • mehlika   10-02-2009 21:10

    insan yaşadığı dünyada kendi başına yaşama özgürlüğü olduğunu düşünen tek varlık olsa gerek çünkü bir karıncayı kolonisi kışlık yiyeceklerini depolarken hepsinin bir arada bir yolu izlemesi o koloninin başarısını sağlar fakat biz insanlar ise böylemiyiz .Hayır biz nedense bunu yapamıyoruz yani Allah ın bize başarının ve iman depomuzun erzağını sağlayan yolun ancak Kuranın yolu olduğunu vurguluyor o halde bize düşen Kuranın bize ne dediğini iyi anlamaktır. Allah razı olsun

  • vahted   10-02-2009 20:52

    Allah'tan başkasını mutlak otorite olarak gö­ren ve ona teslimiyete çağıran dinlerin, düzenlerin hepsi Allah katında bâtıldır ve böyle dinler insanı olsa olsa ziyana, aşağılanmaya, kula kulluk etmeye götürür. İnsa­nın böyle dinleri benimsemesi Allah'a karşı büyük bir nankörlüktür de; çünkü insanı yaratan, mülkünde barın­dıran, sayısız nimetleriyle onu rızıklandıran, yaşatan Al­lah'tır; do düşünen insanın Önünde, kendisine Rab ve efendi olarak Allah'ı seçmekten başka bir yol yok­tur. Buna rağmen insanın kalkıp Allah'tan başkasına boyun eğmesi, başkasına kulluk etmesi, başkasının buyruğunca yaşaması Allah'a başkaldırmaktan başka bir anla­ma gelmez. Ve hayatını bu anlamda, bâtıl bir yol seçerek harcayıp tüketen insanın kalkıp Allah'ın hoşnutluğunu umması bütünüyle akıldışı bir şeydir.

  • tapusuz   02-02-2009 19:55

    Allah razı olsun kardeşimizden. Bu kitabı ilk okuduğum da da (okumayanlarada önemle tavsiye ederim) şimdi özetinide okuduğumda cennetin anahtarını görür gibi oluyorum. kuranın mesajını bu kadar net ifade edecek kavramları bir araya getirmek ve bir o kadarda açıklayıcı ve net bir anlatım ortaya çıkarmak ancak bu kadar olur diyorum. İnşallah bizlerde birer müslüman olarak Allahın tek İlahlığını kabul edip; yaşantımızda Rab kavramından en ufak bir taviz vermeden; onun dinini, şeriatini kabul ederek ibadet ve kulluğuzuda sadece ona has kılarız.

  • bünyamin   01-02-2009 12:45

    öncelikle kardeşimiz için rahmandan mağfiret ve bolluklar dileriz ki bizlere uyarıcılık görevini yerine getirmektedir.gerçek şu ki kuran da yer alan ve öncekilerin başlarına gelenlerin benzerleri başlarınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz diye devam eden ayei okuduğumda mevcut duruma baktım ve acaba bizim başımıza bu halimizle ne gelir ki dedim.gerçektende yaşımız epey ilertlemesaine rağmen hiçbirşey gelmiyor. hatta yaşları kemale ermiş kişilere bakıyorum onların da başlarına bişey gelmiyor.kendi kendime derdim bir yerde bir sorun var ama nerde.mevdudinin eserini okuduktan sonra anladım ki bizler kelimelerin anlamalarına başka misyonlar yüklemişiz ve kelimeleri,terimleri doğru anlamamışız.allaha yemin olsun ki bu dört terimi bu şekilyle analar ve hayatımıza geçirirsek ancak o zaman öncekilerin başlarına gelenler ya da bir bevzerleri bizim başımıza gelir.aksi halde başımıza hiç bişey gelmez.ha başımıza gelen ufa tefek sorunlar,sağlık sorunlşar v.s. onlar da allahın dinini dert edinmediğimiz için allahın biziz dünyalık dertlerimişzle başbaşa bırakmasından başka bişey değildir.allah bizi affetsin ve kuranını doğru anlamayı ve yaşamayı nasip etsin.

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN