Şükrü HÜSEYİNOĞLU

10 Ağustos 2023

KADİM BİR PUT OLARAK “GAVS” İNANCI

Türkiye’deki yaygın din anlayış ve pratiğinde tasavvufun ağırlığı bilinmektedir. Bu itibarla tasavvuf inanış, kavram ve pratiklerinin yaşadığımız toplumda etkinliği ve belirleyiciliği tartışma götürmez bir gerçekliktir.

Tasavvufun ise, bir yazarın kitabına verdiği isimle ifade edecek olursak vahiyden kültüre geçiş sürecinde İslam anlayışlarına arız olmuş, kendine münhasır inanç ve pratikleri olan, İslam’ın tevhid öğretisiyle temelden farklılaşan tanım ve kabullere sahip bir kültür olduğunu söylemek, haksızlık değil, bilakis hakkın tesbit ve teslimidir.

Her dünya görüşü ve inanç sisteminin olduğu gibi tasavvufun da, inanış ve pratiklerini üzerine bina ettiği kavramları vardır. İşte bu kavramlardan biri ve tasavvuf açısından çok merkezi bir konumda olanı “Ricâlulgayb” kavramıdır.

Türkçesi “Gayb adamları” demek olan bu kavram, müşahede alanında yaşayan ve algı, bilgi ve etkinlikleri duyu organlarının yetileriyle ve dolayısıyla müşahede alanıyla sınırlı olan “sıradan insanların” dışında ve fevkinde, gayb alanıyla irtibatları bulunduğuna ve dahası gayb alanı dahil yeryüzü ve kâinat üzerinde tasarrufta bulunma yeti ve etkinliğine sahip olduklarına inanılan ve “kutub”, “gavs” gibi isimlendirmelerle tesmiye edilen, kendilerinde vehmedilen nitelikler itibariyle İslami literatüre göre tam anlamıyla ilahlaştırılmış / ilah mevkiine konulmuş bulunan tasavvuf zevatını tanımlamak için kullanılan bir tasavvuf terimidir.

Tasavvuf, temeli Hint-İran mistisizmi, Yunan ve Mısır felsefesi gibi İslam dışı kültürlere dayanan bir öğreti olarak, kendine has kavramlarının mevcudiyeti yanı sıra, Müslümanlar arasında kendisine meşruiyet zemini bulabilmek için İslam’ın bazı kavramlarını da alıp kendi öğretisi için araçsallaştırmıştır.

Bu kavramlardan biri de, tasavvufun, İslam’a göre tamamen bir şirk inancı niteliği taşıyan “ricâlulgayb” inanışına İslam’dan bir zemin edinebilmek gayesiyle Kur’an’dan alıp, lakin Kur’ani bağlam ve anlamından kopararak söz konusu şirk inancına dayanak kılmaya çalıştığı “veliyyullah / Allah’ın velisi” kavramıdır.

Kur’an’da, Allah’a itaat üzere yaşama bilincine sahip olan insanları, yani mü’minleri/müslimleri tanımlamak için kullanılan[1] bu kavram, kendilerinde kimi ilahlık nitelikleri vehmedilen tasavvuf zevatını nitelemek için kullanılmaya başlanmış, ardından da tasavvuf zevatı için vehmedilen ilahi nitelikler bu kavramın kapsamına dahil edilerek bâtıl, müşrik bir kültürün “ilah” ve “yarı ilahlarına” zemin kazandırılmıştır.

Biz Kur’an’ın öğreti ve tanıklığıyla biliyoruz ki, bir kimse ya Allah’ın velisidir (veliyyullah), yahut da şeytanın velisidir (veliyyuşşeytan). Allah’a iman edip O’na itaat bilinç ve gayreti üzere yaşayanlar Allah’ın velisidir, şeytanın adımlarını takip ederek hevalarına tâbi olanlar ise şeytanın velisidir.

Kur’an’da tüm mü’minleri tanımlayan bu kavram ve sıfatın mü’minler içinde özel bir grup veya sınıfa has kılınması söz konusu değildir, olmamıştır. Bu, az önce de belirttiğimiz gibi tasavvufun bu kavram üzerinden kendi “ricâlulgayb” inancına zemin kazandırması gayesiyle gerçekleştirdiği bir saptırmadır.

Kur’an’da evet mü’minler içinde bazı özel vasıflara sahip kimseleri tanımlayan kavramlar vardır, sâbikûn, mukarrabûn, râsihûn gibi. Allah yolunda cehd ve mücadelede öncülük edenler ve ilimde derinleşenler bu kavramlarla nitelendirilmişlerdir.[2]  Fakat veliyyullah sıfatı böyle değildir, o tüm mü’minleri ifade etmek için kullanılmıştır.

Beşeri İlahlar ve İlahçıklar: “Ricâlulgayb”

Tasavvuf öğretisinin temel inançlarından olan “Ricâlulgayb” kavramı, sözlüklerde şu şekilde tanımlanmaktadır: “Âlemde tasarruf sahibi gizli ve âşikâr velîler topluluğu.”[3]Bu kavramla eş anlamlı olarak “Ricâlullah”(Allah adamları) tanımı da kullanılmaktadır.

Bu tanımdaki “âlemde tasarruf sahibi” ibaresi, söz konusu inancın mahiyetini ortaya koymaktadır. Bir mü’min şu tanımı okuduğunda, imanından kaynaklanan bir refleksle “hâşâ” diyerek bu şirk inanç ve yöneliminden teberrisini dile getirir.

Zaman zaman ifade etmeye çalıştığım bir husustur; tasavvuf denilince aklımıza hemen tasarruf kelimesi gelmelidir. Zira tasavvuf, kendilerine “gayb adamları” denilen ve yukarıdaki tanımda da geçtiği gibi gayb âleminde tasarruf yeti ve etkinliğine sahip olduğu vehmedilen kimseler üzerine bina edilen bir inanış ve kültürdür.

İslam’a göre, gayb âleminde ve gaybi hususlarda insanlar üzerinde tasarrufta bulunmak doğrudan doğruya ilahlık vasfıdır. Dolayısıyla bu vasfın kendisine nisbet edildiği herhangi bir varlık veya kimse, ilah olarak kabul ediliyor demektir. “Ricâlulgayb” tanımlama ve inancı için bu sebeple “beşeri ilahlar ve ilahçıklar” nitelemesini kullandık.

“Ricâlulgayb” veya “ricâlullah” olarak nitelendirilen bu beşeri ilah ve ilahçıkların alt isimlendirmeleri olarak ise “kutub” ve “gavs” gibi kavramlar karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramlar kaynaklarda şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Kutub: Velîler zümresinin başkanı, dünyanın ve âlemin mânevî yöneticisi olduğuna inanılan en büyük velî mânasında kullanılmış, onun işgal ettiği makama da kutbiyyet denilmiştir. Ayrıca kutbun yönetimi altında bulunduğuna inanılan çeşitli velî gruplarının her birinin başkanına da kutub adı verilir”, “Gavs: Kendisinden mânevî yardım istendiğinde kutba verilen unvan.”[4]

Tanımda da belirtildiği gibi, tasavvufta “kutub” diye nitelenen kimseler “dünyanın ve âlemin manevi yöneticisi”olarak görülürken, bu kimseler kendilerinden gaybi/manevi yardım talebinde bulunulduğunda (kendilerinden istiğase ve istimdad dilendiğinde)gavs”olarak nitelenmektedir.

Gavs, kendisinden istiğase dilenen merci demektir. Dolayısıyla bu niteleme ve inancı doğru anlamak için, öncelikle istiğase terimini bilmek gerekmektedir. “Gavs” niteleme ve inancının nasıl bir şirk niteleme ve inancı olduğunu, “istiğase” ve onunla irtibatlı olan “istimdad” terimlerine tasavvuf inancında verilen anlamlar yeterince göstermektedir:

“Sözlükte “tehlikeli durumlarda yardım isteme, imdada çağırma” anlamına gelen istimdâd, tasavvufta “peygamber ve velîlere sığınıp herhangi bir dileğin gerçekleşmesi için onlardan yardım dilemek” mânasında kullanılmıştır. Ağlayarak ve feryat ederek yardım isteme eylemi için istigase, istiâze ve ilticâ kelimeleri de kullanılmaktadır. Mânevî yardımda bulunma gücüne sahip olduğuna inanılan büyük velîlere gavs denir. Önemli bir tasavvuf kavramı olan himmetin de böyle bir işlevi vardır.”[5]

Her bir cümlesi, Mekke müşrik toplumunun Lat, Menat, Uzza, Hubel gibi, Allah’ın dûnundan (O’nun mutlak ilahlığının bir alt şubesi şeklinde) ilah edindikleri putlarla ilgili inanç ve pratiklerine karşılık gelen bu tanımlarda da görüldüğü üzere, tasavvufun “veliyyullah” tanım ve konumlandırması ile İslam’ın “veliyyullah” tanımı arasında tevhid ile şirk arasındaki kadar fark vardır!

İslam’ın “veliyyullah”ı, Allah’a iman ve ittika üzere yaşamaya gayret eden mü’min fertleri tanımlarken, tasavvuf aynı terimle kendilerinde ilahi vasıflar olduğu vehmedilen, kendilerinden gaybi olarak istimdad ve istiğase dileyen insanlara himmet etme yeti ve etkinliği bulunduğuna inanılıp “kutub” ve “gavs” diye nitelenen beşeri ilah ve ilahçıkları tanımlamaktadır.

Dahası, Kur’an’ın konuyla ilgili beyanları ve tasavvufun söz konusu inançlarıyla ilgili aktardığımız tanımlardan da anlaşılacağı gibi, tasavvufun söz konusu ilah ve ilahçıkları, Mekke müşriklerinin ilah ve ilahçıklarının da fevkinde bir konuma yerleştirilmiş olmaktadırlar.

Zira Mekke müşrikleri putlarına, kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar[6] ve kendilerine Allah nezdinde şefaatçi olsunlar[7] diye rağbet ederken, “kutub” ve “gavs” inancında ise doğrudan doğruya kendilerinden manevi/gaybi yardım talebinde bulunulan ve gaybi olarak tasarruf ve himmet yetisine sahip olduklarına inanılan “ilahlar” söz konusudur.

Nuh (a.s.) Kavminin Yeğus’u, Tasavvufun Gavs’ı

Biz yine Kitab-ı Kerim’in beyan ve tanıklığıyla biliyoruz ki “gavs” niteleme ve inancı, bugünün tasavvufçularının peydahlamış olduğu bir niteleme ve inanç da değildir. İlk insan topluluklarından biri olan Nuh (a.s.)’ın kavminin putlarından birinin isminin “Yeğus” olması, bu şirk inancının kadim niteliğini ortaya koymaktadır:

“Dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Vedd’den, Suvâ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’tan ve Nesr’den kesinlikle vazgeçmeyin.” (Nuh, 71/23)

“Yeğus”, “gavs”la (doğru telaffuz ve yazılışı “ğavs”tır) aynı kök ve “kendisinden istiğase dileyene yardım eden” şeklinde aynı anlama sahip bir isimlendirmedir. Dolayısıyla görüldüğü üzere şirkin bu boyutunda ta o günlerden bugünlere değişen bir şey yoktur. Tıpkı hüküm/hâkimiyet alanındaki şirk konusunda Nemrudlardan, Firavunlardan bugüne değişen bir şey olmadığı gibi.

Gavs niteleme ve inancı, tasavvuf çevrelerinde bugün de aktif şekilde etkinliğini sürdürmektedir. Konuyla ilgili olarak, Türkiye’de milyonlarca insanın din anlayışını belirleyen Said Nursi’nin “Risaleler”inden iki alıntı ve “Cübbeli Ahmet” olarak tanınan kişinin bir vaazındaki (!) sözlerini aktarmakla yetineceğiz. Bu kişinin ifadeleriyle başlayalım:

“Gavs, Gavs-ı Geylani… Adamı denizin ortasında kurtarır, havada kurtarır. Allah’ın izniyle. ‘Ya gavs” dedinmi, hemen gelirler. Kaç kere denemişim ha, havada düştük düşeceğiz. Küt iniyoruz aşağı, pat çıkıyoruz yukarı. Hayatımız uçaklarda geçti. Oku oku oku, durmuyor. ‘Ya Gavs’ dedinmi, Gavs-ı Geylani gelir.”[8]

Said Nursi ise, bir çocukluk anısını şu şekilde anlatmaktadır:

“Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatı’nda, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zâttan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Yâ Gavs-ı Geylânî’ derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, ‘Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acîptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duâsıyla imdadıma yetişmiş.”[9]

Yine Said Nursi, “gavs” niteleme ve inancıyla ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs'ın hususî İsm-i Âzamı, ‘Yâ Hayy’ olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs'tan sonra mematları hayatları gibidir.”[10]

Görüldüğü üzere kutub ve gavs nitelemeleri, İslami ıstılaha göre tam anlamıyla bir ilahlık nisbetidir. Gelin görün ki, bazıları tarikatlarının liderlerine bu ilahlık vasıflarını bile yeterli görmemekte, bu nitelemelerin dahi liderlerini sınırlamak olduğunu dile getirmektedirler. “İsmailağa” tarikatının mütevaffa lideri Mahmut Ustaosmaoğlu için düzenlenen bir anma programında dile getirilen şu ifadeler bu kabildendir:

“Sana gavstır, kutubdur, kutb-u aktabdır demek, sana makam ve rütbe tayin etmek, seni övmek değil, aslında seni yermektir. Seni anlayamamaktan dolayı seni sınırlandırmak ve seni kısıtlamaktır. Lakin ibare darlığından dolayı ancak bu kadarıyla seni anlatabilmekteyiz efendim.”[11]

Tüm bu tanım, niteleme ve inanışlar karşısında aklımıza gelen ilk ayet-i kerimelerden biri, A’raf Suresi 3. ayet oluyor. Rabbimiz, Mekkeli müşriklerin Allah’tan başka veliler edinmiş ve onlara sığınmakta ve rağbet etmekte olmaları karşısında kullarını şu beyanla ikaz etmekteydi:

“Rabbinizden size indirilene uyun, O'ndan başka velilere uymayın. Ne az öğüt alıyorsunuz?” (A’raf, 7/3)

Evet, insanların geçmişten günümüze en büyük sorunlarından biri, Allah’tan başka veliler edinerek, Allah’ın ölçü ve hükümleri yerine bu velilere ittiba etmek olmuştur. İnsanların dua ve ibadette Allah’tan başka veya Allah’ın yanı sıra, yukarıda misallerini aktardığımız gibi kimi anlamlar yükleyerek kendilerine yöneldikleri ve rağbet ettikleri merciler ile yine Allah’tan başka veya Allah’ın yanı sıra hüküm mercii edinip itaat ettikleri siyasi merciler, insanlık tarihi boyunca Allah’tan başka veli edinilmiş olan merciler olmuştur.

Kendisini İslam’a nisbet eden bir kişi veya topluluğun, İslam’ın tevhid öğretisinin temel boyutlarından biri olan, Allah’tan başka herhangi bir kişi veya varlıktan gaybi yardım istenemeyeceği, bunun doğrudan doğruya bir şirk akide ve ameli olduğu gerçeğinin hilafına olarak “kutub”, “gavs” diye adlandırılan kimselerin gaybi alanda tasarruf sahibi olduğuna inanmaları ve o şekilde niteledikleri kimselerden istimdad dileğinde bulunmaları, gerçekten inanılır gibi değildir.

Bu kişi ve topluluklar, her şeyden önce her vakit namazın her rekatında okudukları Fatiha Suresi’nin 4. ayetinden de mi habersizdirler? Bu kişi ve topluluklar, namazlarında günde onlarca kez Rabbimize “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz” diye söz verirken, sonrasında gaybi alanda tasarruf sahibi olmak gibi ilahlık vasıfları vehmettikleri bazı kimselere yönelip onlara rabıta yaparak, onlardan istimdad dileyerek hem ibadette hem duada açık bir şirkin içine düşmektedirler.

Bu anlayış ve pratik üzere olan kesimlere, Rabbimizin şu ayet-i kerimelerini hatırlatmakta fayda görüyoruz:

“Gerçek dua ancak Allah'a yapılan duadır. O'ndan başka çağırdıkları (dua ettikleri) ise, kendilerine hiçbir şeyle karşılık veremezler. Onlar, ağzına ulaşması için suya doğru iki avucunu açan kimse gibidirler. Oysa (böyle yapmakla su) ona ulaşmaz. Hakkı bilerek onun üzerini örten kimselerin duaları, dalâlet içinde kalmaktan başka bir şey değildir.” (Ra’d, 13/14)

“Allah'ı bırakıp kendilerine kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek olan ve kendilerine yalvarıldığının bile farkında olmayanlardan dilekte bulunandan daha sapkın kim olabilir?” (Ahkâf, 46/5)

“Kullarım sana benden sorarlarsa (bilsinler ki), ben onlara yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim. Şu halde benim çağrıma kulak versinler ve bana iman etsinler. Olur ki doğru yola yönelirler.” (Bakara, 2/186)

İnsanlığın Put Üretme Geleneği

İşin doğrusu şu ki, insanoğlu tarihi boyunca put üretmekten geri durmamıştır. Put üretip ona tapınmak, kadim zamanların olduğu gibi modern ve post-modern zamanların da yaygın insan davranışı olmayı sürdürmektedir. Rabbimiz, A’raf Suresi 71, Yusuf Suresi 39-40 ve Necm Suresi 19-23. ayetlerde bu duruma değinmekte ve şu ifadelerle putperestliğin tabir yerindeyse beyin filmini çekmektedir:

“Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (Necm, 53/ 23; Ayrıca bkz: A’raf, 7/71; Yusuf, 12/39-40)

Günümüzde de olan aynısı değil midir? “Ulu önder”, “Efendi Hazretleri”, “Kutub”, “Gavs”, “Ayetullah”  gibi nitelemelerle bazı insanlar yol gösterici, dayanak, sığınak, hayatında ve mematında kendisine rağbet edilecek merci haline getirilmekte ve böylece modern ve geleneksel putlaştırma ameliyesi gerçekleştirilmektedir.

Söz konusu ayetlerdeki “Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir” ifadeleri ne kadar aydınlatıcı, bir örümcek yuvası gibi zayıf/dayanaksız olan putperestliği temelinden sarsan ifadelerdir.

Şirk ve cahiliye cephesinde dün ne oluyorsa, bugün de görüldüğü üzere aynısı olmaktadır. Nuh (a.s.)’ın kavminde, Hud (a.s.)’ın kavminde, Yusuf (a.s.) öncesi Mısır toplumunda ve Mekke müşrik toplumunda olduğu gibi, birtakım yüceltici niteleme ve isimlendirmelerle çeşitli putlar üretilmekte ve Allah’tan başka veya Allah’ın yanı sıra onlara rağbet edilmeye, onlar yol gösterici kabul edilmeye, sığınak ve dayanak edinilmeye başlanmakta ve nesiller boyu bu şirk kültürü yaşatılmaktadır.

Bu hal üzere olan toplumlar, kendilerini yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluğa çağırıp, tevhidi akide ve pratiğin ölçü ve usullerini öğreten vahye tâbi olmaya dâvet edildiklerinde “Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola tâbi oluruz”[12] cevabını vermişlerdir, vermektedirler.

Konuyu toparlarken son olarak, “kutub”, “gavs” vs gibi nitelemeler altında kendilerinde yarı ilahlık ve ilahlık vasıfları vehmedilen kimselerle ilgili algı ve inanışların bu çerçevede de sorgulanması için, Rabbimizin Kur’an’da Rasulullah (a.s.)’ın bizim gibi bir beşer oluşuna dair vurgularını hatırlatmakta fayda görüyoruz.

Konuyla ilgili ayet-i kerimelerden birkaçını birlikte okuyalım:

“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum. Sadece bana vahyolunana uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim.” (Ahkâf, 46/9)

“De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih amel işlesin ve Rabbine olan ibadetine kimseyi ortak tutmasın.” (Kehf, 18/110)

“De ki: Ben size 'Allah'ın hazineleri yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Size benim melek olduğumu da söylemiyorum. Sadece bana vahyedilene uyuyorum. De ki: Görmeyenle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" (En’âm, 6/50)

Evet, Rabbimizin apaçık beyanıyla gaybı bilmeyen bir Nebi (a.s.) ve fakat gaybı bilmenin ötesinde hayatlarında ve mematlarında (hâşâ) gayb âleminde tasarruf sahibi olduklarına, kendilerimnden gayben istimdad dileyenleri (hâşâ) işittiklerine ve onlara gaybi olarak yardımda bulunduklarına inanılan tasavvufun ilahçık ve ilahları!

Bu inanış üzere olan tasavvuf çevrelerine çağrımız, Rabbimizin Kitab-ı Kerim’de, benzer şirk inanış ve pratikleri üzere olan o günün Kitap Ehli’ne yönelik dâvetinden ibarettir:

“De ki: ‘Ey Kitap Ehli! Aramızdaki ortak bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şahit olun ki, biz Müslümanlarız’ deyin.” (Âl-i İmran, 3/64)


[1] Bkz: Yunus, 10/62-63

[2] Bkz: Vâkıa, 56/10-12; Âl-i İmran, 3/7 vb.  

[3] TDV İslam Ansiklopedisi, “Ricâlulgayb” maddesi.

[4] TDV İslam Ansiklopedisi, “Kutub” maddesi.

[5] TDV İslam Ansiklopedisi, “İstimdad” maddesi.

[6] Bkz: Zümer, 39/3

[7] Yunus, 10/18

[8] https://www.youtube.com/watch?v=wURVC9jp4lU

[9] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2013, Sh. 251

[10] Said Nursi, Barla Lahikası, 261. Mektup

[11] https://www.youtube.com/watch?v=cW1o1PMwwkg

[12] Bkz: Bakara, 2/170; Mâide, 5/104; Lukman, 31/21

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ağustos 2023 sayısında yayınlanmıştır.)