14-10-2011 07:00

Kitap Tanıtımı: Siyasal Tarih

Prof. Dr. Muharrem Tünay`ın `Siyasal Tarih` adlı kitabını hep birlikte tanımaya çalışalım...

Kitap Tanıtımı: Siyasal Tarih

Mehmed Maksut
  İslam ve Hayat
 

Prof. Dr. Muharrem Tünay tarafından yazılan eser, İmge Kitabevi tarafından yayınlanmış. Yedi bölümden oluşan kitapta giriş bölümünde yazar, Türkçede siyasal tarih ile diplomasi tarihi terimlerinin eş anlamlı olarak kullanıldığını fakat bunun yanlış olduğunu söylüyor. Diplomasi tarihi, daha çok devletlerarası  antlaşmaları, hükümleri, görüşme ve pazarlıkları ve bu pazarlıkların sonuçlarına yoğunlaşır. Bunu söylerken diplomasi tarihinin toplumsal gelişmeleri hiç incelemediğini söylemek istemiyoruz. Ancak diplomasi tarihin ana hedefi bu değildir. Hedef, ülkelerin tek tek toplumsal yapıları ve tarihsel evriminden ziyade uluslararası ilişkiler bağlamında ülkelerin içyapılarının ne olduğudur. Siyasal tarih ise ülkelerin ekonomik, siyasal ve ideolojik yapılarının tarihsel gelişmelerini inceler. Ayrıca parçaların dünya sistemi içerisinde nasıl bir bütün oluşturduklarını  araştırır. Olayları dış görünüşleri ile değil çok daha derinlerde yatan nedenleri incelemek siyasal tarihin başlıca amacıdır.  Birbirlerinden çok ayrı ve kopuk gibi görünen olayları  bir bütünsellik içinde değerlendirilmesi siyasal tarihi diplomasi tarihinden ayıran en temel özelliktir. Bu kitabın amacı; bütün dünya tarihinin irdelenmesi değil, sadece modern dünyanın nasıl geliştiği ve en azından iki dünya savaşına kadar nasıl gelindiğidir. Kapsamımıza aldığımız dönemin çok büyük bir kısmı Avrupa ağırlıklıdır. ABD ve Japonya’nın sonraları büyük birer güç olarak çıkmalarına paralel olarak Avrupa devletlerinin tüm kıtalarda etkin olmaları bu çalışmanın odağını oluşturmaktadır.  Hiç şüphesiz ki az gelişmiş ülkelerin yaşanılan gelişmelerde bir katkısının olmadığını söylemek doğru değildir.  Fakat bütün bunlar modern toplumun doğuşu ve gelişimine Avrupa kapitalizminin öncülük yaptığı gerçeğini değiştirmez. Osmanlı, Hint ve Latin Amerika el tezgâhları dokumacılık konusunda uzmanlaşmış olmalarına rağmen modern tekstil sanayisi İngiltere tarafından kurulmuştur.  Kapitalist üretim biçimi en gelişmiş  teknolojisi ile ve merkezi Avrupa olarak modern dünyanın oluşturulmasında öncülük etmiştir.

FEODAL SİSTEM VE KAPİTALİZME GEÇİŞ 

Feodalizm ve kapitalizm uluslararası alanda en çok tartışılan fakat üzerinde görüş birliğine varılamamış birçok sorunu içerisinde barındıran bir kapsama sahiptir.  Feodal sistemi incelerken önce onun ekonomik yapısına bakmak gerekir. Her ne kadar siyasal ve ekonomik düzeyleri çok kesin hatlarla ayrıştırmak mümkün görünmüyorsa da bir bilimsel analizi yapabilmek için bunları ayrı ayrı inceleyeceğiz. Feodal sistemin neredeyse tamamen tarıma dayalı olduğunu daha sonraları ise kentlerin gelişmesi, ticaretin canlanması  ve para ekonomisinin yaygınlaşması feodalizmin başka bir aşamaya geçmesini sağlamıştır. Feodalizm çok büyük ölçüde tarım ve kırsal bölgelere dayandığına göre kentler bu sistemin dışında bağımsız birimi hem oluşturuyor hem oluşturmuyor.  Siyasal açıdan feodal sistemin kırsal kesimler, kilise ve kentler üçgeni içerisinde incelemek mümkündür. Tarıma dayalı olan bu yapıda doğal olarak kırsal kesim en önemli toplum birimi olarak göze çarpmaktadır. Feodal toplum siyasetinin iç dinamik merkezi, güç mücadeleleri, sürekli değişen ittifaklar ve bitmek bilmeyen savaşlardır. İttifaklar ve denge politikası feodal sistemin bunca yüzyıl süre gelmesinin sebebidir. Feodal devlet ile “parsellenmiş egemenlik”  tanımı birbiriyle oldukça uyumludur. Ortada büyük çapta bir ulusal yönetim ve onun parçaları olan ulusal ordu ve devlet maliye sistemi yoktur. Örneğin; bütün lordların kendi özel orduları  vardır. Ve ancak ordular başka bir devletle savaşa girdiği zaman birleştirilerek ulusal bir nitelik kazandırılır. Aynı açıdan baktığımızda feodal toplumlarda gelişmiş bir maliye sisteminin olmadığını da görürüz. Feodal Avrupa’da önemli olan Lordların kendilerine bağımlı olan köylülerden düzenli olarak rantlarını toplayabilmek ön plana geçiyordu. Merkezi örgütlenmesi olmayan feodal devlet tipi ilk örgütlenme çabalarını 12. ve 13. yüzyıllarda göremiyoruz. Ancak bu dönemde bir meclis oluşturma girişimleri göze çarpmakta ve ilk meclis örnekleri olan “parlemens” karşımıza çıkmaktadır. Parlemens sadece kralın yakın dostu olan büyük lordların oluşturduğu çok sınırlı küçük bir kurul olmaktan öteye gitmiyordu. Toplantılara mali, yönetsel ve askeri uzmanlar da katıldığı için tipik de olsa devlet oluşturma çabalarını görmek mümkündür. Bu kurulların bir güç mücadelesi platformu oluşturdukları da bir gerçektir. Manga Carta’da bunu görebiliriz. Kişisel hakların korunmasını garantiye alan bu belge, aslında kurula girme hakkını alabilmiş olan lordların yukarıda sözünü ettiğimiz bir ulusal vergilendirme sistemini yaptıkları çıkıştan ibarettir. Yani büyük feodal merkezlerin kral ya da en büyük lorda karşı kendi haklarını korumaktan ibarettir bu belge. Orada insan hakları olarak görünen şey aslında lordların merkezileşmeye doğru yönelen feodal monarşinin, eski düzeni devam ettirme ve otoriteye karşı çıkma çabalarından başka bir şey değildi. 12. ve 13. yüzyıllardan sonra feodal monarşinin yerine mutlakıyetçi devletin geçmekte olduğunu göstermektedir. Mutlakıyetçi devletten eski feodal devletin tersine merkezi otoritenin gittikçe güçlendiğini ve yönetimin tamamen ulusal boyutlara geldiğini görebiliriz. Bu dönemde yerel lordların monarşiye bağımlı hale gelmeleri feodalizmin son aşamasına geldiğini ve kapitalizme geçişte özel bir devlet biçiminin oluştuğunu simgelemektedir. Düzenli bir kraliyet ordusu ilk kez gündeme gelmiştir. Yine aynı oranda düzenli bir maliye sistemi kurulabilmiş ancak toplumun her kesiminden vergi alabilmek sorunu gittikçe egemen sınıf için krize dönüşmüştür. Hiçbir aristokrat feodal yapı ilkel olarak devlete vergi ödemez hatta klasik dönemde köylüler bile lorda rantlarını verirler ancak devlete vergi vermezlerdi. Şimdi merkezileşen ve güçlenen mutlakıyetçi monarşi bu büyüyen yönetimi sürdürebilmek için geniş mali olanaklara gereksinim duyuyordu. Para ekonomisinin ayrılamaz bir parçası olan pazar sisteminin her geçen gün yaygınlaştığını ve tarımdaki emek gücünü yavaş yavaş küçük sanayi merkezleri haline gelen kentlere doğru kaymakta olduğunu tarihsel araştırmalar ortaya koymaktadır.  Bir yandan işçileşme süreci başlamışken diğer yandan da burjuvazi kendisini hem ekonomik hem de siyasal olarak toplum yapısına kabul ettirmiştir. Başlıca devlet tiplerini köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olarak ayırt edersek mutlakıyetçi devleti de feodal devletin son biçimi olarak düşünmek gerekir.

KAPİTALİZME GEÇİŞ

Feodalizmden kapitalizme geçişi anlayabilmek için üç faktörün gelişimini incelemek gerekir. Üretim, nüfus ve fiyatlar.  Klasik feodal dönemde üretim genel olarak üç nedenden dolayı süreklilik gösteren bir artış içerisinde olmuştur.  Birincisi, 9. yüzyılda sona eren İslam ablukası Akdeniz’de ticaret yollarının yeniden açılmasına neden olmuş ve Avrupa’da üretilen mallar diğer ülkelere satılabilir hale gelmiştir. Ticaret yollarının açılması  ve ticaretin gelişmesi aslında ne kadar çok mal üretilirse o kadar çok satılacağı anlamına geldiğine göre kâr dolu bir ekonomik sürecin başlangıcı olarak da düşünülebilir. İkinci olarak nüfus patlamasından söz edebiliriz. Nüfusun beslenme, konut ve artan tarım araçları gereksinimi üretim ölçekleri üzerinde etkili olmuş bu gereksinimler karşısında üretim olduğu yerde durmamış sürekli artmıştır. Üretim artışına neden olan üçüncü faktör ise teknolojin gelişmesi ile birlikte yeni alanların artırıma açılması olayıdır. Anlatmaya çalıştığımız gelişmeler kaçınılmaz olarak para ve pazar ekonomisi olan bölgelerde mal fiyatlarının aratmasına neden olmuştur.  Ayrıca lordlar ve köylüler ürettikleri ürünlerini çürütmeden saklayamadıkları için kendi tüketimlerinin ötesindeki fazla ürünleri elden çıkarmak durumundaydılar. Bu da malların pazarda para karşılığı satılması anlamına geliyordu. Para ve pazar ekonomisi giderek genişlerken rantlar da parasal rant biçimine dönüşmeye başlamıştı. Feodal sistemin çöküşü ve kapitalizme geçişin başlangıcı için temel olan üç gelişme 12. yüzyıldan itibaren büyük bir ekonomik kriz doğurmuştur. Tarihçiler bu krizi “Lordların gelir krizi” olarak nitelemektedirler. İster Batı ister Doğu olsun lordların krizden çıkabilmek için 3 temel seçeneği vardı. Birincisi, lordların para rantlarını köylüye baskı yaparak arttırmalarıdır. Diğeri, lordun işlediği arazinin genişletilmesidir. Üçüncü seçenek olarak lordların kendi topraklarını parselleyerek kiraya vermesiydi. Feodal toprak aristokrasisinin küçük bir kesimi tarım kapitalisti haline gelmeye bu aşamada başladı. Birçok kriterin yanı sıra onları kapitalist yapan en ayırt edici özellik kendi tüketimleri için değil; tamamen pazarda satmak için ürün üretmeye başlamaları idi. İngiltere’de lordların çok büyük kesimi ise feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde eriyip gittiler.

Genel nüfus artışına paralel olarak gelişen fiyat artışları lordlar üzerinde olumsuz etki yarattığı gibi köylüler üzerinde olumlu etki oluşturdu. Feodal sömürüsü altındaki bu kesim büyük avantajlar yakaladı. Artı ürün köylünün ekonomisini etkiledi. Köylü lorda az vergi verir duruma geldi. Bir kesim köylü  kapitalizmin getirdiği avantajlardan yararlanarak zenginleşme sürecine girerken daha geniş bir kitlesi tam tersine fakirleşme ve işçileşme yolunda ilerlemeye başlamışlardır. Kırsal kesimin en büyük bölümünü  oluşturan başka bir kitle ise ne zenginleşebilmiş ne de kapitalist çiftliklerde ücret karşılığı iş bulabilmişlerdir. Bu tip köylünün artık tarımdan kopması yeni bir geçim kaynağı bulmasının zamanı gelmişti.  Bu noktada iki faktörü  bir arada düşünmek gerekir. Birincisi, tarımsal kesimin itici gücü  ikicisi ise kentlerin çekici gücüdür. Kentlerde el zanaatlarından imalata girmiş bu gelişme de imalathanelerde daha fazla işgücüne gereksinim doğurmuş ve yeni iş olanakları oluşturmuştur. Batı’da kapitalizm sürerken Doğu Avrupa’da feodal sistem daha da güçlenmiştir.

SANAYİ VE FRANSIZ DEVRİMİ

Modern dünyanın oluşmasında Sanayi devrimi ile Fransız devrimi önemlidir. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla gelindiğinde kapitalizm artık sadece İngiltere’ye özgü bir üretim biçimi olmaktan çıkarak globalleşme eylemi içine girmiştir.  Bu iki devrimin kapitalizmin globalleşmesi  sürecinde ayrı ayrı yer tuttukları ancak yine de birbirleriyle bağlantılı oldukları anlaşılır. Sanayi devrimi aslından bir üretim biçiminden diğerin geçiş değil kapitalist üretim biçiminin kendi içerisinde gerçekleşen ve İngiltere’de çıkan bir devrimdir. Fransız devrimi ise kapitalist gelişmeye paralel olarak ortaya çıkan burjuva sınıfının devleti ele geçirerek yaptığı  siyasal bir devrimdir. Evrensel bir kapitalist devrimin kurulmasına İngiltere’deki ekonomik ve Fransa’daki siyasal devrimler öncülük etmiştir. Bu iki devrim aynı sürecin değişik parçalarıdır. Ayrıca bu iki devrim iki ülkede gerçekleşen hareketler olarak görmemek gerekir. Bu devrimler ekonomik, siyasal ve ideolojik sonuçlarını sadece tüm Avrupa’da değil Osmanlıdan Rus çarlığına kadar geniş bir çografyada göstermiştir.

Kapitalist üretimde en önemli şey, artı değeri artırmaktır. Bununda temelinde kâr oranlarının sürekli olarak yükseltilmesi ve rekabet ortamında piyasada kalabilmek için üretimin büyütülmesi gerçeği yatar. 1770’lerden itibaren teknolojik gelişmeler İngiltere’yi büyük bir hızla sardı ve sanayi büyüdü. Özellikle buhar makinesinin icadı ve kapitalist sermayenin gelişimi toplumda ciddi değişimler oluşturdu.  Sanayi devriminin etkileri kıta Avrupası’na da yayılmaya başladı. Devrimi bir ülke ile sınırlamak yerine uluslararası etkileri olan ve kapitalizmin gelişmesi dünyana kapitalist sisteminin oluşması yönündeki lokomotif görevi görüyordu. Kapitalist sistemden siyasal yapılar etkilenmeye başladı. En belirgin örnek olarak Fransız devrimini gösterebiliriz. 1789’da gerçekleşen Fransız deviminin Fransa’da gerçekleşmesini iki nedene bağlayabiliriz. Birincisi; Fransa’yı devrime götüren tarihsel sürecin analizini kapsayan genel nedenler, ikincisi devrimden birkaç  yıl önce başlayan ve etkili olan nedenler.  Yüzyılların taşıdığı ve biriktirdiği sorunlar bir toplumsal hareketin başlaması ve sistemin değişmesi tarihsel bir gereklilik haline gelir. 1780’lerde protesto ilk olarak kendisini bir aristokrat ayaklanması  olarak gösterdi. Lordların özel askeri birlikleri monarşinin kraliyet ordusu ile çarpışmaya başladığı sırada ne yapacağını  bilmeyen köylüler biraz geri planda kaldılar. Devrimin başlangıcından önce Fransız toplumunda büyük bir hareketlilik görüldü. Aristokrat ile monarşinin kapışmasından doğan merkezi otorite boşluğunu iyi değerlendiren burjuvazi, bütün sistemin aleyhinde bir propaganda kampanyası başlattı. Fiyat artışlarından olumsuz etkilenen dükkân sahipleri, ustalar, çıraklar ve işsizler bundan etkilendiler. Köylüler hem monarşiye hem de lordlara karşı hareketlenmeye başladılar. Burjuvazi toplumun değişik kesimlerine hitap ederek Fransız devriminde öncü sınıf konumundadır. İnsan hakları beyannamesi olan metinde, feodal sistemin kişisel hakları nasıl sınırladığı  vurgulanıyor ve yeni toplumda ne tür uygulamalar olacağı ifade ediliyordu. Feodal mülkiyetin değişeceği özel mülkiyetin korunmasından bahsediliyordu. Ayrıca bazı temel özgürlükleri gündeme getirip yeni toplum düzeninin temel ilkelerini ortaya koyuyordu. Basın vicdan seyahat etme özgürlüğü herkesin yasa önünde eşit olduğu ilkesi özellikle vurgulanmıştır. Beyanname kişilerin kim olduğuna bakmaksızın haksızlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Bu amaçla 1791’de bir anayasa hazırlandı. Bu anayasa gereğince monarşi ortadan kaldırılmadı ama kralın yetkileri asgari düzeye indirildi. Seçim esasına bağlı bir meclis kuruldu ancak seçimlerde oy hakkı her şeye rağmen halka tam olarak güvenilmediği için kısıtlı olarak kaldı. 

Feodalizme başka büyük bir darbe ise devrimin ilk döneminde kırsal alanda indirilmiştir. Önce tüm feodal imtiyazlar ortandan kaldırıldı. Aristokrasinin mali muafiyetleri, kiliseye verilen bağışlar, lordların  özel mahkemelerde yargılanması ve soylu unvanları kaldırılması  yer aldı. Lordlara ait toprakların bir kısmı önce devletleştirildi daha sonra da küçük köylülere dağıtıldı.  Fransız devriminin birinci aşaması olan “meşruti monarşi” döneminde burjuvazi tam egemen olamadı. Devrimi büyük umutlarla destekleyen kitleler ilk yıllarda büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Giderek bozulan ekonomik koşullar hem küçük köylüyü hem de şehirdeki fakirleri iyice yoksulluğa itti. Bu kesimler siyasi platformda sesini duyuramadılar. Fransız devrimi kendi içerisinde yeni muhalif gruplar oluşturmuş ve direktör rejimi olaylara ve siyasal krize hiçbir çözüm getirememiştir. 1795’te işçi sınıfına dayanan ayaklanma ortaya çıkmıştı. Fransız sendikacı Badeuf tarafından örgütlenen işçi hareketi düşük işçi ücretleri ve sosyal güvenlik zayıflığından dolayı ayaklanma başlatmıştır. Siyasal iktidar ordudan yardım istedi. Bu dönemde ordunun en parlak subayı olan Napolyon Bonaparte ayaklanmayı bastırdı.

Fransız devriminin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen yeni düzeni yerine oturtamayan burjuvazi, demokratik ve yarı demokratik yollardan vazgeçerek askeri bir darbeye davet çıkarttı. Napolyon yeni bir konsüllük rejimi çerçevesinde lider olarak düşünülmeye başlandı.  Bu sisteme göre iki konsül tam yetkili olacak ve parlamento üstü  bir konuma gelecektir. 1799’da Napolyon iki konsülden biri olarak seçildiğinde çok sert bir diktatörlük rejimi oluşturdu. Devrimin üzerinden on yıl geçmesine karşın tabandaki radikal hareketler ve işçi sınıfı yeni bir devrim gerçekleştirmekte zayıf kalmışlardır. Yönetici sınıf Napolyon’u gözüne kestirmişti. Napolyon siyasal iktidarı sert bir şekilde sağladıktan sonra reform hareketlerine geçti. Bir askeri diktatörlük rejimi kurduysa da toplumsal destek olmadan kafasındaki büyük projelerin gerçekleşemeyeceğinin farkındaydı. Fransız toplumunun büyük bir kısmının köylüler oluşturduğu için kendisine en uygun çözümü bulmuştu.  Kapitalist devlet tipinin bir biçimi “Bonapartizm” siyasal düzeyde kendisini sınıflar üstü bir konuma getirirken uzun vadede kapitalizmin gelişmesini ve burjuvazinin güçlenmesine hizmet etmiştir. 

MİLLİYETÇİLİK AKIMLARI 1830-1848

19. yüzyılın ilk yıllarında İngiltere’de başlayan ve yeni üretilen teknolojilerin kıta Avrupa’sına da transfer edildiği gözlenir. Bu noktada en önemli gelişme Avrupa’da bir demiryolu şirketinin başlaması  olmasıdır. Kapitalizm ilk sıçrama aşamasında demiryolu çok önemlidir. Demiryolu yapımı birbirine çok uzak olan pazarların bütünleşmesi ve ticaretin gelişmesi için büyük bir adım olmuştur.  Çok daha kaliteli ve ucuz üretilen İngiliz malları kıta Avrupa’sı  ülkelerinde pazar buldular ve yerli sanayileri çökerttiler. Bu durumda ekonomisi feodal olan monarşiler, İngiliz mallarına yüksek vergi oranı koydular.  Dışarıya açılmak ve ihracat yapmak isteyen burjuvalar feodal monarşilerin ekonomiyi koruma altına almalarından rahatsız oldular ve kapışma başladı. Halk desteği olmadan yapılacak herhangi bir hareketin başarıya ulaşamayacağı bilincinde olan Avrupa burjuvaları bu yönde çalışmalara başladılar. Bu noktada önemli bir faktör olan “milliyetçilikler” devreye girdi.  Tarih boyunca görülen milliyetçilik akımı 19. yüzyılda özel bir anlam kazandığı için düşünürler tarafından vurgulanmış ve kritik bir rol oynamıştır. Milliyetçilik her şeyden önce Liberalizm ve burjuvazinin yükselişi ile birlikte gelişen bir ideolojik akım olarak değerlendirilmiştir. Ulus devletin kurulması imparatorluklar için yıkıcı olmuştur.  Yeşerdiği ülkeye göre biçim alan milliyetçilik, hep liberalizmle beraber gitmiştir. Kapitalizmin hızla geliştiği ülkeler için bu söz konusudur. Milliyetçilik hareketleri bir yandan feodal monarşileri sarsarken diğer yandan da kapitalizmin gelişmesine paralel olarak demokratik hakların alınması, yeni anayasaların yazılması, devlet ve birey ilişkilerinin düzenlenmemesinde itici bir güç olmuştur. Kapitalizmin hızla Avrupa’ya yayılması  işçi sınıfı ve burjuvazi çatışmasını da getirmiştir. Kapitalizmin gelişmesi ile yeşeren sınıflar feodal monarşiler ile ters düştüler. Kapitalist düzenin dışında politikalar izleyen Avrupa monarşileri; ticaret, para ve pazar ekonomisinin kendilerine karşı gelişmeler olarak değerlendirdiler. 1830’larda “İşçi hareketleri” sonucu bütün Avrupa’yı saran bir kitle hareketine dönüşen devrimci girişimler çıkmıştır. Tarihte ilk ve son kez oluşan burjuvazi ve işçi birlikteliği, 1848 devrimlerini ortaya çıkaracak Avrupa’nın kurulu düzenini sarsacaktır. Fransa’daki devrimci hareketlerin başarıya ulaşması bütün Avrupa’da bir hareketlilik oluşturdu.  İlk devrim hareketlerinden sonra ekonomik gelişme hızlandı. Demir-çeliğin yanı sıra imalat ve kimya sanayilerinde gelişmeler oldu.  Gemi ve savaş araçlarının gelişmesi önemliydi.  İngiltere dünya pazarlarının büyük çoğunu eline geçirirken artık mallarını nereye satacağını ve üretimi için gerekli olan hammaddeleri hangi ülkelerden sağlayacağını düşünmek durumundan çıktı. 1846-1847 yıllarında kötü hava koşulları nedeniyle Amerika pamuk üretimi düştü. Pamuğun yüzde yetmiş beşini Amerika’dan alan ve tekstil sanayisi sayesinde dünyanın birinci gelişmiş ülkesi haline gelen İngiltere, bu olaydan etkilendi. Direk olarak İngiliz tekstiline bağımlı olan kıta Avrupa’sı olumsuz etkilendi. Üç yıl süren ekonomik kriz çok büyük toplumsal sıkıntıları da beraberinde getirdi. İş ekonomik krizle bitmiyordu. Monarşilerin muhafazakâr politikaları kapitalistlerin ise uyguladıkları acımasız çalışma koşulları, işçi sınıflarının boyunduruk altına almıştı. Avrupa’da işçi sınıfı 1830-1840’larda fabrika üretimine geçilmesi ile sayıca arttığı gibi siyasal bilinç olarak da oldukça geliştiler. İşçiler hem patronlara karşı daha fazla ücret, daha iyi çalışama koşullarını sağlama gibi konularda mücadele ederken; feodal monarşilerin baskıcı tutumları, konut politikaları, iş güvenliği görüşlerine karşı durmuşlardır. 1848 devrimlerinde sosyalist hareketler devreye girmişti.  1848 devrimci hareketleri kanlı bir şekilde bastırıldı ise de Avrupa’nın feodal monarşilerini sarsmıştır. Bu devrimci hareketlerin arkasında sadece burjuvazi değil işçi sınıfı da bulunuyordu.  Bu da gösteriyor ki artık toplumsal düzenler değişmeye yüz tutmuş ve yeni akımlar oluşmuştur.

SANAYİLEŞME MODELLERİ  

Fransa ve Avusturya- Macaristan imparatorluğunun zayıfladığı dönemde Almanya ve İtalya’nın bütün güç dengelerinin İngiltere’ye rağmen altüst ettiğini göreceğiz. Artık geleneksel güçler geri planda kalacak, dinamik ve modern güçler Avrupa siyasal gelişmelerini belirleyeceklerdir. Kendi doğal koşulları içerisinde kapitalist gelişmeyi ve sanayileşmeyi sağlayan İngiltere, 19. yüzyıl boyunca ekonomik açıdan hegemonyacı  devlet resmini sergilemiştir. İngiltere dünyadaki üstünlüğünü  tekstil sanayisinde sağlamıştır. Tarımsal dönüşümün tam olarak yapılması, kent burjuvazisinin gelişmesi, kilisenin siyasal gücünü  kaybetmesi ve köylünün fabrikada işçi haline gelmesi kapitalist gelişmenin gereklerindendi.

Fransa'da ise başından beri güçlü bir feodal yapı hâkimdi. Monarşinin çok güçlü olduğu ülkede ticaret, para ekonomisi ve pazarların gelişmesi çok zaman aldı. 1789 devrimi bu engelleri yıktı  ama yepyeni çelişkiler oluşturdu.  Bu çelişkilerin en önemlisi küçük köylünün siyasal desteği karşılığında devletten önemli ödünleri almasıdır. Toprakları ellerinden alınmayan köylüler,  kapitalizmin acımasız hareket yasalarına karşı korunurken tarımsal dönüşüm yapılamamış oldu. Bu ise her ne kadar siyasal devrim gerçekleştirilmiş olsa bile kapitalizmin gelişmesini engelledi. Sanayileşme olayı 19. yüzyılda gerçekleşmedi. Ancak 1. Dünya savaşı koşulları sanayileşmeyi bir gereklilik haline getirince demir-çelik ve kimya sanayileri kuruldu. Dolayısıyla Fransa, sömürgeci ve büyük bir devlet olarak kalmakla birlikte 20. yüzyıla kadar kapitalist ekonomik gelişmeyi sağlayamadı ve yarı sanayileşmiş  bir ülke olarak kaldı. 

Tepeden inme sanayileşme modelinde ise genellikle Almanya, İtalya ve Japonya sıralanır. Bu ülkelerin siyasal otoriteleri çok güçlü olmakla birlikte feodal ekonomik sistemleri oldukça zayıftı. Bu sanayileşme modelinin temel özelliği devletin stratejik sanayileri kurması ve önderlik etmesidir. Amerikan kalkınma-sanayileşme modelinde de kendisine göre bir özgünlük vardır. Altın ve gümüş madenlerinin zenginliği ve çok büyük petrol rezervleri önemli bir unsur oluşturmuştur. Ayrıca Amerika’nın batısındaki verimli ve geniş olan toprak yapısı, Amerika’nın gelişmesinde önemli olmuştur. Avrupa’da köylüler yeni bir geçim için kentlere göç ederken; Amerika’da işsizler verimli batı topraklarına gittiler. Bu yeni yerleşim düzeni büyük bir tarımsal üretimin oluşmasına ve Amerika’nın siyasal istikrarını sağlayarak hızlı bir kalkınmanın sürecini de başlatmıştır. Hızlı sanayileşme ve yeni devletlerin çıkması dünyadaki dengeleri değiştirdi. Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletler, hızlı sanayileşmeleri sonucu dış pazar aramaya başladılar. Bu da paylaşım savaşının çıkacağını  gösteriyordu. En büyük sömürgeci devletlere olan İngiltere ve Fransa konumlarını korumaya çalışırken; yeni sanayileşmiş  ülkeler kurulu dengeyi bozmayı ve dış pazarlar bulmayı  amaçlıyordu. Amerika’nın uzak doğu pazarları ile ilgilenmesi, Japonya ile rekabete girmesi dünya çapında bir savaşın çıkmasını  kaçınılmaz kılıyordu. Rus çarlığı ve Avusturya–  Macaristan gibi özellikle Balkan’larda yoğunlaşan geleneksel yayılmacı  politikaları da 20. yüzyılın savaşa şahit olacağının göstergelerindendi. Bu dönemde ekonomik gelişmeler savaşa gidilmesinde en önemli rol oynamıştır. Kapitalist üretimin hareket yasalarından olan “dış pazar” arayışları son haddini bulmuş  ve yakında büyük bir paylaşım savaşının çıkacağının sinyallerini vermiştir. Tepeden inme sanayileşmeyi hızlı bir şekilde gerçekleştiren Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde acilen dış pazarların bulunması bir zaruret haline gelmiştir. Ancak bu büyük çatışmanın hemen başlaması beklenemezdi. Bu alanda da batılı devletlerin doğu sorunu olarak adlandırdıkları  Osmanlı toprakları üzerindeki paylaşım ve rekabeti büyük savaşın provası olarak ortaya çıkmaktadır.

DOĞU SORUNU VE BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI

Büyük ve saldırgan devletlerin dış pazar bulabilmek için mücadele etmeleri, her zaman hassas bölgeler oluşturmuştur. Balkanlar ve çoğunluğu Osmanlı egemenliği altında olan Ortadoğu bölgesi, bu hassas bölgelerin başında gelmektedir.  Doğu sorunu batılılar tarafından konan ve sadece Balkanlar ve Ortadoğu’yu kapsamakta; Hindistan, Japonya ve diğer Uzakdoğu devletlerini dışında bırakmaktadır. Asıl sorun, batılı devletlerin yayılmacı emellerinden ve Osmanlının paylaşmasından doğmuştur. Osmanlı kendisini bu tehlikeye karşı koruyamadığı için dış tehlikelere karşı kendilerini koruyacak güçlü bir devlet arayışına girdi. Bu İngiltere’den başka bir ülke olamazdı. Osmanlı-İngiliz 1838 “Ticaret sözleşmesi”  bu karşılıklı ihtiyaçları gideren bir antlaşma oldu. Osmanlı kendi iç pazarını İngiliz mallarına açacak ve İngiltere’nin siyasal vesayeti altına girecek. Buna karşılık Osmanlı kendisini Rus baskısından ve iç ayaklanmalardan korumuş olacaktı. İç pazarını İngiltere’ye açarak Osmanlı büyük bir sömürü çarkının içine girmiştir. Daha sonradan İngilizlerin Ortadoğu ve Osmanlı politikaları  değişti. Osmanlının yıkılacağından emin olan İngiltere, pastadan büyük bir pay almak ve doğu Akdeniz’de egemen olmak için uğraştı.  İngiltere’nin Kıbrıs yaklaşımı, Balkan ve Arap ülkelerindeki ayrılıkçı hareketlerini desteklemesi, Osmanlıyı Alman egemenliğine yaklaştırdı. Almanlar Berlin-Bağdat demiryolunu döşerken, maden kaynakları zengin olan yerlerden güzergâhı geçirerek Anadolu toprakları üzerinde büyük bir sömürü ağı kurdu. Bu durum sonucu Almanya, Osmanlının iç pazarını tümüyle ele geçirdi. İngiltere çökmekte olan imparatorluktan en büyük payın kendisine düşmesini isterken; Fransa ve İtalya fırsat kaçırmayalım dercesine Osmanlıdan toprak talebinde bulunuyordu. Rusya’nın sıcak denizlere kavuşma politikası sonucu Osmanlı, Almanlardan başka bir müttefik bulamıyordu. Bu gelişmeler sonucunda devletler “üçlü ittifak ve üçlü itilaf” diye gruplaşarak 1. Dünya savaşına girdiler.  Ordular cephede yerlerini almışlar. Nüfus ve paylaşım savaşını beklemeye koyulmuşlar.  Savaşın başlaması için sadece bir hareket gerekiyordu. 1914’te Saray Bosna’da Avusturya-Macaristan imparatorluğunun veliahdı Ferdinand’ın Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi savaşı başlatan kıvılcımdır. Rusya Sırbistan’ı desteklerken Almanya da Avusturya-Macaristan’ı destekledi ve Rusya’ya savaş ilan etti. Böylece savaş başlamış oldu.  İtalya’nın savaşta saf değiştirmesi itilaf devletlerine önemli güç kazandırdı. Savaşın kaderini tayin eden iki gelişme 1917’de oldu. Bunlardan birincisi; Rusya’da çıkan Bolşevik devrimi, ikincisi Amerika’nın savaşa girmesidir. Amerika’nın sivil yolcu gemisinin Almanlar tarafından vurulması Amerika’nın Almanya’ya savaş açmasına sebep oldu. Amerika’nın büyük askeri gücü savaşın sürecini tayin etti. Sadece savaşı kazanmakla iş bitmiyor; tahribatın onarılması ve bir daha böyle bir olayın yaşanmaması için gerekli düzenlemenin yapılması zorunluluk haline geliyordu. Savaş tam bitmeden ABD başkanı Wilson yeni düzenlemelerin ne olması gerektiğini 14 maddelik “Wilson Prensipleri” ile dünyaya ilan etti. Böylece ABD savaş sonrasında en etkili siyasal güç haline geldi. Wilson ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri ilkesini getirtti. Ayrıca ulusal sınırlar ve pazarlar tayin edilince dünya ülkelerinin serbest ticarete geçmelerini ekonomik açıdan bir zorunluluk haline getirdi. Bu noktada dünyada dış ticarete kapalı ve kendi içerisine dönük devletler istenmemekte yeni kurulacak ulus devletlerinin dünya kapitalist sistemleriyle bütünleşmeleri amaçlanıyordu.  Amerika böylece dünya pazarlarını ele geçirmek için özel bir çaba gösteriyordu. Wilson üçüncü bir prensip olarak yeni kurulacak olan ulus devletlerin mutlaka liberal hükümetleri siyasal iktidara getirmelerini önerdi. Bu bütün dünya ülkelerinin uluslararası serbest ticarete açılmaları için gerekli bir ön koşuldu. Wilson, genel planına göre önce imparatorluklar parçalanarak ulus devletleri kurulacak ama bu devletlerin nitelikleri güçlü kapitalist ülkeler tarafından tayin edilecektir. Önce siyasal açıdan batıya bağımlı yönetimler iktidara getirilecek ve böylece karşı blokların oluşması laf dinlemeyen ülkelerin ortaya çıkması önlenecek. Daha sonra bu liberal iktidarlar aracılığıyla hem küçük ülke ekonomileri serbest ticarete hazırlanacak hem de bunların dünya kapitalist sistemle birleşmeleri sağlanacaktır. Eğer böyle bir düzenin kurulmasında sorunlar ortaya çıkarsa; yeni bir dünya savaşına yol açmayacak barışçıl yöntemleri kullanacak uluslar arası bir örgüt devreye girmeliydi. Bu görüşler doğrultusunda “Milletler Cemiyetinin” temeli atıldı. Daha sonra yapılan barış düzenlemeleri bazı siyasal gelişmelere yol açtı. Özellikle “Versay Antlaşması” sonrası Almanya da ikinci dünya savaşına sebep olacak gelişmeler neden oldu.  Bolşevizm tehlikesi, İtalya’da faşizmin Mussoloni ile birlikte yükselmesi, Almanya’da Nasyonal Sosyalist partinin Adolf Hitler ile birlikte başa geçmesi önemli siyasal gelişmeleri doğurmuştur.  Siyasal gelişmeler olurken ekonomik düzeyde yeni bir döneme giriliyordu. Savaş sonrası toparlanma diye tanımlanan 1919’dan 1929’a kadar bazı önemli değişimler olmuştur. ABD dünya kapitalist sistemi içerisinde merkez konuma gelmeye başlamıştı. Avrupa yavaş yavaş merkez konumdan çıkıp çevre konumuna düşmüştü. Savaşta pek fazla etkilenmeyen ABD harap olan müttefiklerine yardım elini uzattı ve onların yaralarının onarılmasına çalıştı.  Bütün bu yumuşama ve dostluk girişimleri içerisinde Almanya batıya ve doğuya şimdi olmasa bile ileride bir tehlike oluşturabilecek konumundan tam olarak çıkamamıştı.

Türkiye ekonomisi için birinci dünya savaşı sonrası Lozan’ın getirdiği hükümler Türkiye’yi dünya kapitalist sisteme bağladığı için cumhuriyetin ilk dönemlerinde bağımsız bir ekonomik gelişme izlenememişti. İstenilen gelişmelerin oluşturulabilmesi için uzman bir ekibin plan yapması gerekiyordu. İşte bu ekipte Sovyetler Birliğinin önde gelen uzmanlarının Türkiye’ye davet edilmesiyle ortaya çıktı. Prof. Dr. Orlov başkalığındaki heyet, Türk ekonomisini düzenleyecek bir araştırma yapılması önerildi. Bunu sonucunda Türkiye’nin ilk beş yıllık planı ortaya çıktı. Bu plan gereğince ağır sanayilerin kurulması zorunluluğu ortaya kondu. Türkiye’nin ilk demir-çelik, uçak tamiri, bez ve kimya sanayileri 1930’da kuruldu. Büyük bir demiryolu projesi başlatıldı. Kapitalizmin en büyük krizlerinden birisi olan “1929 Büyük Buhranı” savaş sonrası  kurulan bütün siyasal ve ekonomik ilişkileri altüst ettiği gibi merkez çevre ilişkilerini de gevşetti. Büyük buhran, Amerika’da patlak vermesine rağmen daha sonra dünyanın bütün kapitalist ülkelerine yayıldı. Her ülke kendi başının çaresini bakmaya yönelerek kendi ekonomisini çökmesini önleyici tedbirler almaya başladı. Amerika üretimi küçültmeye çalışıyordu. Ancak küçültülen sanayi üretimi, birçok işçinin işsizliği anlamına geleceği için işsizliğe yönelik çareler aramaya başladı. Az gelişmiş  ülkeler dünya kapitalist sisteminin getirdiği olumsuzlukları  gidermek için kendi içine kapanmaya çalışıyordu. “Korumacılık politikalarını” gündeme getiriyordu. Buna en büyük kanıt ise Türkiye cumhuriyetinin 1930’lu yıllarda yaptığı hamle idi. Büyük ölçüde tarıma dayalı ekonomisi olan Türkiye dünya pazarlarında tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesi üzerine kriz ile tanıştı. Ancak Osmanlı gümrük hadlerinin 1929 yılında bitmesi ve savaş borçlarının ödenmesiyle birlikte Türkiye çabuk bir şekilde kendi içerisine kapanabildi ve dünya kapitalist sisteminden gelen olumsuz etkilere karşı önlemleri kısmen üretti.

Ekonomik krizle boğuşan ülkelerde önemli siyasal değişmelerde olmuştur. Ekonomik krizle otoriter rejimlerin bütünleşmeleri en üst yüzeyde Almanya’da Nasyonal Sosyalist partinin iktidara yürümesiyle başladı. Çok büyük bir ekonomik krize giren bu ülkede enflasyon çok büyük boyutlara ulaşırken Alman parası değer kaybetti. İşsizlik oranı  artı. Bu tür durumlarda aşırı akımlara kayan toplumlar, ağır koşulların bir an önce giderilmesi için radikal çözümlere başvuruyordu. Böylece Naziler kolayca başa geldiler. Nazilerin kolayca başa gelmelerindeki en önemli etken; birinci dünya savaşını kaybetmiş olmaları, radikal sol bir alternatifin olmaması, Hitlerin karizmatik kişiliği toplumsal hareketin oluşumda büyük bir etken olmuştur. İç düzeni sağladıktan sonra Hitler, Versay antlaşmasını tanımamış ve silahlanmaya başlamıştır. Ağır silah yapımına önem vermiştir. Bu süreç ikinci dünya savaşına doğru gidişin göstergesiydi.  İngiltere ve Fransa mevcut düzeni korumaya çalışırken; pazar kapma durumunda olan Almanya, İtalya ve Japonya çok saldırgan bir dış politika izlemeye başladı. Bu saldırganlık bütün dünyaya yayılmaya başlamıştır. Japonya Mançurya’ya, Mussoloni Habeşistan’a, Hitler Ren havzasına ve Polonya’ya saldırınca ikinci dünya savaşı başlamış oldu.  

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !