Müftüoğlu İktibas'ta konuştu: Vesayet altına girmek, düşüncesizleştirilmek demektir

Atasoy Müftüoğlu, İktibas dergisinde konuştu: Düşüncesizleştirildiğiniz andan itibaren muhakeme yeteneğinizi kaybedersiniz, çünkü vesayet aynı zamanda muhakeme yeteneğinizi de yok eder...

23-01-2019


Atasoy Müftüoğlu, 12 Ocak’ta Ankara’da İktibas dergisi salonunda aynı zamanda son kitabının ismi olan “Sahte Mutlakların Hükümranlığı” başlığı altında bir konuşma gerçekleştirdi.

Mustafa Bozacıoğlu’nun yaptığı selamlama ve sunuş konuşması ile başlayan programda Atasoy Müftüoğlu, “Bismillahirrahmanirrahim. Hepiniz hoş geldiniz. Allah Tebarek ve Teala Hazretleri hepinize yaşadığınız, yaşadığımız niyetler doğrultusunda, katında en güzel karşılıkları versin ve hepimiz hangi şartlarla bulunuyor olursak olalım, burada bizlere en güzel düşünceleri ilham etsin, en güzel tavrı, tarzı ve tercihi seçme konusunda bize güç versin. Yolunuz, gönlünüz, ufkunuz açık olsun.” sözleri ile konuşmasına başladı.

Müftüoğlu, bir toplumun bağımsız bir geleceğinin düşünsel anlamda nelere bağlı olduğuna dikkatleri çektiği konuşmasında, vesayetten kurtulmanın gerekliliğinin altını çizerken, somut olarak yapılması gerekenleri de sıraladı.

Atasoy Müftüoğlu’nun o konuşmasının tam metnini aşağıda dikkatinize sunuyoruz:

Sahte Mutlakların Hükümranlığı 

Bir toplumu, bir kültürü etkisiz hale getirmenin, kontrol etmenin kolaylıkla propaganda nesnesi haline getirmenin, manipülasyon nesnesi haline getirmenin yolu ya da yollarından birisi; ilgili toplumu zihinsel anlamda vesayet altına almakla olur. Bir şekilde vesayet altına alınmış olan, zihinsel anlamda vesayet altına alınmış bir topluluk için hiçbir zaman hiçbir şartta bağımsız bir gelecek tasavvur edilemez, böyle bir örnek görülmemiştir. Zihinsel anlamda vesayet altına alınmış bir toplumun, bir kültürün sürüklenmek ve savrulmak dışında bağımsız bir geleceği kendi iradesiyle gerçekleştirdiği görülmemiş ve duyulmamıştır. Bundan böyle de görülmeyecek ve duyulmayacaktır.

Bir toplum zihinsel anlamda vesayet altına alındığı andan itibaren o toplumda herkes, daha doğrusu hiç kimse, neyi konuşacağına neyi konuşmayacağına kendisi karar veremez. Gündemine neyi alacağına neyi almayacağına kendisi karar veremez. Vesayet altına alınmış bir toplumda halk neye muvafakat edeceğine neye muhalefet edeceğine de kendisi karar veremez. Yine vesayet altındaki bir toplumda diyelim ki o toplum kendisini İslam’a nispet ediyor olsun, ne kadar Müslüman olacağına, ne zaman Müslüman olacağına, ne zamana kadar Müslüman olacağına, ne zaman İslam’ı terk edeceğine, ne zaman milliyetçi olacağına, ne zaman ulus devletçi olacağına, ne zaman devletçi olacağına kendisi karar veremez. Onu bu vesayeti uygulayanlar belirlerler, ne zaman, ne kadar Müslüman olacağına, hangi ölçüde Müslüman olacağınıza. Diyelim ki radikal olmaya karar verdiniz, hangi ölçüde radikal olacağınıza da… O sizin dışınızda. Çünkü vesayete maruz kalmak, düşünememekle aynı anlama gelir. Çünkü zaten vesayet altına girmek, düşüncesizleştirilmek demek. Düşüncesizleştirildiğiniz andan itibaren ne yapamazsınız, muhakeme yeteneğinizi kaybedersiniz, çünkü vesayet aynı zamanda muhakeme yeteneğinizi de yok eder. Vesayet altındaki bir toplum, muhakeme yeteneği olmayan bir toplum. Bu nedenledir ki bugün İslam dünyası toplumları, yani kendisini İslam’a hala nispet etmeye devam eden toplumlar İslami anlamda bugünkü konumlarını analiz etmeye asla ve kata cesaret edememişlerdir, acilen analiz edilmesi gerekir. Şu anda bizim içinde bulunduğumuz, şu anda, el-an bulunduğumuz durum; vakit kaybetmeden İslami konumumuzu İslami esaslara göre belirlemektir. Ama bu vesayet sebebiyle biz kıyamete kadar bu durumu asla ve kata gözden geçirmeyeceğiz. Yani ey Müslümanlar, bir araya gelelim, bu konumun adı nedir? Nedir bu konum? Bir toplum düşünün ki o toplum hem kendisini Müslüman olarak tanımlıyor ve/fakat bu sadece söylemsel anlamda bir tanımlama olarak kalıyor. Yani soyut bir tanımlama bu, somut değil. Bu tanımlamanın hiçbir zaman bir gerçekle ilgisi yok, çünkü bu sahte mutlaklar, bütün kavram ve kurumlarıyla sahte mutlaklar, az sonra onların neler olacağına işaret edeceğiz, bu sahte mutlaklar bütün kavram ve kurumlarıyla, bütün bir otoritesiyle ve iktidarıyla, entelektüel iktidarıyla, otoriter iktidarıyla, ideolojik iktidarıyla, meşruiyetiyle ve mevcudiyetiyle somut bir gerçeklik olarak var, hayatın içinde var. Mevcudiyetiyle, tüm kavram ve kurumlarıyla, dünya görüşüyle, hayat tarzıyla, kendi sözcükleriyle, kendi tanımlarıyla somut bir gerçek olarak var. Fakat kendisini İslam’a nispet eden bu toplumda İslam somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktan bütünüyle ne yapılmıştır, alıkonulmuştur. O sadece ve sadece bireysel dindarlık biçiminde ne yapılabiliyor, temsil edilebiliyor ya da içsel anlamda temsil edilebiliyor. Onu görünmeyen bir alana hapsetmişler. Görünmeyen alan vicdani alan, vicdani alana hapsetmişler, orada yaşamasına izin veriliyor. İslam’ın bireysel, özel alana hapsedildiği, vicdani alana, soyut alana, manevi alana, ruhsal alana hapsedildiği günden bugüne gelinceye kadar, bu son birkaç yüzyılı içine alan bir süreç, bugüne gelinceye kadar İslami özgürlüklerin özgürlüğü yeniden nasıl kazanılabileceğine ilişkin…

‘İslam dünyası, maruz kaldığımız süreçlerin tasarlanmış bir proje olduğunu hiçbir zaman fark edememiştir’

İslami özgürlüğü, Müslümanların özgürlüğünün değil, Müslümanların bireysel anlamdaki özgürlüklerini değil, İslam’ın ontolojik özgürlüğünün, ontolojik meşruiyetinin, ontolojik otoritesinin, ontolojik müeyyidesinin yeniden nasıl somut bir gerçekliğe dönüştürülebileceği noktasında sistematik anlamda bütüncül hiçbir çalışma yapılmamıştır. Çünkü Müslümanlar o bireysel, özel, ruhani, manevi, metafizik, dindarlık şeyine ikna edilmişlerdir. İslam’ın kamusal iddiaları ya da dünyevi iddiaları, beşeri iddiaları, yeryüzüne ilişkin, dünyaya ilişkin iddiaları, dünya vizyonunu ve misyonunu yeniden kazanma iddiaları bir tür serüven, bir macera olarak tercüme edilmiştir. Çünkü bizi ve toplumlarımızı zihinsel anlamda vesayet altına alan irade, bunu bir proje olarak, somut bir proje olarak ortaya koymuştur. Mesela İslam dünyası toplumlarında düşünce hayatı, kültür hayatı, edebiyat hayatı, siyaset hayatı hiçbir zaman bu karşı karşıya geldiğimiz, maruz kaldığımız süreçlerin tasarlanmış bir proje olduğunu hiçbir zaman fark edememiştir. Mesela modernitenin bir proje olduğunu hiçbir zaman fark edememiştir. Çünkü ne olmuştur? Düşünsel iradesi elinden alınmıştır. Düşünsel iradenizi elinizden aldığı andan itibaren siz sadece size empoze edilenle meşgul olursunuz. Yani bir konfor alanına hapsedilirsiniz, konfor alanında yaşamaktır meşru olan. Konfor alanının dışına çıktığınız andan itibaren ne olursunuz? Ya terörist olursunuz, ya şiddet yanlısı olursunuz, ya fanatik olursunuz. Vesayet alanında bulunmak demek konfor alanında bulunmak demek. Şu anda hepimiz o konfor alanında yaşıyoruz. Çünkü konfor alanının dışına çıkmak için tarihin son birkaç yüzyılıyla çok ciddi bir şekilde hesaplaşmak gerekiyor. Böyle bir hesaplaşma bireysel anlamda yapılmış olabilir, bireysel anlamda bu tür hesaplaşmaları yapmak isteyen Müslüman aydınlar, entelektüeller, işte filozoflar, alimler olmuştur. Fakat bir kadro hareketi, bir sistem olarak, sistematik bir kadro hareketi bu tarihin son birkaç yüzyılıyla bu vesayetin nasıl dayatıldığı ya da şöyle bir soru aslında burada somut olarak, yani bunu birlikte düşünebilir ve değerlendirebiliriz: Acaba bu bünye kendisine dayatılan bir iradeye mi maruz kaldı, yoksa bu dayatma dışında bir başka şeyden söz edilebilir mi?

Eğer bizler tarihsel çözümlemeler yapmış olsaydık… Bizler tarihsel çözümlemeler yapmadık, hala yapmıyoruz, bu çok vahim bir gelişmenin adıdır. Ama zaten o vesayet altında bulunan bir zihin, kendisi için belirlenen sınırların dışında ne yapamaz? Bir tahayyül ve tasavvur oluşturamaz. Dolayısıyla, o büyük ölçüde -sözümü mazur görün- bir ayrıntılar çöplüğüdür orası, ayrıntıları tekrar eder durur. O bünye içinde hiçbir zaman bir yenilik olamaz. Kaldı ki bir yenilenmeye cesaret eden kimseler için zaten etiketler hazırdır. Eğer yenilik istiyorsanız ya da yenilenme istiyorsanız sizi terörize eden bir geleneğiniz var. Bu bir dayatma mı, yoksa bu bir başka şey mi?

Sahte mutlaklar

Şu anda İslam dünyası toplumlarında tarih felsefesi yapan bir tek düşünür yok, bir tek düşünür yok. Siyaset felsefesi yapan yok, filozof anlamında söylüyorum. Hukuk felsefesi yapan bir kişi yok, estetik felsefesi yapan bir kişi yok, yok yok yok yok. İslam’ın, Müslümanların değil İslam’ın o ontolojik özgürlüğünü talep eden entelektüel kadrolar yok, çünkü talep edemezler, İslam’ın entelektüel özgürlüğünü gündeme getirmeye cesaret edemezler. Çünkü sahte mutlaklar ne yapar? Sahte mutlaklar tarafından onların zihin dünyasının etrafına ne çekilmiştir? Tel örgüler çekilmiştir sahte mutlaklar tarafından. Sahte mutlaklar sizin İslami özgürlük kavramını telaffuz etmenize dahi izin vermezler. Çünkü İslam’ın meşruiyeti folklorik bir meşruiyettir sadece; folklorik, sembolik. Hukuki değil, siyasi değil, ekonomik değil. İslam’ı bir dünya görüşü olarak 21. yüzyılın gündemine getiremezsiniz, isteseniz de getiremezsiniz. Ancak şunu yapabilirsiniz: O konfor alanının içinde bulunarak bunu yapabilirsiniz. Yani sağcı olabilirsiniz, gelenekçi olabilirsiniz, görenekçi olabilirsiniz, maneviyatçı olabilirsiniz, vatancı olabilirsiniz, toprakçı olabilirsiniz, işte ruhban olursunuz, olursunuz olursunuz ve/fakat o İslam’ın ontolojik özgürlüğü, yani bütün kavram ve kurumlarıyla İslam’ın yeniden tarihsel misyonunu ve vizyonunu kazanma mücadelesi diye bir mücadele veremezsiniz, çünkü bu terör tanımı içerisine girer, dolayısıyla bunu yapamazsınız. Bunu yapabilmek için bağımsız, entelektüel iradeye sahip kadrolar gerekir. Fakat bugün kendisini İslam’a nispet eden İslami entelektüel hayat, akademik hayat, akademik hayat zaten rüyasında bile bunu görmeye cesaret edemez. Yani bir profesyonel Müslüman, herhangi bir konuda İslamiyet uzmanı İslam’ın özgürlüğünü rüyasında bile görmeye cesaret edemez, çünkü kayıtlara geçeceğinden korkar. Ama bağımsız diyelim ki entelektüel kadrolar, şu anda böyle bu tür kadrolara sahip değiliz. Dolayısıyla, biz hep sürekli olarak ne yapıyoruz? Hep erteliyor ve tehir ediyoruz.

İslam’ın özgürlüğü, bizim kitaplarda yazılan bir şeydir. Ama asıl önemli olan, mesela Müslümanlar hep işte bireysel özgürlükler talep ediyorlar, talep ediyoruz daha doğrusu ama mesela İslam’ın özgürlüğünü talep etmiyoruz. İslam’ın bireysel anlamda talep ettiğimiz özgürlükler de daha çok liberal özgürlüklerdir, onu talep ediyoruz. Yani liberal özgürlüklerden bir dindar hangi ölçüde Hristiyan, Yahudi, Budist ne kadar yararlanabilirse, yani meşruiyetin sınırlarını İslam’ın kendisi belirlemiyor, meşruiyetin sınırlarını o liberal dünya görüşü belirliyor.

Şimdi tekrar o parantez açtığım yere dönüyorum, yani acaba bu şey bir dayatma mıydı, yani İslam’ın bireysel, özel, manevi, folklorik, sembolik alana, vicdani alana hapsedilmesi ile İslam’ın bireysel bir dindarlığa dönüştürülmesi bir dayatma mıydı, yoksa bir tercih miydi? Eğer bugün aramızda tarih felsefesi çalışan filozoflar olsaydılar ya da tarih felsefesi analizlerini kapsamlı yapan, yani tarihi romantik ve nostaljik bir ilgi alanı olmaktan çıkararak bir tarih üzerinde onu bir gerçeklik alanı olarak idrak eden birisi. Çünkü biz bugün tarihi büyük ölçüde bir romantizm olarak, bir nostalji olarak algılıyoruz. Ve tarihle ilgili bir yüzleşmeye cesaret edebilmiş değiliz, böyle bir yüzleşme yapılmamıştır. Acaba bu bir dayatma mıydı, yoksa bu bir tercih miydi?

’19. yüzyılda Osmanlı düşünce ve kültür hayatı amansız bir Fransız kültürü hayranıdır’

Burada çok ilginç olması bakımından şu örnek verilebilir, sadece bu değil onlarca örnek var ama sadece şu örnek üzerinde, aynı zamanda bizim yakın geçmişimizi de ilgilendiriyor olması hasebiyle bunu söylüyorum: Örneğin, Osmanlı hinterlandı içindeki işte Osmanlı toplumu. Osmanlı İslam toplumu 17 ve 18’inci yüzyıldan itibaren ne yapıyor? Bir sorunla karşı karşıya, bir yetersizlikle karşı karşıya. 1550’ler gibi çok erken bir dönemde kapitülasyonlar, yani imtiyaz vermeye başlıyor, yabancılara imtiyaz vermeye başlıyor, çok erken bir dönemde bunu veriyor. Bu şu anlama geliyor: Demek ki ekonomik anlamda etki üretemeyecek bir noktaya gelmişsiniz. Bunun pek çok nedeni var, bunun üzerinde daha çok ekonomistler, yani daha doğrusu bizim bu manada ekonomik bir model üzerinde çalışan bağımsız düşünürlerimiz de yok. 17-18’inci yüzyıllarda etki üretememeye başlıyorsunuz. Fakat 19’uncu yüzyıl son derece, bu konuda son derece çarpıcı örneklerle doludur. Osmanlı düşünce ve kültür hayatı çok amansız bir Fransız kültürü hayranıdır. Herkes Fransızca konuşur, konuşmak ister, herkes Fransız gelenek göreneklerine göre hayatını düzenlemeye çalışır. Ama asıl önemlisi o vesayet dediğim şey o dönemde fiilen ortaya çıkar, yani bu öykünmenin sınırlarını aşmış bir şeydir, yani burada bir dayatmadan çok kendi tercihleriniz var. Yani ne yapamıyor? Bir toplum etki üretemediğinde ne oluyor? Dışarıdan üretilen etkilere açık hale geliyor onun mahiyeti ne olursa olsun. Çünkü etki üretemiyorsunuz, etki üretemediğiniz için her türlü etkiye açık hale geliyorsunuz. Bugün el-ân İslam dünyası toplumları etki üretemiyor, dolayısıyla her tür etkiye açık, yani burada böyle bir problem var.

İslam tarihinde iki büyük kırılma yaşanıyor, büyük kırılma yaşanıyor. Bu kırılma, ilk ve büyük kırılma, içeriden maruz kaldığımız bir kırılmadır ve mesela bununla da ne yapılamamıştır, gereği kadar yüzleşilememiştir, yine böyle çok münferit. Çünkü resmi tarih ya da o konfor alanı içinde kalan tarih bunları yazmaya cesaret edemez. Bunları yazarsa eğer ortada çünkü tarih diye bir şey kalmayabilir, yani hamasetten başka bir şey kalmayabilir. Mesela, bizlerin, burada oturan arkadaşlarımız da dahil olmak üzere hiçbirimizin bir düşünce tarihi eğitimi yoktur. Olaylar tarihi vardır, olaylar tarihi konusunda hepimiz çok şey biliriz, hatta bunları tarihleriyle beraber, takvimleriyle beraber, gün ve saat itibariyle ne yapabiliriz, sayıp dökebiliriz, yani hamaset tarihi. Hamaset tarihinden kastım şudur: Büyük olaylar tarihini, büyük adamlar tarihini kast ediyorum. Büyük olaylar ve büyük adamlar tarihi konusunda şeyimiz var. Ama mesela bir düşünce tarihi çalışması hiçbirimiz böyle bir tarih çalışması yapmadık. Eğer böyle bir tarih çalışması yapmış olsaydık, biz bugün hala aynı mazereti kullanan bir topluluğuz, yine o vesayetle bu alakalı. Mesela herhangi bir sorunla karşı karşıya geldiğimizde bu sorunun nedenleri arasında kendi zaaflarınızı hiçbir zaman görmezsiniz. Dersiniz ki, bu bize dışarıdan dayatılıyor. Bütün sorunlar size dışarıdan dayatılıyordur. Yani o size bir masumiyet kazandırır, çünkü siz seçilmiş bir halksınız, seçilmiş bir topluluksunuz. Milliyetçi olduğunuzu itiraf etmezsiniz. Efendim, her nasılsa, yani seçilmiş birisisiniz. Hep size bütün bir 7 düvel karşıdır. Mesela seçim mevsimlerinde şöyle bir retorik ortaya çıkar:

7 düvele karşı savaşıyoruz. Bu hayat memat meselesidir dersiniz, beka meselesidir dersiniz. Bu sözcükler çok özel olarak seçilmiş sözcüklerdir. Beka meselesidir dersiniz, hayat-memat meselesidir dersiniz, 7 düvelle savaşıyoruz dersiniz. Şimdi bu 7 düvelle savaşıyoruz retoriğine bendeniz şöyle bir cevap verdim: Dedim ki, 7 tane sözcüğün emperyalizmiyle savaşamıyorsunuz, nasıl 7 düvelle savaşacaksınız? Bu mümkün değil. Sözcüklerle savaşamıyorsunuz. Fakat vesayet altındaki bir toplum düşünmediği için bunların, bu kadroların 7 düvelle savaştığını zannederler. Tabii dolayısıyla da onlara ne kazandırılır? Bir dokunulmazlık kazandırılır. Kazandırılır çünkü tarihte hep böyle olmuştur, hep 7 düvele karşı. Kendi zaaflarınızı görmezsiniz, kendi zaaflarınızla yüzleşmezsiniz, hiç kimse kendi zaaflarıyla yüzleşmek istemez.

Bugün el-an, şu anda karşı karşıya bulunduğumuz bütün sorunların sorumlusu biziz. İslami bünye bu kendi zaaflarıyla malul hale geldiği içindir ki ne oluyor, dış etkilere açık hale geliyor. O zaafları da ne yapamıyorsunuz çünkü? Bu zaafları gidermek için hiçbir şey yapmıyorsunuz.

‘Bütün sorunların sorumlusu biziz’

19. yüzyıl, adeta Fransız kültürünün Osmanlı hinterlandı içinde egemenliğini sağladığı bir dönemdir. Bu aynı zamanda sarayda da böyledir. Sarayda da, dönemin sarayında da nedir? Daha çok Fransız protokolleri, diplomasisi, diplomatik gelenekleri ile hakimdir. Ama resmi tarih, resmi doğrular tarafından vesayet altına alınmış zihinler ne yapamazlar? Böyle bir tarihle yüzleşmeye cesaret edemezler. Onun için diyorum ki; bugün karşı karşıya bulunduğumuz bütün sorunların sorumlusu biziz, bütün bunlar bizden kaynaklanıyor. İlk ve büyük kırılma, hiçbir zaman telafi edilemeyen kırılma. Sanırsınız ki daha dün cereyan etmiş gibi yaşanan bir kırılma bu.

İslami bünye, kesin bir tarih verilmeyebilir ama ilk yozlaşma ya da çözülme emareleri başladığı tarihten itibaren şöyle bir şeyle karşı karşıya geliyor İslami bünye: İçe ve geçmişe kapanıyoruz. İçe kapandığınız andan itibaren dışarıda ne olup bittiğini merak etmiyorsunuz. Yani, dünyada ne olup bittiğini merak etmiyorsunuz, tarihte ne olup bittiğini merak etmiyorsunuz. Hayatın, tarihin, olayların hangi zeminde cereyan ettiğini merak etmiyorsunuz, içe kapanıyorsunuz, dışarıya temasınız kesiliyor, geçmişe kapanıyorsunuz. Geçmişe kapandığınız andan itibaren de şimdide ne olup bittiğini merak etmiyorsunuz. Dolayısıyla böylece bir kültür ne oluyor, kendi kendisini ne yapıyor? Marjinalleştiriyor. Kendi kendisini etkisiz hale getiriyor, kendi kendisini itibarsızlaştırıyor. Bunu Kitabı Kerim’e rağmen yapıyor, içe kapanıyor. Çünkü İslam’a katılmak için bir yeryüzü bilincine sahip olmanız gerekiyor. İslam’a katılmak, yerel bir örgüte katılmak, efendim yerli ve milli olmakla falan filanla alakası yok. Yerli ve milli olursanız zaten İslam’la temasınızı kesmenin bir şeyidir o.

‘Ulus-devlet realizmine eklemlenmeyen tek kişi kalmamıştır’

Dediğim gibi, vesayet altındaki bir topluluk ne kadar ve ne zamana kadar Müslüman olacağına da kendisi karar veremez. Onlara şu zamana kadar Müslüman olacaksınız, şu zamandan itibaren de milliyetçi olacaksınız denir. Ve onlar da onun gereğini yapıyorlar nitekim. Şu anda Türkiye’de şu kadar istisnada belki bulanabilir: Yakın geçmişe kadar İslamcılık iddiasında bulunup da bugün, el-an, şimdi ulus devlet realizmine eklemlenmeyen tek kişi kalmamıştır, biliyor musunuz? Tek kişi kalmamıştır. Yakın günlere kadar ümmetin önde gelen Mübelliğ ve mübeşşirlerini okuyarak yerli ve milli jargonunun resmi doğrular arasına alındığı tarihten itibaren bundan pişmanlık duyan tırnak içinde eski İslamcılarımız var, hem de sayısız. Yani merhum Mevdudi’yi okuduğu için pişman olan, Seyyid Kutub okuduğu için pişman olan, İzzetbegoviç okuduğu için pişman olan ila ahir, çünkü nedir? Yerli ve milli bir şey, resmi doğru, resmi hakikat budur. Konfor alanı içinde bulunanlar da o resmi doğrulara kolaylıkla ne yapılırlar, kazandırılırlar.

İçe ve geçmişe kapandığımız tarihle başlıyor, büyük kırılma orada başlıyor. İçe kapanıyorsunuz ve ne yapıyorsunuz? Geçmişe kapanıyorsunuz, tarihle temasınızı kesiyorsunuz. Tam o dönemde yeni bir tarih ortaya çıkıyor, yeni bir tarih ortaya çıkıyor. Yani işte 14. yüzyıl sonu 15. yüzyılın başı. 500 yıldan beri bu zihinsel vesayetle ne yapılamamıştır, yüzleşilememiştir. İslami zihnin bilincinin sömürgeleştirildiği tarihten bu yana Müslüman entelektüel hayat bağımsız tek cümle kurma iradesi gösterememiştir. Dediğim gibi, o münferit isimleri şey yapamıyorum.

‘Demokrasi ihracı retoriği altında pek çok ülke enkaz haline getirildi’

Son döneme ilişkin bir örneğim var, bunun üzerine hep birlikte değerlendirmeler yapabiliriz. Şöyle: Mesela son çeyrek yüzyıl içinde demokrasi ihracı retoriği altında pek çok ülke enkaz haline getirildi. Enkaz, yani orada halklar sadece ülkelerinden değil, aynı zamanda bütün bir hafızalarından da ne yapıldılar, mahrum edildiler. Hem fiziksel anlamda mülksüzleştirildiler, hem zihinsel anlamda mülksüzleştirildiler. Asıl felaket zihinsel anlamda, kültürel anlamda, felsefi anlamda mülksüzleştirilmekle birlikte başladı. Onun için bizim bağımsız sözcüklerimiz yok. Şimdi Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Libya, ila-ahir bütünüyle enkaz haline getirdiler. Ne adına? Demokrasi adına. Yakıp yıkan bir demokrasi, yakıyor ve yıkıyor bir demokrasi. Bütün halkları muhacerete memur ediyor. Onlar da zaten muhaceret yollarında hayatlarını kaybediyorlar. Hayat onlar için ölümle denk, ölümü arzu eden, ölümü bir kurtuluş telakki eden halklar haline getiren bir süreç var. Ölümü bir kurtuluş vesilesi sayıyorsunuz, ölümü temenni ediyorsunuz.

Buradan bütün ülkeleri enkaz haline getiren süreçlerle ilgili olarak bütün insanlığın zihin dünyasını alt-üst eden bir edebiyat çıkmalıyken çıkmadı biliyor musunuz? Bir filozofi çıkması gerekirken çıkmadı, bir siyasal irade çıkması gerekirken çıkmadı. Çünkü sonuç olarak geldiğiniz yer şu: Her türlü emperyalist merkezle bir türlü ilişkiniz var. Düşünebiliyor musunuz, emperyalistlerle ittifakınız var, emperyalistlerle ittifak içindesiniz, ittifak yapıyorsunuz. Oturuyorsunuz, çerçevesini, sınırlarını, çünkü vesayetin şeyi var, kiminle ne yapacağınıza da siz kendiniz karar veremezsiniz, yine o irade karar verir. Sizin ittifak yaptığınız ülkenin siz emperyalist olduğunu o anda idrak edemezsiniz. İdrak ediyor olsanız zaten oturmazsınız, müzakereye oturmazsınız. Onlar bütün bir kainatı yakıp yıkan bir iradeyle ittifak için ne yapmazsınız, oturmazsınız. Çünkü zihinsel vesayet sizi bu noktaya sürükler.

‘İslam dünyası epistemolojik bir diktatörlükle karşı karşıya olduğunu fark edebilmiş değil’

İkinci büyük kırılma, birinci büyük kırılmadan cesaret alarak ortaya çıktı. Ama bir de şöyle bir şey vardı: İslam’ın özgür olduğu dönemde, yani İslam’ın dünya misyonunu, vizyonunu, yeryüzü bilincini, İslamî bütünlük içinde, tevhidi bir bütünlük içinde gerçekleştirdiği zamanlardan kalan bir şeyle ortada bir irade vardı. Bu irade Müslüman bilincin sömürgeleştirilmesiyle birlikte sona erdi, bu irade sona erdi. Bugün İslam dünyası toplumlarında düşünsel, kültürel, felsefi, edebi hayat şu anda epistemolojik bir diktatörlükle karşı karşıya olduğu halde bunu fark edebilmiş değildir. Mesela Türkiye’de yaşıyorsunuz, Türkiye örneğinden yola çıkalım. Türkiye’de her gün milli eğitim siyasetleriyle ilgili bitip tükenmeyen tartışmalar yapılıyor. Fakat bir tek Müslüman çıkıp da; boşuna uğraşıyorsunuz, bu epistemik diktatörlüğe karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur, çünkü bu sizin üzerinde çalıştığınız bilgi masum ve meşru bir bilgi değildir deme iradesini gösteren bir kişi çıkmamıştır biliyor musunuz, bir kişi. Çünkü bu bilgi masum ve meşru bir bilgi değildir, bu bilgi ırkçı bir bilgidir. Bu bilgi böyle tasarlanmıştır.

Sadece İslam dünyası toplumlarında entelektüel ya da düşünsel hayat uygarlık misyonu diliyle hesaplaşmayı başarabilmiş olsaydı, bugün bu karşı karşıya bulunduğumuz zelil, hor ve hakir durumu yaşamıyor olacaktık. Kendi sözcüklerimizle konuşuyor olacaktık. Bir kültür düşünün ki o epistemik diktatörlüğü fark edemiyorlar. O bilginin maliyetiyle hiç kimse şu ana kadar yüzleşebilmiş değil, yüzleşemez. Neden yüzleşemez? Şunun için yüzleşemez: Demokrasi ihracı retoriği altında bütün ülkelerin mahvıyla sonuçlanan bu süreç, bu ülkelerin halkları da dahil olmak üzere şöyle bir soruyu ortaya koyabilmeliydi: Bütün bu yakıp yıkan demokrasiler hâlâ nasıl oluyor da ideolojik ve entelektüel iktidarını bütün kültürler nezdinde korumaya devam ediyor? Yani yakıp yıkan bu demokrasinin hâlâ nesi var? Entelektüel meşruiyeti var.

Bugün içinde demokrasi sözcüğü geçmeyen cümle kurmaya cesaret edemiyor Müslüman entelektüel biliyor musunuz? Böyle birisi yok. Demokrasi bir sayılar rejimidir ve hakikat hiçbir zaman sayıların insafına terk edilemez. Birisi 1 saat önce Müslüman olsa, 1 saat sonra demokrasi-İslam ilişkisine ilişkin çözümleme yapar. 1 saat içinde yapar. Bir kişi Kur’an-ı Kerim’i bir kez okusa, böyle bir sonucu istihsal eder. Bin yıldır okuyoruz Kitabı Kerim’i, bugün İslam dünyası toplumlarında Kur’an bağlamındaki tartışmalara bir bakın lütfen. Yine bugün birisi Müslüman olsa, bu tartışmalara baksa diyecek ki; ontolojik meşruiyeti yok, otoritesi yok, müeyyidesi yok, kamusal alanda temsiline izin verilmeyen, sadece ve sadece folklorik ve sembolik meşruiyeti olan bir dinin, din için yapılması gereken şey, bu kaybettiği otoriteyi ve iktidarı ve meşruiyeti yeniden kazanma mücadelesi olacak. Böyle bir mücadele yok. Hâlâ “Kur’an’ı nasıl anlamalıyız”ı konuşuyoruz. Yani muhtemeldir ki 1400 yıl daha bu konuşmalar ve bu tartışmalar devam edecek. Çünkü İslam’ın o kaybettiği ya da reddedilen ontolojik meşruiyetinin nasıl kazanılabileceğine ilişkin tek sistematik çalışma şu anda yoktur. Ve İslam dünyasının da nabzını böyle tutan bir arkadaşınızım. Bunları sorduğum için, böyle bir çalışma yapılıyor mu diye sorduğum için buna aldığım cevapları söylüyorum. Dediğim gibi, burada münferit çalışmaları kimi üstatların, kimi araştırmacıların, aydınların bağımsız çalışmalarını kastetmiyorum. Kadro hareketlerinden bahsediyorum.

‘Bu sekülerizmin, laikliğin bu Türkiye’de ne işi var?’

21. yüzyıla İslam’ı nasıl önereceksiniz? Eğer bugün Batı sonrasını konuşan bir topluluk yoksa İslam dünyasında ki yoktur, kaldı ki Batının bütünlüğüyle çok ciddi bir şekilde akamete uğradığı bir dönem bu dönem. Yani hem Avrupa’nın, hem diğer Batı, Amerika’nın büyük ölçüde akamete uğradığı bir dönemde bile o sahte mutlakların hükümranlığı devam ediyor. Sahte mutlaklardan kastım, tabii önce işte kapitalizmin belirleyici ve tayin edici rolü, sekülerizmin tayin edici rolü, liberalizmin tayin edici rolü. Yine bir kişi şimdi Müslüman olsa, 1 saat sonra der ki; bu sekülerizmin, laikliğin bu Türkiye’de ne işi var, ne işi var? Fakat sadece ne işi vardan ibaret değil, sekülerizmin anayasal güvencesi var, İslam’ın yok. O şeyin güvencesi altında, teminatı altında, İslam’ın böyle bir güvencesi yok. İslam sadece bugün, el-an şimdi İslam sadece ve sadece sömürülmek üzere var. İslam amansız bir şekilde araçsal amaçlar için kullanılıyor. Bütün İslam dünyası toplumlarında araçsal amaçlar için kullanılıyor. Amansızca, insafsızca araçsal amaçlar için kullanılıyor.

Bunu araçsallaştıran iradelere yönelik olarak hiçbir ne yapılmıyor? Entelektüel sorgulama yapılmıyor. Çünkü kendisini konfor alanına hapseden bir düşünce bunu yapamaz.

İkinci büyük kırılma, arz ettiğim gibi şeyle birlikte başladı, yani İslami bünye dünya misyonunu ve vizyonunu kaybetmişti. Dolayısıyla bu dünya vizyonunu kaybetmek ne demek? Dünyaya yönelik içerik üretememek demek. Ne yapamıyorsunuz? İçerik üretemiyorsunuz. Müslüman olmak hayata çıktığınız andan itibaren bir yeryüzü bilinci içinde olmak demek.

Şimdi bırakınız yeryüzü bilincini, yerli ve milli bağlamını da bir tarafa bırakın, etnik rekabetler, mezhep rekabetleri utanç verici bir noktaya gelmiştir. Utanç verici bir noktaya bir noktaya gelmiştir. Artık dini değerlendirmeler İslam’a göre değil, temel referanslara göre değil, çünkü mezhep temel bir referans değil, Kur’an ve sünnet hep temel referans. Mezhebe göre ne yapıyorsunuz? Mezhebi referans kaynağı olarak alıyorsunuz.

Çin İslamı, Türk İslamı

Son günlerde Çin’de Müslümanlara uygulanan asimilasyon politikalarıyla ilgili olarak çok ciddi yayınlar yapılıyor. Niçin? Çin, İslamını icat etmeye çalışıyormuş, Çin. Peki, siz Türk İslamını icat etmediniz mi? Bunun için şu kadar zamandan beri asimilasyon politikaları uygulamıyor musunuz? Benim bir kitabımın adı “Putlarını Kıramayan Kabileler”. O kabileler; Türkler, Araplar, Farslar, Kürtler ila-ahir. Herkesin putları var ve dediğim gibi vesayet altında olduğumuz için bir zamana kadar Müslüman oluyorsunuz, ondan sonra diyor ya, şimdi burası buraya kadar yeter, şimdi bundan sonra milliyetçi olacaksınız. Bir dönem ümmetçisiniz, şimdi devletçi oluyorsunuz. Bunları o vesayet sistemi, o irade belirliyor.

Sömürgecilikten daha korkunç olan şey

Şimdi daha önce de çeşitli vesilelerle söyledim, burada da hatırlatmakta yarar olabilir; Malik bin Nebi’nin Allah ona rahmet etsin, çok isabetli bir çözümlemesi var. O diyor ki; evet sömürgecilik korkunçtu ve/fakat ben size sömürgecilikten daha korkunç olan şeyin adını söyleyeyim, o da sömürgeleştirmeye elverişli olmaktır. Elverişli olmak sömürgecilikten daha korkunçtur. Arz ettiğim gibi, beyaz adamın misyonu diline İslam dünyası toplumlarından entelektüel karşılık verilmemiştir. Çünkü beyaz adamın misyonu dili şu demekti: İşte Avrupalı, beyaz adam, erkek adam, kadın yok, üstün adam, ayrıcalıklı adam, aynı zamanda medeni, dolayısıyla medeni olmayanlara ne yapacak? Sömürgecilik yoluyla uygarlık ihraç edecek. Dolayısıyla beyaz adamın misyonu dili, her türlü sömürgeciliği meşrulaştıran bir dildi ve dolayısıyla da o batılı bilgi bu bağlamda meşrulaştırıldı. Şu kadar yüzyıldan, 200 yıldan beri yine o istisnaları bir tarafa koyarak, yani bir toplumsallaşmış bir bilinçten söz ediyoruz, bir hareket, bir cemaatten bahsediyoruz, bir kadrodan bahsediyoruz. İslam dünyasına yönelik olarak halen sürmekte olan ontolojik ve epistemolojik emperyalizmin tahribatına yönelik tek eleştirel cümle kurulmamıştır. Ontolojik emperyalizm ne demek? Var oluşu ve hayatı seküler bilgiye tanımlamak. Vahiy böyle değil, çünkü artık vahyin -haşa- ne yapmıştır, modası geçmiştir. Onu bir dönemin romantikleri, bir dönem Alman romantizminin konusu, ancak onların konusu olabilmiştir.

İslam dünyasında böyle bir romantizm bile söz konusu olamamıştır biliyor musunuz? Yani dinin işte insan hayatı üzerindeki olumlu etkilerini konuşmaya cesaret eden bir şey olmamıştır, böyle bir şey olmamıştır.

Batıda, Post-seküler toplum tartışması

Şimdi yine çok ilginçtir, zihinlerimiz şeye kapatıldığı için, yerli ve milli hapishanelere kapatıldığı için, yerli ve milli hapishane tabii kutsal bir hapishane, kimsenin ondan bir rahatsızlığı yok. Nasıl içe kapanmak büyük bir tahribata neden olmuşsa, içe ve geçmişe kapanmak, yerli ve milliye kapanmak da aynı şekilde, bir Müslüman için söylüyor, yoksa anayasal yurttaşlar için bir iftihar konusudur, onlar için sözümüz yok. Hala kendisini Müslüman olarak konumlandıranlar için söylüyoruz. Batıda şöyle bir şey var: Diyorlar ki, her şey ciddi bir şekilde erozyona uğramış durumda. Dolayısıyla her şey akamete uğruyor, yani Avrupa eski Avrupa değil, Amerika eski Amerika değil. Dolayısıyla bir şeye ihtiyaç var. Akamete uğramak sözcüğü bir kavram orada, İngilizcesini hatırlamıyorum, akamete uğramak. Dolayısıyla yeni bir çözümleme arıyorlar, bu yeni çözümleme bağlamında burası çok ilginç, burası çok ilginç, çok ilginç; bir kısım filozoflar, demek ki orada hala filozoflar var, diyorum ki İslam dünyasında bir tane filozofunuz yok. Bin tane şu anda bir psikiyatri kliniğinde tedavi altında tutulması gereken bin tane mehdimiz var. 1 tane filozof yok, bin tane mehdi var, meczup, manyak, din manyağı, din alıp satarak hayatını geçiren. Toplumun bütün bir dini hayatını ele geçirmiş. Bin tane ne var? Mehdiniz var. Bir tane düşünürünüz yok, bir tane kamusal düşünürünüz yok. İslam’ın özgürlüğünü konuşan bir tek entelektüel yok, Müslüman bireylerin özgürlüğü değil. Çünkü sahte kutsalların belirlediği bir dünya görüşü ile hapsedilmişsiniz. Şimdi bu akamete uğrama sorunuyla ilgili çözümlemeler yapan filozoflar, önde gelenlerinden bazıları, post-seküler toplumu gündeme getiriyorlar. Post-seküler toplum şu demek: Din yeniden kamusal alana dönsün, başka yapacağımız hiçbir şey yok.

Bu tartışma 10 seneden beri sürüyor. İlahiyat fakülteleri, ilahiyatçılar Türkiye’deki bu tartışmaya katılan bir kişi yok biliyor musunuz? Diyelim kamusal alana dönsün tartışmasına Türkiye’den tek cümleyle katılan bir tek ilahiyatçı yok ya da bir tek düşünür yok.

‘Şu anda bütün dünyada entelektüel hayatı ele geçirmiş binlerce Yahudi filozof var’

Son günlerde verdiğim başka örnek var, burada tekrar etmek yine anlamlı olabilir. Türkiye son iki seneyi, son bir seneyi özellikle bütün çevreleri kastederek söylüyorum, İslami düşünce hayatını da kastederek söylüyorum, harıl harıl bir Siyonist düşünürü okuyarak geçirdik. Niçin Siyonist düşünürü harıl harıl okuyor Türkiye ve Müslümanlar niçin okuyor? Çünkü 21. yüzyılla ilgili projeksiyonu olan, önerileri olan, çözümlemeleri olan bir tane Müslüman düşünür yok. Çünkü Müslüman düşünür geçmişte yaşıyor. Geçmişte ne olup bittiğini konuşmaya devam ediyor, sürekli geçmişe atıf yapan bir şey var. 21. yüzyıl için tek cümle kurma iradesine sahip bir düşünürümüz yok. Onun için bir Siyonist düşünür Türkiye’de böyle el üstünde tutuluyor. Buradan şöyle bir noktaya geleceğim: İsrail niye bu kadar pervasız? İsrail niye bütün bunları yapıyor? İsrail bu meşruiyeti nereden kazanıyor? Şu anda bütün dünyada entelektüel hayatı ele geçirmiş binlerce Yahudi filozof var biliyor musunuz?

Geçen ayın edebiyat dergilerinden birisinde gördüm, muhtemelen Kitaplık Dergisinde gördüm. Amerikan edebiyatının önde gelen yüzlerce ismi Yahudi. Yani burada bir etnik köken sorgulaması yapmıyoruz. Yani ‘Yahudilik nasıl oldu da bu dokunulmazlığı ele geçirdi’ye cevap, yani bizim cevabımız şöyle: Tabii onları Amerika destekliyor. Hayır değil… Yahudiler 20. yüzyılın yarısına kadar bugün bizim karşı karşıya bulunduğumuz durumdan daha kötü durumdaydılar. Ne oldu? 50 yıl içinde bu durumu ne yaptılar? Bugünün uygarlığı referansı, Yahudi Hristiyan uygarlığı bir referans haline gelmiştir. Yahudilik 50 sene önce bir apartayta tabi tutulurken, bugün ne olmuştur? İdeolojik ve entelektüel meşruiyet sahibi olmuştur.

İslam şu anda entelektüel meşruiyet kaynağı değil, dünyanın hiçbir yerinde değil. Müslümanlar iki büyük aşırılıkla anılıyor. Birisi mistik aşırılıklar, batıni; ikincisi zahiri aşırılıklar. Şimdi böyle kesiyorlar ya arkadaşlar, zahiri aşırılık ve batini aşırılık, iki tane şeyle anılıyor. Ama yok, şu anda küresel, entelektüel hayata İslamî bağlamda katılan bir tek düşünürümüz yok, bir tek düşünürümüz yok. Bir zamanlar Mahmut Mandali’den çok söz edilirdi. Şimdi niye söz edilmiyor bilmiyorum, muhtemelen o da konfor alanının dışına çıkmak istediği için olmuş olabilir diye düşünüyorum. Yine münferit bir takım isimlerden bahsedilebilir, ama bunların üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Şizofrenik uzlaşmalar

Nasıl oldu da kapitalist, seküler ve liberal dünya görüşüyle İslam uzlaştırıldı? Bu uzlaşma İslam’ın tabiatına aykırı, böyle bir şey olamaz. Yani bir irade sizin şeyinizi ele geçiriyor ve ne yapıyor? Size tahammül edilemez uzlaşmalara memur ediyor. Tahammül edilemez, bunun İslami cevabı yok. Hiçbir şekilde bu uzlaşmanın İslami cevabı yok. Kapitalizmle İslam’ı uzlaştırma, kapitalizmle sekülerizmi uzlaştırmak, liberalizmi uzlaştırmak, hani yok böyle bir şey, bunun cevabı yok. Fakat konu sadece uzlaşmaktan ibaret değil. sadece bundan ibaret değil. Bu sizinle, bir şekilde sizi vesayet altına alan irade, ne yapıyor? Toplumun bütün mekanizmalarını ele geçiriyor, yapılarını ele geçiriyor. Kavramlarıyla, kurumlarıyla, yapılarıyla ele geçiriyor ve sizi de tam kamusal alanın dışına sürüklüyor.

Geldiğimiz nokta şudur: Sahte mutlaklar, demokrasinin arz ettiğim gibi yakıp-yıktığı halde hala entelektüel otoritesi var, hiç kimse içinde demokrasi sözcüğü geçmeyen cümle kurmaya cesaret edemiyor. Yakıp yıktığı halde böyle bir otoritesi var. İslam yakıp yıkmadığı halde, bir suçu yok, kabahati yok, İslam neyse hep uzlaşmış. Bu uzlaşmaların hepsinin adı şizofrenik uzlaşmalar. Biz hayatımızı sadece ve sadece şizofrenik uzlaşmalarla sürdürüyoruz. Başka yanıt yok, hayır, başka yanıt yok. Hiçbir irade, hiçbir diyelim ki fıkhı irade bu kompozisyona bir cevaz bulamaz, bunun meşruiyetini ima bile edemez. Bu sizin tarihten çekildiğinize işaret eder. Tarihten çekildiğiniz için ne yapıyor? Tarihi bu sefer bu sahte mutlaklar dolduruyor. Gerçek mutlak ne oluyor? Nesneleşiyor, ama onun yerine sahta mutlaklar özne olarak geliyor.

‘Muhafazakar sözcüğü çok tehlikeli bir sözcük’

Modern dönemde Müslümanlar moderniteyle… Dediğim gibi, zaten Müslüman düşünürler modernitenin bir proje olduğunu asla fark edemiyorlar, halbuki bir proje. Hatta ve hatta pek çok tarih felsefecisi, sizi temin ediyorum, Rönesans’ın bile bir proje olduğu noktasında ortak düşünce sahibi. Ama modernite konusunda hiç kimsenin şüphesi yok, bir proje. Bunun bir proje olduğunu fark edemedikleri için şöyle bir çözüm buldular: Moderniteyi muhafazakârlaştırarak uzlaşmak.

Muhafazakâr sözcüğü kadar muğlak bir sözcük yok, çok tehlikeli bir sözcük. Mesela bugün Müslümanlara muhafazakâr kesim diyorlar. Hiç kimse demiyor ki, ya ben muhafazakâr değilim, haşa, demiyor kimse. Çünkü öyle, muhafazakâr olduğu için ben değilim demiyor kimse. Çünkü ancak o yolla meşruiyet sahibi olabiliyor, yoksa gerçek manada İslami bir programı, projesi olsa, bunu açıklasa herkes dehşete düşüyor. İslam o zaman dehşete düşürecek, çünkü zihin dünyanız ne olmuş? Sömürgeleştirilmiş. Zihin dünyanızda neyin ne kadar konuşulacağına ilişkin bir alan var, konfor alanı. Moderniteyi muhafazakârlaştırarak, mesela bizim bugün modern muhafazakârlarımız var, muhafazakâr modernlerimiz var.

Muhafazakâr kapitalizm, sekülerizm, demokrasi…

Sonra sıra şeye geliyor, muhafazakâr kapitalistler. Onları siz tanıyorsunuz ve selam veriyorsunuz filan, görüyorsunuz filan. Muhafazakâr kapitalist arkadaşlarımız var, onlarla kucaklaşıyoruz, yani hiç kimse dehşete düşmeden kucaklaşabiliyor filan.

Ondan sonra muhafazakâr sekülerizmi icat ediyoruz. Yani muhafazakâr etiketiyle her şeyi meşrulaştıran bir gelenek. Bu nasıl bir gelenektir ki, bu nasıl bir İslam her türlü boyunduruğa müsait, tâbi kılınmayı müsait, nasıl bir şey bu? Bu muhafazakâr sözcüğü kadar lanetli bir sözcük yok. Hayır, biz muhafazakâr değiliz.

‘Linç kampanyası istisnai bir olay değil’

Sonra sıra neye geliyor? Muhafazakâr demokrasi diye bir şeye. Muhafazakâr demokrasi, muhtemelen Türkiye icadı bir şey bu. Benim bu son günlerde karşı karşıya geldiğim linç kampanyası, benim daha çok bir yazımla ilgilidir, çünkü bu linç kampanyası istisnai bir olay değildir. Muhafazakâr bir faşizm dönemine girdik diye yazdım, bununla ilgili. Dolayısıyla muhafazakâr faşizm dönemi kavramsallaştırılması çok dehşetengiz bir şeye neden oldu, çok tepkiler aldım.

Ama önce şunu yazdım, bunu daha önce de çeşitli vesilelerle söyledim: Politik iktidar ve ayrıcalıklarını, ekonomik iktidar ve ayrıcalıklarını, bürokratik iktidar ve ayrıcalıklarını kaybetmemek için İslami kaybetmeye göze aldık diye yazdım.

‘Başörtüsünü kazandık, tesettür ve hicap mücadelesini kaybettik’

Ondan sonra muhafazakâr faşizm döneminde dedim ki; başörtüsü mücadelesini kazandık, tesettür ve hicap mücadelesini ebediyen kaybettik, çünkü başörtüsü artık bir moda haline geldi, ebediyen kaybettik. Şimdi muhafazakâr faşizm, faşizmin muhafazakâr olanını şu anda ne yapıyoruz, yaşıyoruz.

Sonra devam etti, muhafazakâr bir materyalizme doğru diye yazdım. Yani artık materyalist hayatlar var, fakat bunun meşrulaştırılması için neye ihtiyaç var? Onun da muhafazakârlaştırılmasına ihtiyaç var. Bu uzlaşmalarla kim yüzleşecek? Bu uzlaşmaların İslami olmadığını, İslam’ın entelektüel anlamda özgürlüğünü bütün bir insanlığın dikkatine kazandıracak bir şey ne zaman, bir okul, bir anlayış, bir yaklaşım ne zaman ortaya çıkacak?

Bu ancak şöyle olabilir: Bu sahte mutlaklarla hesaplaşan, bunların bütünüyle sömürgeci bir projenin, kaldı ki bunlar etrafında son derece yoğun şeyler yapılabilir, mesela postkoloniyer okul bunları yapıyor. Nitekim onların, zaman zaman örnekler veriyorum, Hindistan’da bu madun araştırmaları kolektifi bu sömürgeci, vesayetçi kolonyalist dünyayla hesaplaşmak için çok önemli çalışmalar yapıyor, çok önemli tarihçiler var, çok önemli tarih felsefecileri var, şu anda var.

‘Bir Edward Said var, o da bir Hıristiyan, bir seküler ama bir ekol’

Onların iki şiarını sadece size söylemek isterim. O da şudur: Diyorlar ki, bu Madun Araştırmaları Kolektifi, İngiliz sömürgeciliği tarafından gasp edilen Hindistan’ın kendisine ait her ne varsa onu yeniden kazanmak amacıyla o Madun Araştırmaları Kolektifi kurulmuş, bu yönde çok ciddi çalışmalar yapılıyor, ama bunun kolay olmadığının farkındalar. Ama bizde böyle bir girişim bile yok, tek başına sadece Edward Said var, o da bir Hristiyan, bir seküler, ama başlı başına bir ekol. 40 yıldan beri Edward Said’in oryantalizmi konuşuluyor, tartışılıyor. 40 yıldan beri İslami düşünce hayatı oryantalizmin İslami muadilini yazmayı başaramamıştır, bu çok vahim bir gelişmedir. İslami muadilini yazmayı başaramamıştır, çünkü oryantalizmin o felsefi şeyine nüfuz etmeyi başaramamışız. Çünkü zihinlerimiz hamasetle malul hale geldiği andan itibaren düşünce yeteneğimizi kaybediyoruz. Hamaset günü kurtarmak içindir, fakat geleceği kurtarmak için çok yoğun, çok derin düşünceler üretmeniz gerekiyor. Yeryüzü bilinci demek, bütün yeryüzünü içine alan bir dikkate sahip olmak demek, bütün yeryüzünü içine alan bir hassasiyet sahibi olmak demek, bir eleştirel önerilere sahip olmak demek, yeryüzü stratejisine sahip olmak, yeryüzü jeopolitiğine sahip olmak demek, yeryüzü bilincine sahip olmak demek.

‘Kolonyalistlerin düşünmemizi istemedikleri şeyleri düşünmeye cesaret etmeliyiz’

Şimdi bu Madun Araştırmaları Kolektifi -o felsefi çalışmalarından söz etmiyorum, çok yoğun kitaplar var- diyorlar ki iki şey yapmamız gerekiyor.

Bir; kolonyalistlerin düşünmemizi istemedikleri şeyleri düşünmeye başlamak. Mesela kolonyalistler neyi düşünmemizi istiyorlar? İslam’ın yeniden kamusal alana dönmesini istemiyorlar, bunun bir cinayet olacağını düşünüyorlar, bunun bir son olacağını düşünüyorlar. Diyorlar ki bu Madun Araştırmaları Kolektifi, kolonyalistlerin düşünmemizi istemedikleri şeyleri düşünmeye cesaret etmeliyiz; birincisi bu.

İki; kolonyalist düşüncenin zihin dünyamız etrafında ördüğü bir tel örgü var, bağımsız olmak isteyen herkes bu tel örgüyü atlamak zorunda.

Şimdi arkadaşlar, hepimiz bu tel örgünün içindeyiz. Yalnız ben kendimi anlatırken ben tam tel örgünün yanında dolaşıyorum, birisi atlarsa ondan sonra atlayacağım, öyle bir şeyim var, böyle birisini atlıyorum, atlayan birisi olursa atlayacağım.

‘Madun konuşamaz, çünkü paradigma savaşını kaybetmiştir!’

Bir başka şey daha var, yine bu akımın öncü isimlerinden, Edward Said kadar etkili bir isim; Gayatri Chakravorty Spivak diye bir Hanım, bu Hanımla biz aynı yaştayız, yani 77 yaşındayız. Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun. Bu kadın bir soru soruyor ve cevabı şöyle: “Madun konuşabilir mi?” diye bir soru soruyor. Madun kim? Madun; ötekileştirilen, yalnızlaştırılan, sessizleştirilen, baskılanan, terörize edilen, mülksüzleştirilen. Madun konuşabilir mi diye soruyor ve cevabını da kendi veriyor. Diyor ki; madun konuşamaz, çünkü madun paradigma savaşlarını kaybetmiştir diyor.

Buradan bir Müslümanlar ne anlamalıyız diyorsunuz. Çünkü bu sözünü ettiğim ikinci kırılmanın, yani Batının ortaya çıkışından itibaren, 1492 daha çok Endülüs’teki bu iktidar kavgalarının bir sonucu olarak çıktı, ama 1498 İslam’la hesaplaşmak üzere ortaya konmuş bir projeydi ve bu hesaplaşma hala el-an devam ediyor, ama bu zihinsel vesayet ve sömürgeleştirme büyük ölçüde tabi onların işini kolaylaştırdı.

‘Batı’nın ideolojik iktidarı devam ediyor’

Biz bugün Avrupa çöküyor, Amerika çöküyor filan diyoruz, ama o kavramların iktidarı devam ediyor, ideolojik iktidarı devam ediyor. Biz o kavramların dışında, mesela dediğim gibi demokrasinin iktidarına, meşruiyetine yönelik ne yapamıyoruz, herhangi bir çözümleme yapamıyoruz. Demokrasi adeta vazgeçilmez bir şey. Kaldı ki demokrasinin sayılamayacak kadar korkunç neleri var, vukuatları var. Demokrasi de gördüğünüz gibi zontaları seçiyor, magandaları seçiyor, faşoları seçiyor, maçoları seçiyor, hırsızları seçiyor, soysuzları seçiyor, sapıkları seçiyor, herkesi seçiyor demokrasi; böyle bir şey olabilir mi? Demokrasiyi bir zihin nasıl onaylayabilir? Bütün bir Ortadoğu şu anda demokrasinin şiddetine maruz kalıyor, çünkü demokrasi tarafından seçilmiş birinin keyfi tasarruflarıyla ne yapılıyor, halklar perişan ediliyor. Bu vesayet sistemini aşmak.

Şimdi bu paradigma savaşları kaybettik diyor… Burada yine o tarih çözümlemesi çok önemli. Çok önemli bir konfor alanının içinde kalmak zaten başlı başına bir felaket.

Şimdi 18. yüzyılda bu paradigmalar ideolojik evrensellik yoluyla, 18-19. yüzyıl, ideolojik evrensellik yoluyla ne yapılıyor bu paradigmalar? Bütün toplumların zihin dünyalarını fethedecek şekilde ne yapılıyor, ihraç ediliyor. Avrupalı evrensellikle ilgili bizde hiçbir zaman eleştirel çözümleme yapılmamıştır dikkatinizi çekerim.

‘İslam’ın evrenselliği meşru bir evrenselliktir’

İslam’ın evrenselliği bütün farklılıkları içeren, çeşitlilik içeren, kozmopolit bir evrenselliktir, meşru bir evrenselliktir. Burada ideolojik bir evrensellik var, Avrupa merkezci değerler temelinde ne yapılıyor, gerçekleştiriyor. Zaten o bilgi, bugün Bilgi İmparatorluğu diye bir kitap var… Çok önemli bir kitap. O imparatorluk bütün bu zihin dünyasını belirliyor. Biz yerli ve milli alana kapatıldığımız için dünyada ne olup bittiğini merak etmiyoruz, zaten etmiyorduk, şimdi de etmiyoruz. Fakat 19. yüzyıla geldiğimizde bu paradigma savaşlarının yoğun olarak Avrupa merkezci evrensellik yoluyla ihraç edildiği dönemde İstanbul uleması sakal ve bıyığın yöntemlerini konuşuyor, boyutlarını konuşuyor, misvak kullanmanın yöntemlerin konuşuyor, çok affederseniz tuvaletin edepleri konusunda kitaplar yazılıyor biliyor musunuz? Tuvaletin, taharetin edepleri, tuvaletin edepleri üzerine kitaplar yazılıyor. Bir taraftan bütün halkların zihin dünyaları fethedilirken, içe ve geçmişe kapandığımız için dünyada en olup bittiğini merak etmediğiniz için o paradigma savaşlarına zaten katılmadan kaybediyorsunuz. Sakal tartışması, bıyık tartışması, misvak tartışması, aynen bugün yaşandığı üzere bir takım böyle geleneksel rekabete, ayrıntılar çöplüğünde sürdürülen tartışmalarla geçiyor. Dolayısıyla, zihin dünyamızın nasıl ele geçirildiğini fark edemeden kendimizi o vesayet alanında buluyoruz. O günden bugüne tartışmalara baktığınızda, bugünkü tartışmalara baktığınızda o günden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz. Nitekim bugün hiçbir topluluk, burası inşallah diyelim ki bu mütevazı çalışmalar böyle bir noktaya gider. Sayıların hiçbir önemi yok, dünyada hiçbir mücadele büyük sayılarla kazanılmadı arkadaşlar.

Savaş büyük niteliklerin savaşıdır, dediğim gibi Türkiye şu anda bir Siyonist düşünürü canhıraş bir şekilde okuyorsa, buradan çıkaracağımız dersler var. Bu adam her hafta Türkiye’nin en önemli holdinglerine gelip onlara 21. yüzyıl projeksiyonları konusunda milyarlarca liralık astronomik miktarlarda danışmanlık ücreti alarak yol, yordam, yöntem öğretiyor. Harari diye bir adamı, bir Siyonist düşünürü Türkiye okuyor.

‘Düşünür yok, mehdi çok!’

Niye okuyor? Çünkü Müslüman bir düşünüre sahip değil. 21. yüzyıl için çözümlemeler yapan bir Müslüman düşünüre sahip değilsiniz. Ama Mehdi’yi arıyorsanız binlerce manyak var. Bütün bir dini hayatı ele geçiren, bu şeylerin büyük bir klinik, ama bunlara klinik yetmez bütün bir Haymana Ovasını böyle bir klinik haline getirmeniz gerekiyor. Evet, burada abartılan bir şey yok, hayır, durum çok vahimdir.

Dediğim gibi, şu anda Allah’ın muazzez ve mükerrem dini müthiş bir şey, onu ancak bir bilinç ailesine katıldığınızda anlayabilirsiniz. İslam’a katılmak bir sürüye katılmak demek değildir. İslami bilincin büyük sayılarla alakası yok. Büyük sayıların ne yaptığını gördünüz, herkesin büyük sayıları var. Büyük sayıların bütün bir dünyayı ekonomik anlamda ele geçirmiş, diyelim ki bir akımın bir tek düşünürü yok biliyor musunuz? Çünkü buna ihtiyaç yok. Neye ihtiyaç var? Manipülasyon ve propaganda nesnesi büyük sayılara ihtiyaç var, düşünüre ihtiyaç yok. Çünkü düşünür ne yapabilir? Eleştirel sorgulamalar yapabilir, itiraz edebilir. Hiçbir şeye itiraz etmeyen bir bünyeyle karşı karşıyayız ve din, araçlar amaçlar için ne yapılıyor? Amansız bir şekilde istismar ediliyor. Türkiye’de yakın bir zamana kadar İslamcılık iddiasıyla ortada bulunan ne kadar şey varsa bugün ulus-devlet realizmini kutsayan bir noktaya gelmiştir.

‘Özellikle genç arkadaşlar, tarihin son 500 yılını çözümlemeli’

Burada sorun şudur: Çok yoğun bir şekilde, özellikle genç arkadaşların çok yoğun bir şekilde özellikle tarihin son 500 yılında hem İslami iklimde, hem Batıda ne olup bittiğine ilişkin çok kapsamlı çözümlemeler yapması gerekiyor. Büyük ölçüde bu bizim zihinsel anlamda bilincimizi sömürgeleştiren şey, büyük ölçüde Batı felsefesinin çok etkili isimleri tarafından gerçekleştirilmiştir diye ben düşünüyorum. Bütün bunlara eğer zamanında cevaplar verilmiş olsaydı durum bu kadar vahim olmayabilirdi, ama arz ettiğim gibi bugün bir tek kamusal düşünürümüz yok, bir tane kamusal düşünürümüz yok.

‘İslam Batılı rasyonalitenin sınavına tabi tutulmamalı’

Sonra bu nasıl bir toplum ki bütün bir toplum bu modern vesayet, bir tarafta modern vesayetin baskısı var. Mesela İslam’ı, sık sık özellikle ilahiyat adamları bağlamında sürdürülen tartışmalarda dikkatimizi çeken bir şey var; her tartışmada behemehâl İslam Batılı rasyonalitenin sınavına tabi tutulur, bunu yapmamalıyız, bunu yapmamalıyız. Çünkü Batılı rasyonalitenin aynı zamanda pragmatik bir yanı var. Bizim evvela tabii ki dünya görüşü perspektifine sahip olmamız gerek, o dünya görüşü perspektifimiz yok. Her gün o Batılı rasyonalitenin sınavına İslam tabi tutuluyor. Eğer o Batılı rasyonaliteden izin, icazet alırsanız meşrulaşır. Bir de geleneksel vesayet, geleneksel vesayet modern vesayetten daha tehditkar, o sizi bütünüyle düşünemeyecek, akledemeyecek bir noktaya sürüklüyor.

‘Sömürgeci bilgiyle hesaplaşmak ve meşru bilgiyi ikame etmek’

Pekala şöyle bir noktaya gelinebilir: Hem geleneksel vesayet, hem modern vesayet, burada sorun şu değil: Gelenekle bütünüyle savaşmak ya da Batıyla bütünüyle savaşmak değil. Bu sömürgeci sistemin -çünkü aynı zamanda gelenek de dini hayatı sömürüyor- bu sömürgeci bilgiyle hesaplaşmak. Bu bilgiden kaynaklanan bir şey var. Bunun yerine meşru bilgiyi ikame etmek. İslam dünyası toplumlarında şu anda bu meşru bilgiyi ikame etmeye cesaret eden bir topluluk yok, bir kadro yok, bir kadro çalışması yok. Çünkü şu anda biz bu ırkçı bilgi temelinde ne yapıyoruz, üniversitelerimiz…

Mesela dünya üniversite sistemi de sömürgeciliğin bir sonucudur. Hiçbir üniversite, dünyanın hiçbir yerinde, İslam toplumlarının hiçbir yerinde kendisi bilgi üretmiyor, bilgiyi ithal ediyor, biz bilgiyi ithal ediyoruz. Nasıl bir bilgiyi ithal ediyoruz? Irkçı bir bilgiyi ithal ediyoruz, sömürgeci bilgiyi ithal ediyoruz.

Önce, bu tarihin son 500 yılıyla ilgili çok kapsamlı, eleştirel analizler ve çözümlemeler yapmak; bu mümkün. Bunu Batıyı mahkum etmek için, geleneği mahkum etmek için değil yeni bir çıkış yolu bulmak için, yeni bir yol bulmak için yapmak ve her şeyden önce İslam’ın özgürlüğü sorununu İslami bilincin gündemine kazandırmak. Ve bunu da bütün bir yeryüzü ölçeğinde yankısı olabilecek yoğunlukta bir içerik üreterek yapmak.

Vesselam benim sözüm bu kadar. Size teşekkür ediyorum.

Etiketler : #Müftüoğlu   #İktibas'ta   #konuştu:   #Vesayet   #altına   #girmek   #   #düşüncesizleştirilmek   #demektir   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN