ZULMEDENLERE MEYLETMEYİN

Mustafa BOZACIOĞLU

28-06-2025 06:46


Başlıktaki ifade, bir Kur’an ayetinin parçası malumunuz. Devamında şayet böyle yaparsanız ‘…size ateş dokunur’ uyarı ve ikazıyla devam eden. Gel gör ki genel geçer bir aymazlığımız olarak Kur’an’ın, hele hele aşırı değer vermekten, kutsamaktan(!) öpüp koklayıp, sarıp sarmalayıp kılıflarda, raflarda tutuğumuz, indirmeyi de düşünmediğimiz Kur’an’ın hangi emrini ve yasağını dikkate, kale alıyoruz ki bu ayeti de dikkate alalım!

O genel geçer aymazlıklardan biri ve bugünkü hal-i pür melalimizi açık eden durumlardan önceliklisi ‘atomculuk’ denilen, Kur’an’ın bir kısmını bırakıp bir kısmını terk etmenin -ki bu büyük bir cürüm ve aslında topyekûn olarak Kur’an’ın inkar edildiğini açık eden bir arıza durumudur, yine Kur’an’ın beyanıyla- bir başka türü, boyutu, alt kümesi olan, cımbızlama tekniğiyle bir ayeti alıp konuya, olguya dair diğerlerini görmezden, duymazdan gelerek işe koşmak, bunu bir slogana dönüştürüp, adeta Harici mantıkla ‘mızrağın ucuna takılan bir aparat olarak’ kendi halini, durumunu, düşünce ve eylemini kurtarmaya, meşrulaştırmaya dönük olarak kullanmaktır.

Şimdi biz de bir ayeti alarak bir ok gibi, mızrak gibi kullanmak durumuna düşme endişesi taşımıyor değiliz! Lakin konu ve muradımız anlaşıldığında, bizi bilenlerin bildiği, anlayacağı, hele Kur’an ikliminin ayırdında olanların takdir edeceği üzere bu meyanda daha birçok ayet, pasaj, Kur’an bütünlüğü ve bunların yanında Resul-i ekremin hayatı delil olarak, bize, muradımıza katkı olarak sunulabilir.

Bir ezcümle, özet ve yeterli vurguyu içermesi, muradı hasıl etmesi sadedinde bu ayeti alıp dikkatlerimize sunalım istedik. Elbette sözün tamamı söylenmiş olmayacak ve sizlerin eleştirisine, katkı ve sadeleştirmesine açık olacaktır. Ama bununla asıl muradımız odur ki, vurgumuzu ihsas ettirip bir gündem oluşturma vesilesi kılabilirsek ve dahi kast edilenlerin ‘eksiklerin itmam edilmesi, yanlış yapılanların terk edilmesi’ sadedinde bir katkısı olabilirse yazımız amacına ulaşmış olacaktır.

Kur’an; tüm insanlığa bir davet iken, hidayetleri için bir vesile iken, özel sebeple Mekkeli müşrik ve küffar kesime (dinin aslını göstermek, yeniden tashih sadedinde) seslenerek ve buna ilaveten ‘ehli kitaba’ bir nev’i özel çağrı yaparak ‘inkar edenlerin ilki siz olamayın’ uyarısıyla onları ‘ortak kelimeye; Allah’ın birliğine, yegane rab ve ilahlığına, yaratıcı ve yöneticiliğine, emrediciliğine, tevhide’ davet ederken tüm bu aşamaların akabinde, önemli ve öncelikli olarak, tüm kıssalarla, örnek verilen ve gösterilen bütün nebi-resullerin hayatlarıyla, teker teker veya tüm ayetleriyle, gerek direkt olarak ve gerekse dolaylı olarak ‘kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle’ kabilinden ‘müslüman ve mü’min olduklarını söyleyen’ kesime hitap etmektedir. Emir ve yasaklarıyla, meselleri ve kıssalarıyla, resullerin hayatlarından kesitlerle, olumlu ve/veya olumsuz niteliklerinin öne çıkarıldığı örnek kişi ve olaylarla, birleştirilmesini ve kesilmemesi istenen ilişkilerle, asıl ve usule dair içerikleriyle, ibadî yol, yordam ve menasikiyle, teori ve pratiğiyle, ilkeleri ve koyduğu sınırlarıyla hem zihnimizi, hem duygularımızı, hem kişiliğimizi, hem de duruş ve davranışlarımızı inşa eden, belirleyen, düzenleyip düzelten bir manifestodur, beyandır, beyyinedir Kur’an.

Kur’an ilkin, ilk inşa sürecinde tüm olumsuz kişi/kişilik, kurum ve durumları örnekleyerek, bildirip adeta resmederek bizlerin evvelemirde sakınacağımız, uzak duracağımız, teberri edeceğimiz (etmemiz gereken, emredilen) durumları konu edinir, özellikle Mekkî ayetlerde ve surelerde bunu rahatlıkla görebiliriz.

Kur’an’ın ana ve ilk, en çok titizlenip baştan sona konu edindiği bu durumlardan biri ve belki en mühimi ‘şirk olgusudur’ desek yanlış söylemiş olmayız! Şimdi bir kısım okuyucu (veya konuşulduğunda dinleyici…) ‘iman ve şirk’, müslüman ve şirk koşmak’; ne alaka, diyebilir, ekserimizin farkındalık izharıyla konuya vakıf olması bir tarafa… Evet, meselenin tam da ‘bam teli’ burası. Zira müşrikin şirki malum ve gerekçesi de öyle! Esasen burada üzerinde durulması, altı çizilmesi gereken husus; müşrikin dahi şirkinde ‘iyi niyet’ taşıması, sözüm ona aşkın bir Allah dürtüsüyle, daha somut, dokunabildiği, acıkınca yiyebileceği, görmezden gelebileceği, o aşkın olana yaklaştırsınlar diye aracılar, onun peşi sıra küçük tanrıcıklar(!) icat edebileceği, onların şefaati ile işlediği her türlü mel’aneti, zulüm ve ifsadı, fitne ve fesadı, sömürüyü, yalan ve talanı, adaletsizliği temizletebileceği bir kuruntu içinde, bilip tanıdıkları ve lakin bir ve tek oluşuna, ilah ve rabliğine, egemenliğine ikna olamadıkları bir ‘inanç, inanış ve tapınış’ içinde olmalarıdır.

Şimdi bu vasattan hareketle işin bu kadar net mukayese edilip edilemeyeceği bir tarafa, son vahye ve son elçiye teslim olup iman edenlerin de içinde bulundu(rdu)kları ‘iyi niyet’ olgusunu da masaya yatırıp şerh etmek gerekmektedir. Bizatihi ‘şirk ‘olgusunu tespit, teşhis ve tedavi için inzal edilmiş bulunan Kur’an inananlarını da en çok bu durumdan sakındırmakta, teyakkuzu elden bırakmamaya çağırmaktadır. Mekke müşriklerinin bu ahvali yanında, Yahudiler ‘Uzeryr Allah’ın oğludur’ dediklerinden, Hıristiyanlar da ‘İsa Allah’ın oğludur’, kısaca ‘teslis’ zan ve zehaplarından (birçokları meyanındaTevbe 30) aynı duruma düçar olmuşlardır.

Şimdi geldi ‘iğneyi kendimize batırmak’ ötesinde, çuvaldıza; müslüman ve mü’min olduklarını ifade eden niceliği iki milyara baliğ kitleye ve edimlerine… En’am 82, Lokman 13, Nisa 48, Yusuf 106. ayetler özelinde incelendiğinde çok sık dokuyup ince elememiz gereken, başımızı ellerimizin arasına alıp duygu ve düşüncelerimizden, duruş ve davranışlarımıza değin, yaptıklarımız ve yapmadıklarımız konusunda aşırı hassasiyet gösterip işin içinden ‘iyi niyetle’ çıkılamayacak kadar önemli, hayatî bir mesele olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Ama’sı fakat’ı, lam’ı cim’i yok! Yarın çok geç olabilir. Bugünden tezi yok! Farkı fark ettirmek de gerekiyor. Yoksa hadisteki ‘müflis tüccar’ akıbeti kaçınılmaz; namaz, hac, oruçla da gelse.. (Müslim/Birr 59)! Yine Zuhruf 37’deki gibi ‘yanlış yolda olup, kendini doğru yolda sanmak’ akıbeti de kaçınılmaz olur!

Gelelim sadede; başlıktaki ifadeye, bunun tezahürlerine, bunu gündeme almaya, güncel okumaya… ‘Zulmedenlere meyletmeyin/beraber olmayın/yakınlık göstermeyin/yönelmeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin için Allah’ın peşi sıra/astında evliya/dost da yoktur. Sonra yardım da olunmazsınız!’ ayet bu (Hud 113)… Bu tercümenin yanında bazı meallerde (cehennemde yanarsınız, cehennemlik olursunuz) açıklamasıyla, özellikle A. Fikri Yavuz’un ‘meyl’ kelimesinin açılımında (sevgi beslemek, yağcılık yapmak veya yaptıkları işlere rıza göstermek suretiyle) vurgusu oldukça manidardır. Ki biz de yazımızda net ve direkt olarak bu açılım ve vurguları ele alalım istedik. Keza ifadede zalimlere değil de ‘zulmedenlere’ kullanımı oldukça dikkat çekicidir. Kur’anî bir üslupla bunun sebebi; kişi değil kişilik, suçlu değil suç, günahkar değil günah üzerinde durulması, isimlere, cisimlere birkaç istisna dışında -ki onlar uç ve genel geçer örneklerdir- yer verilmemesi olmalıdır.

Burada zalimin evsafı dile getirilmediği gibi zulmün niteliği de zikredilmemiştir. Bu, olgudan hareketle bunun tüm zaman ve mekanlara teşmil edilebilmesi, kıyasa imkan vermesi sağlanmış olmaktadır. En büyüğü olarak ‘şirk’ başta olmak üzere zulüm sayılacak tüm durumlardan günahın en küçüğüne kadar her olumsuzluk (genel anlamda bir şeyi ait olduğu yerin, konumun dışında düşünmek, konumlandırmak ve dahi iktisat, vasat ve adalet olanın dışında, karşısındaki her şey…) ile en uç örneği olarak Firavun başta olmak üzere, nefsin ilahlığından, kula kulluğa, Allah’ın kullarını kendine kul edinmeye, hak-hukuk, adalet, ıslah, ihya dışında fitne ve fesat, imha ve ifsat, Allah’ın sınırlarını aşındırmak, ekini ve nesli helak edecek, yalana ve talana, sömürü ve haksız semirmeye dayalı, emirlerin (ibadetler başta…) hilafına, nehiylerin uygulanması, yayılması, yol kılınmasına vb. değin gerek kişisel, gerek hizbî/grupsal ve gerekse en uç noktasında tüm uygulayıcıları, işletmecileriyle örgütlü yapıların yerel ve küresel ölçekli örneklerine değin bittamam, hepsi bu ‘zulmedenler’ ifadesinde mündemiçtir. O kadar ki tam anlamıyla ‘efradını cami, ağyarını mani’ bir ifadedir bu. Sanmayın ki yalnızca Firavunu, Bel’amı, Karun’u, Mekke müşrik oligarşisini, Samiri’yi ve en genel ifadeyle ‘tağutu’ kişilere ve olaylara hasredip sadece onları kastediyor. Dedik ya yanlışın, hak ve hukuka, adalete ters, Allah’ın rızasına mugayir olan her fiilin altı ve dahi üstü çiziliyor, dikkatler ‘yanlışa’ çekiliyor.

Bizzat bir cürmü işlemek, zalim olmak, zulüm etmek de değil, ‘meyl’ deniliyor. Dikkatinize sunarım. En ufağından bir temayül, bir eğilim! A. Fikri Yavuz’un yukarıda verilen açılımına göre; ‘sevgi beslemek, yağcılık yapmak -müdahane- veya yaptıkları işlere rıza göstermek’ yeterince anlaşılır bir izahat değil mi? Buna ‘o işlere zemin hazırlamak, destek olmak, işbirliği, ses vermemek/itiraz etmemek, engellemek için gücünün yettiğini sergilememek (diliyle, eliyle veya buğzuyla da olsa…), ona karşı duruş göstermemek…’ vb. açılımları da biz ekleyelim. Nemrut’un tutuşturduğu ateşi söndürmek için su taşıyan karıncanın netlik ve niteliğiyle; ‘Bari tarafımız belli olsun!’ diyememek…

‘Ateş dokunur’ ifadesinden de genellikle ‘cehennemde yanarsınız, cehenneme düşersiniz’ anlaşılagelmiş. Elhak, doğrudur. Akıbet zaten o olacaktır ki, Allah muhafaza! Böyle yapılıp edilirse, bu ayetin uyarısı dikkate alınmazsa olacak olan odur ki Allah da dileyene dilediğini vermektedir sünneti/kanunu ve beyanı gereği…

‘Yardım da görmezsiniz’ kısmı, biraz daha izah edilmesi, ‘ateş dokunur’ ifadesiyle bağlanması, birlikte anlaşılması gereken bir uyarıdır.

Bugün olup bitenlere, müslümanların coğrafyalarına bir bakalım; ne görüyoruz?! Her yerde, her bölgede ve el’an dövülenler, sövülenler, sürülenler, öldürülenler kim? Hep ‘müslümanım diyenler’ değil mi?! Pekiyi bunun sebebi hikmeti nedir sizce?! Gerçekten sürünmemiz, diri sanıp kendimizi ölüler gibi oluşumuz, bir ‘irkilme’ melekemizin dahi kalmaması olabilir mi?! Bunlar birer sonuç; sebebi olarak da Kur’an’ın mehcur bırakılması, asla (Kur’an bütünlüğü) ve usule (resulün sahih siret ve sünneti, tüm resullerin tâbi kılındığı hak hukuk mücadelesinde yalnız Rabbimizin rızasını gözeten, tavizsiz, müdahanesiz, eklektik olmayan yol ve yöntemleri) riayet etmeden, eşyanın tabiatını dikkate almayan, sa’yi, cehdi elden bırakan, enfüsü ve âfâkı doğru okumayan (doğrusu hiç okumayan, rüzgar önünde yaprak misali edilgenlik içinde atalet ve meskenete tabi, kaderini(!) makus talihi gören bir algısal zafiyet), işi Allah’a havale edip geçen bir ahval başka ne hasıl edebilirdi ki? Ne ektik de ne biçeceğiz?! Ne verdik de ne istiyoruz!? Aslında ‘rüzgar ekiyor, fırtına biçiyoruz’ denilebilir! ‘Ellerimizin yaptıkları yüzünden karada, suda ve havada fesat çıkıyor, yayılıyor’ desek yeridir. Yapmamız gerekirken yapmadıklarımız da cabası… İnkar edenler/zulmedenler ‘tağut’ uğrunda mücadele ederken ve bizlerden de onların yaptığı gibi topluca, hep birlikte şeytan ve avanesiyle, kafir ve müşriklerle mücadele etmemiz, yerine göre savaşmamız emrediliyor. Özellikle Enfal suresi 73. ayet merkezli ve birçokları yanında Al-i İmran 103, Nisa 76, Tevbe 39 vb. ayetlere bakılabilir.

Asıl sorun da ‘Allah’tan başka veliler edinmek’ vurgusudur ki; kişi hiç de farkına varmadan, ‘iyi niyetle’, meşruiyet zannı ve maslahat algısıyla bu duruma düşer durur! Görüyor muyuz Rabbimizin yardımını; hak ediyor muyuz?! İnanın O’nun (cc) yardım ve inayeti, affı ve merhameti olmasa, mehil vermesi olmasa yeryüzünde bırakın küffarı, füccarı, inanan, inandığını söyleyen bile kalmazdı!

Ateş bize dokunmuyor mu, sadece ötede olacak, öyle mi?! Ateşin, fitnenin içine düşmüşüz haberimiz yok! ‘Müslümanım’ diyenler de nasıl olsa minarenin kılıfını hazırlamışlar! Bu, ötede, ahirette olacak, orada da zaten şefaatti, aracılardı, cehennemde yanıp çıkıp cennet garantisi vardı (oysa Yahudiler de öyle diyorlar; ateş bize sayılı gün dokunacak! ‘Örn: Al-i İmran 24 ve Bakara 80’), Allah kulunu yakmazdı(!); o halde endişeye mahal yok, zulme meyletmişsin, dünyaya dalanlarla beraber dalmışsın, günahın boyutu boyu aşmış, ne önemi var! Yukarıda verdiğimiz En’am 82, Lokman 13, Nisa 48, Yusuf 106 vb. ayetler hiç de öyle demiyor oysa!

Meramımızı güncel bir örnek üzerinden tamamlayalım inşallah. Birçokları yanında çok daha aşırı yoğunlukla, zulmün her renk ve boyutuyla gözlerimizin önünde, müslümanım diyenlerin burnunun dibinde yüzyıllara sari şekilde ve son günlerde çok aleni ve hayvanata rahmet okutacak şekilde cereyan eden, fecaati ayyuka çıkan Gazzeli kardeşlerimize uygulanagelen zulmü ele alalım: İsrail özelinde tahakkuk eden bu sorun, batıl batılı, müstekbir ve emreyalist toplulukların vicdanı henüz kirlenmemiş, kalbi körelmemiş bir kesim halkları dışında neredeyse topyekûn (maalesef burada da istisnalar kaideyi bozamıyor!) bir zulüm, had tanımazlık, barbarlık, insanlık dışı fecaatler uygulanıyor. Bu sömürü ve zulüm hakkını nasıl oluyor da kendilerinde buluyor, istedikleri üzerinde uygulama hakkını kendilerinde görüyorlar bu zulüm taifesi? Bu soru(n)un cevabı elbette tek boyutlu değil! Neresinden ele alsanız elde kalacak, izahı mümkün olmayan, maskeleri düşüren ve makyajları akıtan bu zulüm, bırakınız uygulayıcılarını batıl/batılı işbirlikçilerini, destekçi emperyalistleri, ‘müslümanım’ diyenleri ele alarak baksak, okusak, ortada apaçık bir zulme meyli aşikar etmiyor mu en hafifinden!? İnsan oradaki mü’min, mücahit fedakâr, cefakâr, Allah’a hakkıyla teslim olmuş, ahdine sadık Müslümanlara ‘kardeşlerimiz’ demeye utanıyor; bir nevi yalancılık olacağından, foyamız ortaya çıkacağından, Allah’a karşı reva olmayacağından dolayı! Yüzümüz yok, yüzsüzlüğümüzdendir diyorsak da! Müslüman onlarsa biz kimiz, onca müslümanım diyen ülke ve halkı nerede? Nasrettin Hoca’nın ‘Kedi buysa ciğer nerede, ciğer buysa kedi nerede?’ fıkrası gelmiyor mu akıllara? Tabii başlarda akıl, yüreklerde bir iman söz konusu ise! Bu bize zül olarak yeter! Günah olarak yeter de artar bile! Başımızı, yüzümüzü yerden kaldıracak yüzümüz yokken bizler hala afra tafra peşindeyiz! Müslümanlığımız konusunda mangalda kül bırakmıyor, hak edişimize bakmadan peşin hak edişler, bol torpiller ve imtiyazlar bekliyoruz!

Hud suresinde ‘meyl etmeyin’ dendikten sonra şimdi aynı durumu; müslümanım diyenlerin ahvalinin, hal-i pür melallerinin, atalet ve meskenetlerinin tesbit ve teşhisini Enfal 25. ayet çerçevesinde sürdürelim. ‘İçinizden sadece zalim olanlara dokunmakla kalmayacak bir fitneden sakının…’; daha ne desin Rabbimiz, ayetin ne tefsirine, ne te’viline, ne şerhine gerek var mı?! Fitnenin ta ortasına düşmüş değil miyiz? Bırakın insanoğlunun ‘zalum, cehul, acul ve isyan ve nisyan ile malul oluşunu’, müslümanlık, mü’minlik iddiasındakilerin yeryüzünü kaplayan bu zulüm ve cehalet karanlıklarında, fitne ve fesat ortamlarında mes’uliyetleri, ihmal ve ihlalleri görmezden, duymazdan gelinebilecek bir durum mudur?! Meseleyi çözmesi beklenen, bu ayetlere muhatap kılınan kitle, handiyse ‘kendi himmete muhtaç’ durumdadır desek hata mı etmiş oluruz?!

Fitne bizlere de isabet etmiş durumda, zulmedenlere meyl işbirliği vasfına bürünmüş halde iken, Allah’ın yardımını görememenin bir başka izahına gerek var mı?! Ateşin gün be gün biteviye ve daha şiddetli şekilde bizleri de kuşattığı, her yanı, tüm değerleri yakıp yıktığı ortada değil mi?! Ateş bize dokunmaz, dokunmuyor diyen bir akl-ı evvelimiz, akıl yoksunumuz çıkar mı ki?! Dahası bu işler ‘çıkar’ etrafında dönüp durmuyor mu?! Tüm bunlara çözüm sadedinde, ayetin beyanıyla ‘Allah’tan başka, O’nun peşi sıra, astına doğru da olsa çok farklı evsafta, irili ufaklı, boyalı boyasız, her türden, Mekkelilerin taştan, topraktan ve ağaç gibi malzemeden olanlarına, Samiri’nin ‘böğüren’ somut düvesinden öküzüne değin tümüne kıyasla hayli girift, kendinden mülhem, soyutundan somutuna, cicili bicili o kadar evliyamız (rab ve ilah edinilmiş…) var ki saymakla bitmez! Tüm insanlık tarihinin nahak yere tapınageldikleri putlar toplamına baliğ, hatta katlamalı!

Kur’an’ı mehcur bırakınca, kaale ve ciddiye almayınca, Allah’ı hakkıyla takdir etmeyince ve de kulluk (ubudiyet) bihakkın kuşanılmayınca, ahiret ertelenince, cehd ve sa’y unutulunca, batılın tüm zokaları yutulunca ve bunlara gelenekçiliğin eklemeleri, uyuşturucuları da eklenince, asıl ile usulün koordinasyonu terk edilince, resullerin elçiliği ıskalanınca (…) başka söze ne hacet!

Düştüğümüz yer, kalkacağımız yerdir aynı zamanda, unutmayalım! Aklımızı tez elden başımıza alalım!..

(*) Hud 113

Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Dergisi Haziran Sayısı 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN