Kantar: Demokrasi, bugünün en büyük putu

Geçtiğimiz Cumartesi günü (10 Ocak 2015) Venhar Kur'an Evi'nin konuğu Mehmet Kantar idi. Kantar "Demokrasi, tıpkı Hubel gibi diğer putları bünyesinde barındıran en büyük puttur" diyerek, Tevhid-Şirk mücadelesinin geçmişten günümüze hiç değişmediğinden bahsetti.

13-01-2015


Geçtiğimiz Cumartesi günü (10 Ocak 2015) Venhar Kur'an Evi'nin konuğu Mehmet Kantar idi. Kantar "Demokrasi, tıpkı Hubel gibi diğer putları bünyesinde barındıran en büyük puttur"  diyerek, Tevhid-Şirk mücadelesinin geçmişten günümüze hiç değişmediğinden bahsetti.  Sayın Kantar'ın sohbetinin notlarını ve videosunu paylaşıyoruz.

RİSALETİN İLK YILLARI VE MEKKE DEN GÜNÜMÜZE TEVHİD-ŞİRK MÜCADELESİ

Kovulmuş ve taşlanmış Şeytan’dan Allah’a sığınırım.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla;

Hamd; Bizleri Alak ’tan Yaratan, Âlemlerin Rabbi, Din gününün Maliki, Rahman ve Rahim olan Allah’a mahsuzdur.

Gece ve gündüzün, göklerin ve yerin, doğunun ve batının rabbine hamd olsun.

Salat ve selam; Resul ve Nebi olan Muhammed (a.s)’a, Allah’ın diğer Resul ve Nebilerine, onların aile ve ashaplarına ve günümüzde Resullerin yolunu sürdüren tüm Müslüman kardeşlerimize olsun.

Rabbim bizleri dinini doğru anlayıp doğru yaşayanlardan ve İslam’ın şahidlerinden eyle. Yalnızca sana kulluk edip senden yardım dileyenlerden kıl.

I-GİRİŞ:

Risaletin ilk yılları ve Mekke’den günümüze Tevhid-Şirk Mücadelesi konulu sunumumu kısaca dört başlık altında sunmaya çalışacağım. İnşallah.

1-) Risalet Öncesi Mekke’nin Durumu

2-) Mekke’de Cahiliye Ve Şirk Mücadelesi

3-) Mekke’de Vahyin Gelişi Ve Tevhid’i Mücadele

4-) Günümüz de Cahiliye Ve Tevhid Mücadelesi

1- RİSALET ÖNCESİ MEKKE

Mekke şehri, tarıma elverişsiz bir vadide kurulmuştu.

Arap yarım adası büyük oranda çöldü. Çölün yaşamayı zorlaştıran şartları, çölde yaşayanlar arasında acımasız rekabete dayanan bir hayat tarzının oluşmasına yol açmıştı.

 

Şehir ekonomisi esas itibariyle ticarete dayanıyordu. Şehrin, dini ve kültürel yapısı da alış-veriş ve kar ilkeleri üzerinde şekilleniyordu.

Bu yaşam sisteminde Allah'dan başka rabler edinilmiş, güç ve iktidar tamamen güçlülerin elinde zulme dönüşmüştü.

 

Ekonomi faiz üzere ve sömürü ile idare ediliyordu.

 

Kadın tüm değerlerinden uzaklaştırılmış sadece meta olarak işlem görüyordu.

 

Asabiyet ve ulusçuluk öyle revaçta idi ki bitmek bilmeyen savaşların en büyük nedeniydi.

 

Mekke’liler çoğunlukla geçimlerini ticaretten sağlıyordu. Ekin bitmez vadinin insanlarının başka uğraşabilecekleri bir geçim kaynağı yoktu.

İnsanları sahip oldukları varlığa göre değerlendiriliyorlardı. Hiç kimseye sahip oldukları malları nasıl elde ettiği sorulmuyordu. Önemli olan kardı!

Yalancılık, ikiyüzlülük, hırsızlık ve gasp en önemli kazanç araçları olmuştu.

Mekke’de ticaret şu dört gurubun elindeydi:

1-) Dış ticaret yapanlar:

2-) Mekke'ye uğrayıp geçen tacirlerle Mekke'liler arasında aracılık edenler;

3-) Kara ortak olmak şartıyla küçük tacirlere kredi açan sarraflar;

4-) Tamamen faizle geçinen tefeciler.

Büyük tacirler, şehrin tartışmasız yöneticileriydi. Şehirde son söz her zaman onlara aitti. Kuralları onlar koyar, ticari ilişkilerindeki çıkarları koruyacak gelenekler, yine onlar tarafından topluma dayatılırdı.

Mekke, ekonomisi itibariyle gerçekten büyük ve övülmüş bir başkentti. Bu yüzden yarımadanın bütün ilahları Kâbe'de toplanmıştı. Yani Kâbe; Ekonominin ve ibadetin merkeziydi.

Bir yanda zenginliği sayamayacak kadar zenginler, öte yanda ise çilekeş yoksullar vardı. Ebu Leheb, Velid ve Ebu Sufyan… gibi.

Mekke’de gelirin dağılımı; Bin deve ve yaklaşık iki yüz adamdan oluşan koskoca ticaret kervanında dokuz yüz deveyle adamların büyük bölümü Küreyşli üç dört tacire aitti. Kalanlar ise diğer Mekkelilere aitti!

Mekke’nin bütün serveti, parmakla sayılacak kadar az bir topluluğun elinde toplanmıştı. Oysa on binlerce insan acı çekiyor, çilekeş bir hayat sürüyorlardı. Kâbe’nin putları ise bu gidişata hiç ses çıkarmıyorlardı.

Ama savaş çıktığında savaşın acılarını yoksullar çekiyordu. Mekke'li zenginler, savaşlarda yoksul halkı kullanıyorlardı.

Mekke'yi savunan Zübyr gibi silahşorlar, savaştan döndüklerinde geçim kaygısına dalıyor ve bir iki dinar karşılığında, binlerce dinara sahip Ebu Süfyan ve Ebu Leheb gibilerinin kervanlarında çalışıyorlardı.

Demek ki putlar halkın sadece tapınma duygularını tatmin işin dikilmişti. Ama söz konusu siyaset, yönetim, ekonomi, çıkar ilişkisi olunca putlara asla itibar edilmiyordu.

Güvenlik ve Haram Ayları: Çöl halkının en önemli gelir kaynağı ticaretti ve ticaret, ancak seyahat güvenliğinin olduğu ortamlarda, can ve mal güvenliğinin sağlandığı şartlarda gerçekleştirilebilir.

Mekke'ye ulaşan yolların güvenliği Mekkeliler için çok büyük bir öneme sahipti. Yolların güvenliğini tehlikeye sokacak durumların, Mekke'nin hayat damarlarının kesilmesi anlamına geleceğini biliyorlardı. Bu ve benzeri sebepler den dolayı, belirli ayları haram aylar ilan etmişlerdi. Bu aylarda Mekke civarında panayırları kurulur, ticari faaliyetler güvenlik içerisinde her hangi bir endişe söz konusu olmadan yollarına devam edebilir, hacılar herhangi bir güvenlik sıkıntısı yaşamadan Mekke'ye gelip gidebilirlerdi. “… Allah katında ayların sayısı on iki dir. Bunlardan dördü haram aylardır…” (9/36)

Mekke eşrafı, Afrika'dan getirdikleri kölelere silah eğitimi vererek bunları kervanların korunmasında, Mekke içi ve dışındaki çıkarlarının himayesinde kullanıyorlardı. Böylece Mekke, bir orduya ve polis gücüne de sahip olmuştu.

Dini Yaşam: Arapların tamamına yakını putperestti. Put, kâhin, fal ve cin, Arap putperestliğinin temel unsurlarını teşkil ediyordu.

Mekkelilerin inanç ve yaşantısı, Hz. İbrahim'den kalan ve geleneklerinde hala yaşamaya devam eden İslami unsurlara rağmen, Arap putperestliğinin söz konusu tipik özellikleriyle aynıydı.

Kâbe'de çıplak olarak tavaf eden erkekler görünüyordu. Bazı kadınlar bütün bedenlerini ortaya çıkaracak şeffaf elbiselerle tavaf ediyorlardı.

Tevhid ve Adaletin sembol isimlerinden olan Hz. İbrahim, bir zamanlar tam bu mekânda zorbaların suratına şunu haykırmamış mıydı: "Hırsızlık etmeyin! Yalan söylemeyin! Zina etmeyin! Yargıda, ölçü ve tartıda haksızlık etmeyin!"

İbadet ve diğer işler kendi temel ilkelerine ters düşmediği müddetçe serbestti.

 

Zaten o alandaki ibadetler özden tamamen uzaklaştırılmış sadece günlük ritüellere (ayin) dönüşmüştü. Kâbe'yi el çırparak tavaf etmeleri buna en güzel örnektir.

 

 “Onların, Kâbe’nin yanında duaları ıslık çalıp el çırpmaktan ibarettir…” (8/35)

 

Siz hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ın bakım ve onarımını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz? …” (9/19)

Kişi, Kâbe’yi tavaf edip putlara el sürdüğünde ve Hubel için kurban kestiğinde her şey ona serbest oluyordu.

Kadınların ve erkeklerin kaderini sadece tesadüfler belirliyordu! Bu kör ve sağır tesadüfün arkasında ise, adı Lat, Uzza ve Menat olan sağır bir heykel yatıyordu. Onların yanında yükselen diğer bir heykel de rablerin rabbi, tesadüflerin, kaderlerin ve yaşama hakkının yegâne belirleyicisi Hübel'di. Bu heykel, putların en büyüğüydü.

Mekke müşrikleri birçok puta tapmalarına rağmen bunların hepsinin de üstünde bir put ediniyorlardı. Yani tüm putları bir putta topluyorlardı. Önemli olan onlar için Tek Rabb olan Allah’ın ilah olmamasıydı.

Siyasi Hayat ve Yönetim: Mekke’nin yönetimi, tamamen büyük tüccar, sermaye sahipleri ve geniş çiftlik sahiplerinden oluşmaktaydı. Şarap imalatçıları, sarraflar, tefeciler ve genelev sahipleri yönetimde birinci derecede söz sahibiydiler.  Ekonomik gücü elinde bulunduran müstekbirler toplumun yönetimini de ele geçirmişlerdi.

Dar’un Nedve; Her türlü güç ve iktidarı elinde bulunduran Mekke müşriklerinin ileri gelenleri “Dar’un-Nedve” denilen bir tür "parlamento” binasında toplanarak toplumu kendi oluşturdukları kanunlara göre yönetiyorlardı. Bu mecliste yasama, yürütme ve yargı tamamen kendi ellerindeydi. Siyasi alan yalnızca kendilerine aitti.

 

Mekke'yi yöneten kanunlar, bu, zümrelerin çıkarları dışında hiç bir şeyi konu almamaktaydı. Çıkan her kanun, yoksul ve zavallıların boğazlarındaki pençelerini biraz daha sıkmaktan öteye gitmiyor, sahip oldukları mal ve servetleri biraz daha artmaktan başka bir işe yaramıyordu.

 

2-) MEKKE’DE CAHİLİYE VE ŞİRK

Cahiliyye; Allah'ın belirttiği, Kur'an'da ifade edildiği üzere; insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah'a kulluğun bırakılması, Allah'ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve “Allah'a değil" onlara tapılmasıdır.

Vahyin inşa etmediği toplumlarda şeytan ve dostlarının sistemleri hakımdır. Buna Kur’an, cahiliye veya şirk, tabilerine de müşrik demektedir.

“Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah'ınkinden daha güzeldir?” (5/50)

Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliyye sınıfındadırlar.

Allah'ın hükmünü istemeyen, cahiliyye hükmünü istiyor demektir. Allah'ın şeriatını reddeden, cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.

Allah'ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine cahiliyye şeriatını, cahiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah'ın şeriatından, Allah'ın hükmünden üstün tutan kimseler, Cahiliyeyi kendilerine din edinmiş ve Allah’ın dini İslam’a savaş açmış demektir.

Bu, yolların ayrılış noktası ve tam bir yol ayrımıdır. Ya İslâm, ya cahiliyye! Ya iman, ya küfür, Ya Allah'ın hükmü ya cahiliyye düzeni.

Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kâfirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler. (5/44, 45, 47)

Şirk ve cahiliyenin sonucu ise zulümdür. Zulmün hâkimiyeti ise tüm insanlığı ve yeryüzünün fitne ve fesat’a sürüklemek demekti.

Cahiliyenin en büyük hedefi Allah’ı Rabb ve İlah olmaktan çıkararak sadece bir yaratıcı olarak görmesidir.

Şirk Ve Müşrikler:

Tevhid ve Şirk tarih boyunca tüm insanlığın tabi olduğu iki dinin adıdır. İnsanlar temelde hep bu iki din üzere olagelmişlerdir. Gerçi, çeşitli dönemlerde bu iki dine başka başka adlar verilmişse de, bu başkalıklar sadece yalnızca adlarla sınırlıdır; yoksa temelde değişen hiçbir şey yoktur.

Şirk; Allah’ın önemli sıfatını, yani Tevhid ’in temelini oluşturan, tek Hâkim’in hâkimiyetini tanımayan ve bunu insanlara veren dindir.

Önce birtakım insanlar hevalarını “ilah” laştırmakta ve diğer insanlar da, hevasını “ilah” edinen bu insanların ortaya koydukları “din” e bağlanarak bu insanları rabbleştirmektedirler. Böylece, “Rabb” ve “İlah” olarak yalnızca Allah’ın kabul edilmesi gerekirken “hava-heves” ve birtakım insanlar “ilah” ve “rabb” edinilmektedir. Şu ayetler Allah’la insanları rabb edinme arasındaki farkı, daha doğrusu kimlerin nasıl rabb olduğu veya edinildiğini açıkça ortaya koyuyor.

Kral, "Onu bana getirin" dedi. Elçi, Yûsuf'a gelince (Yûsuf) dedi ki: "Rabbine dön de, ellerini kesen o kadınların derdi ne idi, diye sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini hakkıyla bilendir." (12/50)

"Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" dedi. (79/24)

İnsanları rabb edinmek demek, o insanların ortaya koydukları “din” i kabul etmek ve Allah’ın Dini dışında din koyan, hiçbir hakları olmadığı halde Şeriat çizen (hükümler vaaz eden) insanlara itaat etmek demektir.

Hevalarını ilahlaştırarak kendi yanlarında “din” icad eden, “şeriat” ortaya koyan kişilere itaat eden insanlar böylece Allah’a değil, bu kişilere ibadet etmektedirler.

Hz. Musa ve kardeşi Harun Firavun ve “mele” sini tek Allah’a ibadet etmek için davete gittiklerinde, Firavun ’un “mele” sinin tespiti şöyle olmuştu. (Mele-Mütref; kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri)

"Kavimleri bize kul köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız" dediler.” (23/47)

Müşriklerin Allah inancı:

Bütün müşriklerin insanı rızıklandıran, öldüren, yaratan, insan hayatı dışında tüm olup bitenleri idare eden, koruyan, gözeten, sıkıntı anında kendisine başvurulan, ayı ve güneşi idare eden, yağmuru yağdıran… Bir ilahın varlığına inandıkları açıktır. Bu ilaha bazıları “Allah” demiş, bazıları “Gök Tanrı” , bazıları “Zeus”…

De ki: "Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hâkimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?" "Allah" diyecekler… " (10/31)

"… Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?" diye soracak olsan mutlaka, "Allah" diyeceklerdir…”(29/61)

"… Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?" diye soracak olsan, mutlaka, "Allah" diyeceklerdir…” (29/63)

Müşrikler, bir yandan tüm varlıklar üstü bir ilahın varlığına inanır, öte yandan yeryüzü rabbliğini insanlara vererek şirk koşmaktadırlar.

Aslında, şirk ’in sahibi insanlardır veya insan üzerinden Rabbleşen “müstekbirler” dir. Bunlar şirk dininin, bugün kullanılan deyimiyle “manevi” alanının sınırlarını da çizmişler; Allah’ın değil, kendi hevalarının emrine uyarak diğer insanların neye nasıl inanmaları gerektiğini de tespit etmişlerdir.

Bu müstekbirler Allah’ın insanlar üzerindeki Rabbliğini gasp ederken, kullarının inandıkları dinin manevi alanını da çeşitli tanrılarla doldurmuşlardır.

Yere, zamana ve daha bir takım etkenlere göre değişen bu tanrılar-melekler, ay, güneş, yıldızlar, ruhlar, hayatlarında çok sevilen bir takım insanlar, hayvanlar, tabiat olayları… vb. şekiller halinde somutlaştırılmıştır. (6/74, 75-79, 21/67)

Allah’a ne şekilde olursa olsun; sevginin, korkunun, ümidin, tevekkülün, yardım bekleme ve veli kabul etmenin, yönetimin, egemenliğin veya hükmün kaynağını, bunların hepsinin veya tek birini Allah’dan başkasına hamletmek tek kelimeyle Allah’a Şirk koşmaktır… Bu durumda olan ister elinden kitabı düşürmesin, ister kutsal (!) yerlerden çıkmasın, ister her gündüz aç, her gece uykusuz kalsın ve bunları Allah için yaptığını iddia etsin, değişen en ufak bir şey olmayacaktır.

Müşrik toplumlarda iki sınıf insan görmemiz mümkündür:

“Heva” larını ilah edinip, Allah’ın Dini’nin yanısına hevalarının doğrultusunda “din” ortaya koyan tağutlar, zorbalar ve azgınlar Ve bu tağutlara, zorbalara itaat eden, onların koyduğu dine tabi olarak ibadet eden, onları Rableştiren yığınlardır.

“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?” (25/43)

Kendi hevalarını ilah edinen bu insanlar haklılıklarını insanlara ispat edebilmek için yeni kurallar ortaya koyarlar. Yani Allah’ın Dininden başka bir din tespit ederler. İşte, bu dinin adı “Şirk”tir.

Şirkin ana özelliği yeryüzünde “fesat” ve “fitne” nin kaynağı oluşudur.

Firavun, Karun ve Belam; Bu üçlü; Rab insanı oluşturan unsurlardır.

Firavun; Gücün, zorbalığın ve sınır tanımaz hukuksuzluğun sembolüdür. Mülkünü ve iktidarını elinde tutabilmek için çok çeşitli yollara başvurur. İnsanları cezalandırmakta hiçbir sınır tanımaz. Bazen istediğini asar, istediğini keser, zindanlarda çürütür…

Karun; Servet sahibidir. Onun için önemli olan kazanmaktır; kazancının nereden geldiği ve nereye gittiği mühim değildir. Şans oyunlarıyla kazanır; insanları zehirleyerek kazanır; başkalarının alın terinden kazanır… Aldatır, kandırır… Onun için önemli olan kazanmak, kazandıkça daha çok kazanmaktır… Sonra da, kazandığını dilediği gibi harcamasıdır.

Karun’la Firavun her zaman el eledir. Karun Firavun’u servetiyle destekler.. Çünkü servetin geleceği bir yerde Firavun ’un elindedir; aynı şekilde, Firavun ‘un saltanatı da bir yerde Karun’un servetine dayanır. Firavun ‘un Karun’un servetini yasalaştırır ve onu topluma uygulanan emir ve yasaklardan uzak tutarken, Karun da Firavun ‘un ayaklarının altına serer.

Belam; Karun’la Firavun’ un en büyük destekçisi ve rabb-insanın en karmaşık ve en tehlikeli üçüncü unsurudur.

Şirkin egemen olabileceği ortamı bu hazırlar…

Bir takım bilgiler ortaya atar, bunların kesin gerçekler olduğunu insanlara inandırır.

Karun’un servetinin çoğalması için insanları Karun’un ürettiği malları tüketmeye çağırır; onlar için her zaman değişen ihtiyaçlar doğurur. Amacı, firavun ve Karun’un ve kendisinin ortak olduğu dinin egemenliğinin sürmesidir; bunun için de insanları eğitir, istedikleri biçimde düşünen ve davranan canlı robotlara çevirir.

Kitabı istedikleri biçimde yorumlarlar… Kitabın ayetlerini ustaca değiştirirler.

Ürettikleri dinle insanları iletilmiş dinden uzaklaştırırlar. Böylece onları köleleştirerek yönetmek kolaylaşır.

Allah’ın Dini’ni başka türlü gösterirler, efsaneler ve hurafeler uydurup Allah’ın Dini diye takdim ederler. Kendilerinin anlattıkları dinin Allah’ın dini olduğunu, başka türlü iddialarda bulunanların sapık hatta kâfir olduklarını ileri sürerler. Belam’lara göre Müslümanlar kâfirdirler.

Belam’ı besleyen Karun’dur; onu koruyan, destekleyen ve insanları ortaya koyduğu dini veya bilgileri kabule zorlayan da Firavun ’dur. Böylece bu üçlü el ele vererek egemenliklerini sürdürmeye çalışırlar.
 

3-) MEKKE’DE İLK VAHYİN GELİŞİYLE TEVHİD’İ MÜCADELE BAŞLIYOR

Mekke’de şirk ve cahiliye ile karanlığa gömülen insanlık yeniden Zülümat’dan nura çıkaracak Tevhid inancının ilahi yasaları olan vahiyle nura davet ediliyordu.

 “…Bu Kur’an öyle bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile zulümatdan Nur’a çıkarır…” (14/1)

 “O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indirendir…” (57/9)

Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi Mekke toplumu ve insanlık yeniden ve son kez dünya ve ahiret kurtuluşu için İslam’a çağrılıyor. Yani zulümattan-Nur’a

Tevhid; İlahlıkta, Rabblıkta ve Kullukta Allah’dan başka hiçbir ilah ve Rabb kabul etmemek, Yalnızca O’nun emirlerine uymak yasaklarından kaçınmaktır.

Yani, Yaratma, Hükmetme ve kulluk yalnızca Allah’a aittir. Bu “La ilahe illallah” demektir. Bunun açılımını tüm Kur’an ayetlerinde görmemiz mümkündür. Kafirun ve ihlas suresi tevhidi açılımın en bariz ayetleridir.

“…Dikkat edin, yaratmak da, hükmetmet de yalnız O'na mahsustur…” (7/54)

Biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. (4/105)

O, Allah'tır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnızca O'nundur. Kesinlikle O'na döndürüleceksiniz. (28/70)

O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. (43/84)

Tevhid’i Mücadele: “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayetiyle başlayan vahyin gereği gibi okunup anlaşılarak yaşanması sürecinde, hiçbir engel tanımadan vahyi yeryüzünde hâkim kılma mücadelesidir.

İlk inen surelere kısaca bir göz attığımızda Allah'ın bizden nasıl bir okuma istediği ve nasıl bir hedef çizdiği görülmektedir. Buna Tevhid’i yol ve yöntemde diyebiliriz.

 

1-) Alak suresinde, “Yaratan Rabbin adıyla” okumanın, düşünmenin, yazmanın önemi vurgulanarak bir kimlik inşasının ve sorumluluğun ilkeleri bizlere sunuluyor.

 

2-) Kalem suresinde, vahye tabi olanların nasıl bir büyük ahlaka sahip olduğuna, bu ahlakın asla hiç bir şartta pazarlık yapılamayacağı kadar temiz, izzetli ve onurlu bir değer olduğunun altı çiziliyor. Bahçe sahiplerinden örnek vererek tüm mülkün sahibinin Allah olduğu ancak O'nun istediği ölçülerde elde edilmesi ve harcanması gerektiği vurgulanmaktadır. (11/87)

 

3-) Müzzemmil suresinde, Müslümanın nasıl bir eğitim sürecinden geçerek kimlik inşası yaşaması gerektiği bildiriliyor. Yani yola çıkmadan önce yolun tüm zorluk ve meşakkatlerine katlana bilme eğitimi.

"Ey örtünüp bürünen! Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir. Yahut bundan biraz eksilt. Yahut buna biraz ekle. Kur'an'ı ağır ağır, tane tane oku. Şüphesiz biz sana ağır bir söz vah yedeceğiz."  (73/1-5)

 

4-) Müddessir suresinde Kur'an'ın mesajını çok iyi anlamış kendini vahiyle donatmış dava adamlarının sorumlulukları başlıyor. "Ey örtüsüne bürünen, kalk ta uyar. Rabbini yücelt. Nefsini arındır. Şirkten uzak dur. İyiliği daha fazlasını bekleyerek yapma. Rabbinin rızasına ermek için sabret." (74/1-7)

 

5-Fatiha suresinde ise, Rabbimiz bize kendisini tanıtıyor, yol ve yöntemin açılımını bizlere sunmaya başlıyor.

Tek yüce ve üstün olan Allah, Rahmandır, Rahimdir, Âlemlerin Rabbidir, din gününün malikidir. İbadet/kulluk ve yardım ancak Allah'a aittir. Doğru/Sıratı müstakim ancak Allah'ın bildirdiği yoldur. Onun için sizlerde O'nun nimet verdikleri kimselerin yolunu izleyin. Allah'ı red ederek azıp sapanların yollarından uzak durun.  

 

Kafirun, İhlâs, Asr sureleri ile devam eden diğer sureler Tevhid’e inanan bizler için nasıl bir süreçten geçeceğimizi, nasıl bir mücadele ve duruşla, tedrici bir yol ve yöntemle nasıl hedefe ulaşacağımızın ilahi ölçülerini bizlere sunmaktadır.

 

Bu ilk sureleri, öncelikli olarak kendimizden başlayarak ailece ve daha sonra topluca iyice okuyup tilavet ederek anlayıp yaşamadıkça dava adamı ve davetçi olamayacağımızı çok iyi bilmeliyiz. Onun için işe bu surelerin bizleri inşa etmesiyle başlamalıyız. Gece Kur'an okumalarımızı yoğunlaştırmalıyız. Mutlaka teheccüdlerimiz olmalı. Hele hele olmazsa olmaz infaklarımızı gözden geçirerek hiç ihmal etmemeliyiz.

 

Aileni, Akrabanı ve Kavmini Uyar.

Yakın akrabalarını uyar’ ayeti vahyolunduğu zaman, Rasulullah Akrabalarına bir yemek ziyafeti verdi. Misafirlere Allah’ın sıfatlarından bahsetti. Allah’ın insanların yegâne ilahı ve rabbi olduğunu söyledi. Kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu bildirdi. İman edip şirkten ayrılmalarını istedi.

Yakın akrabaları uyarmayı emreden ayeti takiben, açık ve kitlesel daveti emreden diğer ayet vahyolundu.

Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah'a ortak koşanlara aldırış etme. (15/94)

Muhakkak ki alay edenlere karşı biz sana yeteriz. (15/95)

Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin. (43/43)
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun verdiği Resullük görevini yerine getirmemiş olursun…” (5/67)

Rasulullah (s); Mekkelileri boy, soy, aile isimleriyle teker teker çağırmaya başladı. Kendilerine seslenildiğini duyan Mekkeliler büyük bir heyecanla Sefa tepesinin eteğinde toplandılar.

Şimdi söyleyin, ben size ‘Şu dağın arkasındaki vadiden size zarar vermek, mallarınızı yağmalamak üzere gelen bir takım düşman atlılarının bulunduğunu söylesem, bana inanır mısınız?’ kalabalıktan birçok kişi’ İnanırız, sen yalan söylemezsin. Sen her zaman en güvenilenimiz oldun’ dediler ‘O halde beni iyi dinleyin! Sizi şiddetli bir azapla uyarıyorum. Sizleri Allah’dan başka bir ilah olmadığını söylemeye ve buna göre inanıp, yaşamaya davet ediyorum. Eğer bu davetimi kabul ederseniz gideceğiniz yer cennettir. Eğer Allah’dan başka ilah olmadığını kabul etmezseniz, uğrayacağınız azaptan sizleri kurtaramam. Ey Kureyş halkı! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarın.

Ebu Leheb; ‘Muhammed! Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın?’ dedi.

Bu ilk sureleri çok iyi anlayıp yaşayan ilk müminlerinin nasıl bir süreçten geçtikleri ve nasıl bir bedel ödediklerine bir göz atacak olursak konu daha iyi anlaşılacaktır.

Öncelikli olarak Allah’ın Resulü Muhammed (a.s)’ın çektiklerine bakalım:

Mekke liderleri, Dar’un Nedve’de toplandılar. Bu, neredeyse bütün aile temsilcilerinin katıldığı bir toplantıydı. Hz. Muhammed ve adamlarına yumuşak davranma dönemi geride kalmalı ve fiili müdahalede bulunulmalıydılar. Fiili müdahalede bulunmak kaçınılmaz olmuştu. Böylelikle İslam daveti yeni bir aşamaya girmiş oldu. Yeni dönem baskılar ve işkenceler dönemiydi.

İslam’ı tebliği etmeye başlayınca gördüğü tepkiler arasında en yıpratıcılardan ilki amcası Ebu Leheb’den geldi. Rasulüllah’ın kızlarını boşattırdı. Uteybe, Rasulullah’ın kızı olan karısını boşamakla kalmayıp; Rasulullah’a hakaret edip, mübarek yüzüne tükürme terbiyesizliğini de işledi. Onun bu tavrı Rasulullah’ın “Ya Rabb’i! Köpeklerinden birisini buna musallat et” bedduasına neden oldu. Uteybe, Şam seferinden birisinde bir yırtıcı hayvanın saldırısına uğradı; parçalanarak öldü.

Ebu Leheb; Ebu küstahça bir tavır takındı. “Yanlış yapıyorsun. Bir an önce atalarının dininden sapmış kimseleri yanından uzaklaştırıp, bu yanlış işini terk et. Sen kavminin başına büyük bir bela açıyorsun. Ben, akrabalarına senin gibi şer ve kötülük olacak böylesi bir şey getirmiş başka birisini tanımıyorum” dedi.

Muhammed (A.S); “Hamd Allah’a mahsustur. Ben sadece O’na hamd eder, O’ndan yardım ister, O’na iman eder ve yalnız O’na tevekkül ederim. Şahitlik ederim ki Allah’dan başka her hangi bir ilah yoktur. O, birdir ve hiçbir ortağa sahip değildir. Kendisinde başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben sadece sizlere değil, bütün insanlara gönderilmiş bir elçiyim. Allah’a yemin ederim ki uyur gibi öleceksiniz ve uyanır gibi dirileceksiniz. Hepiniz hesaba çekileceksiniz. Daha sonrada ebedi olarak Cennete veya Cehenneme konulacaksınız”

Ebu Leheb; “Bu çok büyük bir musibettir.” dedi

Velid b. Muğire; “Muhammed bir sihirbazdır. Sözleriyle insanları etkiliyor. O’nun sözlerinden etkilenenler kavmine, ailesine, eşine, çocuğuna, düşman oluyor. Bu nedenle sakın O’nu dinlemeyin” demeye başladılar.

Ebu Cehil; Rasulullah’ın Kâbe de namaz kılmasını engellemeye çalıştı. namaz kılarken üzerine işkembe koydurttu. Öldürmeye çalıştı. Rasulullah (s) ise “Ey Allah’ım! Küreyişi sana havale ediyorum…” dedi.

Ubeyy b. Halef, Rasulullah’a karşı öfkesini açıkça dile getiren müşriklerden birisiydi. Rasulullah’ı her gördüğünde “Bir at aldım ve seninle savaşıp, seni öldüreceğim gün için besliyorum” diyerek tehdit ederek, korku vermeye çalışırdı. Rasulullah ise, “İnşaallah o gün ben seni öldüreceğim” derdi. Dediği gibi de oldu. Ubeyy b. Halefi o atın üzerindeyken Bedir’de öldürdü.

Ukbe’nin Yaptıkları: Müşriklerin Rasulullah’a yönelik tepkilerin en yaygın biçimi alay etmeleriydi. Rasulullah’ı gördükleri zaman “Yeryüzünün kralı yanımızdan geçiyor” diyorlardı. Bir seferinde sırf alay edip eğlenmek için Rasulullah’ı bir ziyafete davet ettiler. Rasulullah, Müslüman olmadıkları sürece davetlerine icabet etmeyeceğini söyleyince, davetin sahibi olan Ukbe İslam’a girmeye hazır olduğunu söyledi. Rasulullah davete icabet ederek Ukbe’nin evine gitti. Fakat her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu, Ukbe’nin yalan söylediğini anladı. Üzüntü içerisinde oradan ayrıldı. Müşrikler arkasından gülüp, alay ettiler.

Hür ve Zengin Müslümanlara Yönelik Baskı ve İşkenceler:

Sa’d b. Ebi Vakkas: Annesinin son derece sert tepkisiyle karşılaştı. Ekonomik ve psikolojik şiddetine maruz kaldı. Oğluna, “Allah, anne babaya iyi davranmayı emretmedi mi? Allah’a yemin ederim ki, sen ölünceye yâda Muhammed’i inkâr edinceye kadar bir şey yemeyeceğim ve içmeyeceğim” dedi. Rasulullah’a giderek durumunu bildirdi. Ne yapması gerektiğini sordu. “Biz, insana, ana babasına iyilik etmesini emrettik. Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme...” (29/8) ayeti nazil oldu. Artık Sa’d için problem bitmişti. Ey anneciğim dilediğini yap, Allah’a yemin ederim ki yüz canın olsa ve her birini birer birer versen ben dinimi yine terk etmeyeceğim. Annesi, uygulamaya koyduğu şeyin kendisini amacına ulaştırmayacağını anladı ve ölüm orucunu sona erdirdi.

Mus’ab b. Umeyr; Ağır sıkıntı ve şiddetli baskılarla karşılaştı. O, Mekke’nin en zengin ailelerinden birisine mensuptu. Fakat İslam’a girince önce ekonomik imkânlarını kaybetti. Anne ve babasının ekonomik desteklerini çekmesiyle şiddetli bir yoksulluk yaşamaya başladı. Günlerce aç kaldığı oluyordu. Üstünde doğru dürüst bir giysisi yoktu. Anne ve babası ekonomik desteklerini çekmekle kendisinin İslam’ı terk edeceğini zannetmişlerdi. Mus’ab İslam’a daha da bir içtenlikle sarıldı.

Zubeyr b. Avvam; Amcası onu bir hasıra sararak hareketsiz bir duruma getiriyor ve bu durumdayken hasırın açık tarafından duman vererek boğmaya çalışıyordu. Zubeyr, bu şekilde birçok kez bu işkenceye maruz kaldı.

Osman b. Maz’un; Amcası Hakem onu hapsederek, İslam’ı terk edinciyle kadar serbest bırakmamakla tehdit etti; günlerce bir binada aç-susuz mahkûm kaldı.

Köle ve Güçsüzlere Yapılan İşkenceler

Bilal; Sahibi Ümeyye b. Halef’in ağır işkencelerine maruz kaldı. Günün en sıcak vaktinde, kızgın kumlara yatırıyordu. Büyük bir kaya parçasını da üzerine koydurarak “Ölünceye ya da Muhammed’i inkâr edip Lat ve Uzza’ya ibadet edinceye kadar bu kaya bu şekilde kalacak” diyordu. Onun bu sözlerine karşılık Bilal’in cevabı sadece “Allah birdir, Allah birdir” oluyordu. Bilal, gördüğü bu ağır işkencelerden Ebu Bekir’in kendisini satın alıp azat etmesiyle kurtulabildi.

Yasir Ailesi; Yasir, Yemenli olup, Ebu Huzeyfe b. Müğire’nin himayesinde Mekke’ye yerleşti. Fakat ne zaman ki Rasulullah’ın peygamberliğini tasdik edip, İslam’a girdiler, işte o zaman zulmün, baskının, işkencenin her türlüsüne muhatap oldular. Kızgın kumlar üzerinde günlerce yatırıp, yine günlerce aç-susuz bıraktılar. Vücutlarını korlarla dağlayıp, sopalarla dövdüler. Sümeyye ve kocası Yasir, Ebu Cehil’in işkenceleri altında şehid edildiler.

Yasir ailesine işkenceler yapılırken Rasulullah çok üzülüyordu. Onları teskin edip, sabırlar dilemekten başka bir şey yapamıyordu. Bir defasında Yasir ailesini işkenceler içinde görünce; “Müjdeler olsun ey Yasir ailesi! Sizin kavuşacağınız yer cennettir”müjdesini verdi. Onlar öylesine sağlam bir imana sahiptiler ki, en zor anlarında, işkenceler altındayken verilen bu müjdeye inanmakta hiç şüphe etmediler; dirençleri bir kat daha arttı. Sümeyye ve kocası Yasir Ebu Cehil tarafından işkence altında İslam’ın ilk şehitleri olarak canlarını feda ettiler.

Ammar ise ağır işkencelere dayanamayarak onların istediğini söyledi. Rasulullah; “Eğer onlar yine aynı şeyleri yaparlarsa, sende onların söylediğini yap” dedi. Bu sırada vahyolunan bir ayet Ammar’ın durumunu açığa kavuşturdu. “Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlananlar istisna, iman ettikten sonra kim kalbini küfre açarsa o kimselere Allah’dan büyük bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır” (16/106). Bu ayet nedeniyle Rasulullah, Ammar’ı “Ammar iliklerine kadar imanla doludur” biçiminde tanımladı. 

Habbab b. Eret; Aslen Iraklı olup, köle olarak değişik yerlere satılarak, sonunda Mekke’ye getirilmişti. İslam’a girince, Çıplak bir halde dikenlerin veya korların üzerine yatırıldı. Sonraki yıllarda kendisine sordukları zaman, Mekke müşrikleri tarafından ateş dolu çukurlara atıldığını ve bu haldeyken bir müşrikin sırtına çıkarak vücudunu dağladığını söyledi.

Bu bedel ödeme, Ambargo, Habeşistan’a hicret, Taif yolculuğu ve Medine’ye Hicret serüveniyle sürdü.

İslam da şu üç hususun altını çizmek istiyorum:

1-) Mekân; Muhammed’in evi, Erkam’ın evi ve Mescid.

2-) Davet; Kimlere; Aile, Akraba, Kavim ve Genel davet.

Nasıl; Bu daveti yerine getirirken vahyi; Doğru okumak, doğru anlamak, doğru yaşamak, doğru anlatmak, sabretmek, hicret etmek ve cihad etmek diye özetleyebiliriz.

3-) Hâkimiyet; İslam’ın yeryüzüne hâkim kılınması şu ilahi ilkelere tedricen uymakla mümkündür. - Sabretmek ve ayrışmak- Yardımlaşmak, safları sıklaştırmak ve cemaat olmak - Hicret etmek - Savaşa hazırlık yapmak - Savaşa izin verilmesini beklemek - Savaşmak.

Bu ilkelerle Rabbimiz bizlere, bu dinin tedrici bir yol izleyerek hangi merhalelerden geçilerek hedefe nasıl ulaşılacağının bildiriyor.

Muhammed (a.s)’in ve Erkam’ın eviden  Mescid’e:

Vahyin ilk gelişinden sonra Allah Resulü, İslam’ın ilk mekânı olarak kendi evini açtı. Daha sonra, Müslümanların sayısı artınca Risalet’in ilk günlerinde İslam davetini kabul eden Erkam b. Erkam’ın evi faaliyet için uygun bulundu. Şehrin kıyısında, fakat şehri, özellikle de Mekke ileri gelenlerinin toplantı yerlerini gözetleme imkânı sağlayacak bir kesimde olan bu ev, uzun yıllar İslam davetini üssü, İslami eğitimin merkezi olarak kullanıldı. Tüm Müslümanları kuşatan mescidin inşası ile mekân sorunu tamamen halledilmiş oldu. Tabi bu mescidin inşası 13 yıllık bir mücadelenin sonunda gerçekleşti.

Evleri Mescid Edinmek:

Hz. Musa ve Harun’a, Firavun ’un takibinden kurtulabilmenin de ötesinde, müminlerin bir arada olmaları, bilgilenmeleri ve birlikte ibadet edebilmeleri için bazı evlerde toplanmaları talimatı vermiştir: Mûsâ'ya ve kardeşine, "Kavminiz için Mısır'da (sığınak olarak) evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü'minleri müjdele" diye vahyettik. (10/87) Allah, müminlere başarıyı, sadece inanç alanında değil, yaşantıda da müşriklerle ayrımı gerçekleştirmedikçe vermemiştir.

"Şüphesiz mescitler, Allah'ındır…” (72/18) “Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder…” (9/18) “Allah'ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir…” (2/114)

Zafer; imanda, amelde ve yaşamda ayrışmanın sonucunda gelmektedir.

4-) GÜNÜMÜZ DE CAHİLİYE VE TEVHİD MÜCADELESİ

Mekke’den günümüze Tevhid-Şirk mücadelesi konusunun son bölümünde, günümüze kısaca bakacak olursak;

Bugünün cahiliye sistemleri; Vahyi dışlayarak akıl ürünü sistemler ortaya koymuşlardır. Bunlar Demokrasi ve Laiklik başta olmak üzere kendini çeşitli isim altında tanımlayan ideolojilerdir. Özellikle Kapitalizm ve Sekülerizim günümüz cahiliyesini anlama konusunda çok açık ve acımasız sistemlerdir.

Günümüz de Tevhid’i Mücadelesi ise; Mekke’de olduğu gibi “Yaratan Rabbin adıyla oku” ilahi talimatıyla başlayan Kur’an’ın aşama aşama okmak, anlamak, yaşamaktır. Müslümanca yaşamanın karşısına çıkan tüm engellere karşı Allah’ın ilettiği vahye sımsıkı sarılıp, müşriklerin akıl ürünü olarak sundukları tüm heva-heves ürünü iletileri asla kabul etmeme, karşı çıkma, direnme ve kazanma mücadelesidir.

Bugün de dünyaya baktığımız da o zamankinden farklı olmadığını görürüz. Siyaset, ekonomi, köle efendi ilişkisi, kadının konumu, kavmiyetçilik gibi şeyler insanların ilahi vahyi ret ederek oluşturdukları beşeri yasalara göre işlemektedir.

Vahiy, İnsanlığı tek hakikat olan Tevhide tekrar çağırmak için gelir. İslam mutlak doğru ve Hak dindir. Hiçbir zaman cahili sistemlerin alternatifi değildir. İnsanlık tarih boyu Tevhid’ den saparak alternatif aramıştır. Alternatif aramak müşriklerin en büyük sorunu ve çıkmazıdır.

Günümüzde de Demokrasi ve Laiklik gibi tüm çağdaş sistem ve ideolojiler İslam’a alternatif olarak çıkmışlardır.

Bugün maalesef Hz. İbrahim’in Kabe’de haykırmış olduğu; "Hırsızlık etmeyin! Yalan söylemeyin! Zina etmeyin! Yargıda, ölçü ve tartıda haksızlık etmeyin!" mesajı ayaklar altına alınıyor, çıkardıkları yasalarla meşrulaştırılıyor hatta mensupları kanunlarla korunuyor.

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (5/90)

Adına parlamento dedikleri Siyasi ve ekonomik güce sahip olanların Allah’ın dinini dışlayarak yasa yapıp toplumları yönettikleri Dar’un Nedve mantığı aynen devam etmektedir. Tek farkı belki silahı elinde bulunduranlarında bugünki yönetimde pay sahibi olmalarıdır.

Günümüz çağdaş yönetimleri de Allah’ı yönetime asla karıştırmamakta, Firavun iktidar gücüyle, Karun ise ekonomik gücüyle iktidar-para ilişkisinde hiç kimseyi ortak tanımamaktadır. Belam ise, üretilen dinin tüm çağdaş versiyonuyla Firavun ve Karun’u besleyip görevini dört dörtlük yerine getirerek iktidar ve sermayeden payını almaktadır.

Devletin gerçek sahipleri dün olduğu gibi bugünde gücü elinde bulunduran iktidar sahipleri, sermayeyi elinde bulunduran zenginlerdir. Siyasi alan tamamen onlara aittir. Orada hiçbir ilahi ölçüler geçerli değildir. Hatta teklif etmek bile yasaktır. Ama halk kendilerine açık tutulan cami gibi yerlerde yönetime karışmamak şartıyla ibadetleri yapabilirler ve hatta Cuma namazlarını bile kılabilirler. Yönetimdekiler ise zaman buldukça bu ibadetlere iştirak edebilirler.

Allah’ın Şeriat ’ine göre hükmetmenin tamamen yasak olduğu, batı tipi sistemleri yönetim tarzı olarak benimsemiş bir ülkede “Hüküm yalnızca Allah’a aittir. Allah tek büyüktür” anlamına gelen ve camilerde günde beş okutturulan ezanlar en büyük çelişki değil mi?

Çağdaş yöneticiler siyasi alan tanımlamasıyla halktan kendileri tamamen ayrıştırmışlardır. Halk ancak kendi sistemlerine uyduğu müddetçe itibar görür. Kendilerine ait dini rütüellerini ise siyasi alanın dışında ancak yaşayabilirler.

Kişi, Kâbe’yi tavaf edip putlara el sürdüğünde ve Hubel için kurban kestiğinde her şey ona serbest oluyordu.

Günümüzde de aynen öyle değil mi? Bugün Sistemi ilke ve inkılaplarıyla kabul etme anlamına gelen Mustafa Kemal’in ilke ve inkılaplarına bağlılık, saygı ve tazim bildirenlere dokunulmamakta, bütün yollar açılmakta hatta parti kurarak toplumu yönetme hakkı bile verilmektedir.

Bugün özellikle sistemin önemli gün ve bayramlarında Anıtkabir’e giderek saygı duruşunda bulunmak, çelenk koymak hatıra defterine saygı bağlılığını bildirmek çağdaş putçuluğun en çarpıcı örneğidir.

 Çağdaş putlar yine insan şeklinde şeyhler, siyasi liderler, sporcular ve sanat adı altında toplumu ifsat edenlerdir.

Çağdaş putculuğa örnek; TV kanallarında bir röportajda Atatürkçü bir bayan spikere soruyor. Siz Fetullahcı mısınız? Yoksa Tayyipçi mi? Spiker “Ben ne Fetullah’çı nede Tayyipçiyim, ben Şeriatçıyım” deyince kadın “Siz daha tehlikeliymişsiniz” diye cevap veriyor.

Yine geçenlerde, Rize’de “Müslüman noel kutlayamaz” afişi asan kişiye; “Çevreyi kirletme ve emre aykırı davranış” suçlamasıyla 189 tl. ceza kesilmiştir.

Ticari hayata bakacak olursak;

Zengin-Fakir ilişkisi dünden daha acımasız bir şekilde sürmektedir.

Ogün ki gibi, büyük zenginler dış ticareti elinde bulunduruyorlar. Tüm dünya ülkelerine ürettikleri malları pazarlıyorlar.

Bankalar; Kredi ve faizle halkı iliklerine kadar sömürüyor, verdikleri kredi ve uyguladıkları faizle neredeyse toplumun tamamına yakını için hayatı yaşanamaz kılıyorlar. Bugün bankaya yolu düşmeyen insan bulmak nerede ise imkansız.

Milyonlarca insan işsiz ve sahipsiz yaşıyor. Sokakta ve köprü altında hayat sürenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok.

Asgari ücretli çalışanlar çağdaş köleler olarak hayatlarını devam ettiriyorlar.

Gelir dağılımı asındaki mesafe her geçen gün açılıyor. Zengin olan halkın % 10’u Milli gelirden  % 80 pay alırken, fakir olan halkın % 70’i ancak % 10 luk kısmından pay alabilmektedir. Geriye kalan kısım ise orta gelirlilere aittir.

Ekonomik kanunlar zenginin lehine, fakirin aleyhine çıkmaktadır. Özellikle çıkardıkları ağır vergi kanunları daha çok dar gelirliyi ezmektedir.

Günümüz Karunları; Silah, sigara ve kozmetik fabrikalarında ürettikleri mallarla hem Müslümanların mallarını hem de canları alıyor. Kazanmak için hiçbir sınır tanımıyor.

Bugünde dünyayı yöneten ve kapitali elinde bulunduranlar sermayelerini üretim ve tüketimi için güvenli ortamlar sağlıyorlar. Bunun için bir ülkenin gerekirse tüm değerleriyle oynayabiliyorlar.

5-) SONUÇ:

Ortam ve şartlar ne olursa olsun zorluklara rağmen Müslümanca bir hayat mümkündür. 
Resulullah ve güzide insanlar 13 yıllık Mekke sürecinde şirkin en baskın döneminde dahi izzetlice yaşam sürdüler. 

Unutmayalım en zorlu süreçleri resuller ve salih insanlar yaşamıştır. 

Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin. (43/43)

Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve "Kuşkusuz ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir? (41/33)

- Rabbim; Bizleri “Yaratan Rabbın adıyla okuyanlardan eyle.

-Hidayet verdikten sonra ayaklarımızı kaydırma.

- Bizlerin canını Müslümanlar olarak al ve Salihler arasına kat.

- Yalnızca senden korkup sakınan ve yalnızca Müslüman olarak ölenlerden eyle.

- Rabbim; Bizleri iman eden, salih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden kıl.

- Sonsuz hamd ve sena ancak sanadır.

- Salat ve selam sizlerin üzerine olsun.

 

Etiketler : #Kantar:   #Demokrasi   #   #bugünün   #en   #büyük   #putu   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN