Şükrü HÜSEYİNOĞLU

25 Temmuz 2023

DEĞİŞİM, ZORUNLU BİR İSTİKAMET MİDİR?

“Algı yönetimi”, geçmişten günümüze cahiliye düzenlerinin toplumları sevk ve idare noktasında başvurageldikleri bir yöntemdir. Kur’an kıssalarını okuduğumuzda, egemen müstekbir güçlerin Rabbimizin Nebilerine (a.s.) yönelik türlü algı operasyonları yaptıklarını, onlarla ilgili çeşitli yaftalar üretip propagandalar yaptıklarını/yaptırdıklarını görürüz.

Firavun ve melesinin Musa(a.s.)’la ilgili “…Bu bilgin bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor…"(A’raf, 7/99-100) propagandası ve Musa (a.s.)’ın Mısır’da bozgunculuk peşinde olduğu iddiası,[1]hakeza Mekke eşrafının Muhammed (a.s.)‘la ilgili sihirbaz, mecnun (cinlenmiş), şair gibi nitelemeleri[2] ve Kur’an’ın ancak bir insan sözü olduğu gibi iddiaları,[3] bâtılın temsilcilerinin söz konusu “algı yönetimi” çabalarına örnek verilebilir.

Tabi tüm bu niteleme ve yaftalamalar, vahyin ve vahyin elçisi Nebilerin (a.s.) açık ve güçlü meydan okumalarıyla tarihin çöplüğüne atılmıştı. Zira bâtılın hakkın karşısında, algı yönetiminin gerçeğin karşısında tutunma imkân ve ihtimali bulunmamaktadır.

Bâtıl, adı üstünde bâtıldır. Haktan, hakikatten bir nasibi yoktur. Hakkın karşısında tutunma imkânı da yoktur.[4] Bunun içindir ki vahyin hak olan sözleri karşısında çaresiz kalan müstekbirler, neticede her defasında çareyi kaba kuvvete, zecri tedbirlere başvurmakta aramışlar, üzerinde bulundukları bâtılı bu şekilde koruyabileceklerini düşünmüşlerdir.

İnsanlık tarihi ve hassaten Peygamberler (a.s.) tarihi bu durumun acı misalleriyle doludur. Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk neslin de, Kur’an mesajına karşı çaresiz kalan müşrik DarunNedve otoritesince nasıl ağır zulüm ve saldırılara maruz bırakıldığı bilinmektedir.

Fiziki saldırı ve zulümlerin yanında Mekke müstekbirlerinin Kur’an vahyi ve dâveti karşısında başvurdukları bir yöntem de, kitleleri, Kur’an okunduğunda kaba gürültü yapmaya, böylece Kur’an’ın sözünü bastırmaya çalışmaya teşvik etmeleriydi.[5]

Tabi günümüz müstekbirleri bu işleri daha sofistike, daha estetik yöntemlerle gerçekleştiriyor, İslam’ın sözünü/mesajını bastırmak ve kitleleri vahyin gündemi yerine suni gündemlerle meşgul etmek noktasında medyatik yöntemlere başvuruyor.

Bu noktada, geçmişten günümüze cahiliye düzenlerinin temel sac ayaklarını teşkil eden politikacılar, sermaye ve onların güdümündeki medya birlikte hareket ediyor, mevcut işleyişe bağlı/bağımlı “din adamları” da, vahyin özgün gündemi yerine egemenlerin belirlediği gündemler ve onların çizdikleri sınır gereği “mâbed dini” düzeyine indirgenmiş bir dinî söylemle, vahyin mesajının toplumlarla buluşmasına engel olma ve toplumları mevcut bâtıl işleyiş çerçevesinde sevk ve idare etmeyi devam ettirebilmeyi amaçlayan “algı yönetimi”ne eşlik etmiş oluyor.

Haktan bir nasibi ve dolayısıyla hakikat üzere söyleyecek bir sözü bulunmayan bâtıl ve taraftarları, bu açığı kapatmak için kitleleri onlarla sevk ve idare edebileceklerini düşündükleri birtakım süslü sözler, sloganlar üretip tüketime sunarlar.

Modern cahiliye ve onun ürettiği cahili dinler olan modern ideolojiler bu konuda çok veluddur. Haktan uzak, hakikatten yoksun olmanın açığını bu şekilde kapatmaya çalışmışlardır. İdeolojik anlamda kısır olmaları oranında da slogan üretme ve topluma empoze etme konusunda daha üretken oldukları görülür.

En fazla slogan üreten ve en fazla tören peydah ederek o törenlerde kitleleri bu sloganlarla yönlendirmeye çalışan ideolojilerin faşist ideolojiler olması bu sebepledir. Avrupa’da 1. Dünya Savaşı öncesi Almanya’da  “Führer” ve İtalya’da “Duçe” yönetimlerinin ve onlardan mülhem Türkiye’de Kemalist yönetimin adeta slogan ve tören üretme fabrikası olarak çalışmış olması, bu noktada söylemek istediğimizi müşahhaslaştıran misaller olsa gerektir.

Modern ideolojiler, özellikle de “bilim”e vurgu, kavmin ve ona dayalı olarak inşa edilen ulusun yüceltilmesi, çalışmanın, üretimin ve tüketimin teşviki hususlarında sloganlar üreterek dolaşıma sokmuşlar, toplumların algılarını bu sloganlarla yönetmeye çalışmışlardır. Bu yönelimden bizim toplumumuzun payına “Ne mutlu Türküm diyene”, “Türk öğün, çalış, güven” gibi sloganlar düşmüştür.

Modern ideolojiler ve post-modernizmin, toplum mühendisliği ve algı yönetimi enstrümanları olarak üretip tüketime sunduğu sloganların ortak bir özelliği olarak, pratik bir anlam ve gerçeklik düzleminden yoksun oluşlarına dikkat çekmek gerekir. Mesela aradan geçen bir asırlık süreye rağmen, bir kimsenin “Türküm” demekle niçin ve nasıl mutlu olacağına dair mantıklı bir izah yapılabilmiş değildir.

“Değişmeyen tek şey değişimdir” post-modern sloganını ele aldığımızda, benzer bir anlam yoksunluğu ile karşılaşırız. Bu sloganda, “Değişimden kasıt nedir, bunun bir sınırı var mıdır yok mudur, değişmeyen tek şey değişimse insanların üzerinde karar kılacakları bir husustan söz edilebilecek midir” gibi soruların cevabını bulabilmek imkânı yoktur. Dolayısıyla bu slogan, çerçevesi, anlamı, istikameti olmayan bir laf-ı güzaftan ibarettir.

“Değişim” Putu

Modernizm gibi, onu aşma iddiasında olmakla birlikte aslında onun bir devamı olma vasfını taşıyan post-modernizm de, bâtılın yeni bir sürümü olarak kendi sloganlarını üretip tüketime sürmekten geri kalmadı.

Modernizmin, insanı, insan aklını ve bu çerçevede “bilimi” mutlaklaştırmasına/putlaştırmasına mukabil, postmodernizm hiçbir mutlaklık ve sâbite tanımama, bırakmama yaklaşımıyla hareket etmiş, hakikat fikrini yok etme ve sâbitesizliği temel dünya görüşü haline getirme çabası içine girmiştir.

İşte günümüzde sıkça duyuyor olduğumuz “Değişmeyen tek şey değişimdir” sloganı, söz konusu “post-modern akide”nin başat şiarlarından biri durumundadır. Son olarak partisiyle birlikte aldığı seçim yenilgisi sonrası bir politikacının dilinden duyduğumuz bu slogan, adeta üzerinde icma/konsensüs bulunan bir söz gibi kullanılmakta, bu müfsit slogan karşısında kimseler çıkıp da “vanminüt!” deme gereği duymamaktadır.

Oysa söz konusu slogan, “değişim putu”nun yontulmasınoktasında etkili bir algı üretme ve yönetme enstrümanı olarak kullanılmaktadır ve dolayısıyla hakka/hakikate dayalı bir sâbite öğretisi olan İslam’ın müntesipleri olarak biz Müslümanların, bu put yontma ameliyesi karşısında suskun kalmamamız gerekir.

Biz Müslümanlar, ebediyen değişmeyecek olan hakka/hakikate iman ediyoruz. El-Hak olan Rabbimizin bizim için yegâne hak din (hayat nizamı) olarak[6]belirleyip bildirdiği İslam’ın öğreti, ölçü ve hükümleri, bizim için asla değişmeyecek sâbiteler durumundadır.

Ne var ki bu apaçık gerçeğe, Rabbimizin bize bildirdiği öğreti ve ölçüler üzere sabır ve sebat etmemiz konusundaki hatırlatma ve ikazlarına rağmen, özellikle son yıllarda post-modern kültürün de etkisiyle maalesef “değişim putu”nunetkisini, kendisini İslam dâvâsınanisbet eden kesimler üzerinde de gözlemliyoruz.

Özellikle son 20 yıl, söz konusu kesimler arasında adeta sâbitesizliğin “sâbite” haline getirildiği bir dönem oldu. Kısacası “Değişmeyen tek şey değişimdir” post-modern sloganı, bırakalım seküler kesimleri, sâbite temelli bir istikamet öğretisi olan İslam’a ittiba iddiasındaki kesimlerin çoğunun dahi, dilleriyle söylemeseler de bizatihi tercih ve yönelimlerini belirleyen bir umde haline geldi.

Düne kadar “ilke” olarak deklare edip savunulan birçok kırmızı çizgi, şimdilerde İslami bağlamı olmayan bir maslahat algı ve söylemi eşliğinde flulaştırıldı, reel politik putuna kurban verilmeyen kırmızı çizgi neredeyse bırakılmadı.

Vahyin inzal sürecindeki ilk kurucu emirlerden olan “ruczdan ve ruczun egemenliğini temsil eden kurumlardan hicret”[7] öğretisine dayalı “cahiliyeden akidevi kopuş”tercih ve tavrının yerini, cahiliye ve onun aktörlerine entegrasyon süreci aldı.

Bu “değişim putu”nu tazim etmeyen, “Değişmeyen tek şey değişimdir” post-modern sapkın akidesi yerine, “Değişmeyen tek şey İslam’ın sâbiteleridir” tevhidi akidesinde sebât eden az sayıda topluluklar kaldı.

Tabi bu durum üzücü olsa da, diğer yandan Talut-Calut kıssasında Rabbimiz tarafından haber verilen imtihan gerçeği ve Rabbani ölçülere ittiba konusunda sebatkâr olan mü’minlerin seçilip “cüruftan” ayrıştırılması noktasında, geleceğe dair ümit vaat eden bir durum olarak da değerlendirilebilir.

Tas İtmiş, Mezhep Karışmış!

Bir post-modern dönem putu olarak değişimi bizatihi amaç ve gaye edinme tutumunun pratik neticesi sâbitesizliktir ve nihayetinde değişmesi gereken statükoyu değiştirme çabası yerine, ona entegre olma yoluna girmektir. Terk edilmemesi gereken mevzileri terk ederek kolay lokma haline gelmektir.

Bilindiği üzere Türkçede “Taş yerinde ağırdır” şeklinde bir deyim vardır. İşte “değişim putu”, taşın yerinde kalmasını yadırgayıp onu yerinden oynatmaya zorlamak ve böylece onu özgül ağırlığından mahrum etmeye matuf bir ayak kaydırma enstrümanıdır.

Sözün burasında, yaşanmış ibretlik bir hatırayla günümüzün sâbitesizlik sorununu örneklendirmek istiyorum.

Bizim köylüler eskiden kalaycılıkla iştigal ederlerdi. Körüğü sırtlarına vurup, karda kışta dağları ovaları yaya olarak aşıp şehir şehir, köy kasaba dolaşıp yemek kaplarını kalaylar, geçimlerini öyle sürdürürlerdi.

İsmini aldığım Şükrü dedem ve akrabamız Bozo amcanın bir kalaycılık hatırası, tam da günümüzde yaşanansâbitesizlik ve mevcut işleyişe entegrasyonsorununu resmeder nitelikte.

Bizimkiler bir Ramazan günü körüğü bir Alevi kasabasına kurmuş, etrafa duyuruyu yapıp kasabalıların getirdiği kapları kalaylamaya başlamışlar. Bir süre sonra kalay azalınca, dedem Bozo amcadan kasaba esnafından kalay satın alıp getirmesini istemiş.

Kalay satın almaya giden Bozo amca bir süre sonra elinde kalay, ağzında sigara çıkagelmiş. Tabi sigarayı gören dedem "Gardaşum bu ne hal böyle. Orucunu mu bozdun?" diye çıkışınca,Bozo amcanın cevabı, "Hey gidi gardaşum, kasabada tas yitmiş mezhep karışmış. Kimse oruç tutmuyor" şeklinde olmuş. Kısacası bizim Bozo amca ortama ayak uydurup orucunu bozmuş.

İbretlik bir hatıra değil mi? İşte her şart, durum ve ortamda sâbiteler üzerinde hareket etme bilinç ve cehdi yerine, değişen şart ve ortamlara göre tercih ve tutum değiştirmenin neticesi budur. Bizim köylülerin tabiriyle “tasın yitip mezhebin karışması” hali. Tasın yitmemesi ve mezhebin karışmaması, ancak sâbitelerde sebat etmekle mümkündür.

Rabbimizin “Seninle berabertevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol...” (Hud, 11/112) ayetinde Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil nezdinde bizden istediği de zaten bu değil midir? Emrolunduklarımız üzerinde sebatkâr olmak, onları hiçbir şart ve ortamda değişmeyen bir ahlaka, tercih ve tutuma dönüştürmek.

Rabbimiz, sâbitelerde sebatkâr olmamız ve böylece dönemsel ilhad rüzgârlarının etkisine kapılmaktan sakınabilmemiz için, yine Rasulullah nezdinde bizleri şu şekilde ikaz etmektedir:

“Eğer sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda biz sana hayatın da, ölümün de kat kat acısını tattırırdık, sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın.” (İsra, 17/74-75)

İslami kimlik ve şahsiyet; Müslüman olmak, Müslüman kalmak ve Müslüman ölmek bütünlüğü ve istikrarını gerektirir. Bunun için de Rabbimizin bildirdiği sâbiteleri iyi öğrenmemiz ve onlar üzerinde titizlenmemiz şarttır.

Rabbimizin Kitab-ı Keriminde bize öğrettiği şu dualar, kalbi, kavli ve fiili olarak her daim duamız olmalıdır:

“…Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak vefat ettir.” (A’raf, 7/126)

"Ey Rabbimiz! Biz 'Rabbinize iman edin' diye imana çağıran bir dâvetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve canımızı iyilerle birlikte al!" (Âl-i İmran, 3/193)

“…Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da âhirette de benim velim sensin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihlerin arasına kat." (Yusuf, 12/101)

Post-modernizmin “değişim putu”nun cazibesine kapılmamak ve sâbite-değişim dengesini vahyin öğretisi ve Rasulullah’ın vahye dayalı müşahhas örnekliği ışığında doğru kavrayıp Rabbimizin olmamız ve kal dediği yerde kalmamız için, bu duaları kalbimizden ve kavlimizden eksik etmemeli, bu dualar üzere yaşamaya gayret etmeliyiz.


[1]Bkz: A’raf, 7/127

[2]Bkz: Tur, 52/30

[3]Bkz: Müddessir, 74/24-25

[4]Bkz: İsra, 17/81; Enbiya, 21/18

[5]Bkz: Fussilet, 41/26

[6]Bkz: Âl-i İmran, 3/19

[7] Bkz. Müddessir, 74/5; Müzzemmil, 73/10

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Temmuz 2023 sayısında yayınlanmıştır.)