Diyanet'in "2010 Kur'an Yılı" üzerine

Şimdi, Kutlu Doğum Haftası törenlerini özel gün enflasyonuna bir katkı ile ve de Arap cahiliyesindeki nesi’ uygulaması tarzında ileri geri oynatarak, asıl söylenmesi gerekenleri yutarak, kelimelerin yerini değiştirerek, suya sabuna dokunmadan, dikensiz güller dağıtarak gerçekleştiren diyanet, kuruluş manifestosuna uygun davranmıştır!

20-04-2010


2010 Kur'an Yılı

Oh, ne âlâ! Müjdeler olsun! Bu yıl Kur’an yılı ilan edilmiş! Dağ fare doğurdu! Her şey tamam artık; tüm meseleler halledilmiş, insanlar Kur’an ile buluşacak, gönüller coşacak, her yer İslam’ın nuru ile aydınlanacak, karanlıklar/zulümât son bulacak!

Günde yarım saat tv’yi kapatıp Kur’an okuyacağız! Hangi sadra şifa olacak bu! Dünyanın dört bir yanında ve bu ülkede en çok okunan kitap değil mi zaten Kur'an!? Topkapı sarayının vardiyalı ve kesintisiz Kur’an hatimleri unutuldu mu!?

Boğazdan aşağıya inmeyince, anlam göz ardı edilince, tefekkür-tedebbür-tezekkür olmayınca sırf teberrüken(!) okumak, okumak mıdır!? “Kur’an niçin inmiştir, kime inmiştir?” sorgulanmayınca!..  

Kıraat, tilavet, tertil ne demektir? Yüzünden, anlamı dikkate almadan okumak, ölülere sunmak nasıl bir iştir? Okumak ve okutmak! Tekvînî ayetleri, âfâkî ve enfüsî ayetleri okumak! Anlamdan mütevellid kendimizi ve hayatı inşa etmek!

Balı kavanozun dışından yalamayı bırakalım da gerçek tadın farkına varalım! Tabi bu tadın farkına varmak sorumluluk, idrak, sınırlılık, cehd-ü gayret ister, meskeneti reddeder. Bu zor iştir; şefaat, vesile, cehennemden çıkış, mehdi anlayışı, Kuran’ın anlaşılabilmesi için dayatılan (!) şartlar, şeyhe intisap, kabir azabı vb. yaklaşımlar, Kuran’ın anlaşılmasının, ona ulaşılmasının önüne, “Minareyi çalan kılıfını hazırlar!” benzeri örülmüş duvarlardır…

Diyanet bu duvarları yıkacağına, duvarı tahkim etmekle meşgul! Hayy Allah, özür dilerim, bizdeki safdilliğe baksanıza, birden diyaneti ve işlevini unutmuşum! (Çok önemle tavsiye ediyorum -ki çoğunuzun malumudur- Ahmet Cemil Ertunç’un Cumhuriyetin Tarihi adlı kitapta serahaten diyanetin bugün de süren kuruluş amacını görmek mümkündür.)

Şimdi, Kutlu Doğum Haftası törenlerini özel gün enflasyonuna bir katkı ile ve de Arap cahiliyesindeki nesi’ uygulaması tarzında ileri geri oynatarak, asıl söylenmesi gerekenleri yutarak, kelimelerin yerini değiştirerek, suya sabuna dokunmadan, dikensiz güller dağıtarak gerçekleştiren diyanet, kuruluş manifestosuna (Bunun yakın tarih örneklerini Evren‘de, Demirel‘de, misyonerlik faaliyetlerine karşı Ecevit’te, daha önce vali Tandoğan’da olduğu gibi görmüştük!) uygun davranmıştır!

İnsanları elbette Kuran’a davet edeceğiz. Zaten bu daveti doğru algılayanlar İslam’la müşerref oluyorlar. Cehd/cihad/ içtihad  da zaten insanlar ile mesaj arasına konulan duvarları yıkmak, engelleri kaldırmak değil midir? Bizler de farklı okumalar yapıyoruz, hikmet’in izini sürmek için, işte daha yeni çevrildi Batının Kaynakları adlı kitap (Pınar yayınları Kürşat Atalar çevirisi). Okumalarımıza da devam edeceğiz. Ancak, en çok Kur’an okuyacağız, tahsil edeceğiz. Tümüyle kolaylaştırılmış olan Kuran’ı tertil  (vahyin gör dediği yerden bakarak) ile tilavet (izini sürerek, aktaracak, tekrar ve takip edecek) ve kıraat (zihnimizle, beynimizle, yüreğimizle okuyarak) edeceğiz.

Kur'an’ı doğru okumayı gerçekleştirenler hidayete eriyorlar, erecekler de… Sırf entelektüalizm ve anlamadan okumak kimseye fayda sağlamayacaktır! Değişim ve dönüşüm, kurtuluş getirmeyecektir!

Ancak, yine de bugün gelinen nokta, azımsanmayacak seviyede olsa da asla ve kat’a yeterli değildir! Bunu bilenlere, böyle düşünenlere daha çok sorumluluk düşmekte, daha fazla fedakarlık yüklenmektedir.

Hak gelirse batıl zail olur. Hakkı tutup yükseltmek elimizdedir. Kur'an’ı raflardan indirtip, süslü kılıflarından çıkarttırıp, anlam ile buluşturup, mesajın  “kim söylüyor”, “kime söylüyor”, “ne söylüyor”, “niçin söylüyor” vb. sorularını zihinlere nakşetmeliyiz. Anlamın buharlaşmasına izin vermemeliyiz. Düşünmeyi, akletmeyi, tefakkuhu ipoteklikten ve emanetlikten kurtaracak çabalar sergilemeliyiz.  

(Mustafa Bozacı / iktibasdergisi.com) 

Etiketler : #Diyanet'in   #2010   #Kur'an   #Yılı   #üzerine   
YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   21-04-2010 00:33

    Siyasi Basiret (1. Bölüm) Müslümanlara Sirayet Eden Kâht-ı Ricâl Hastalığının Gerçek Müsebbibi Siyasi Basiretsizliktir. Günümüzün sorunlarını ele aldığımızda, karşı karşıya kaldığımız en öncelikli sorunların başında ümmetin her türlü zulme maruz kalmış olduğu ve bu sorunların giderilmesi için Şer'i ahkamın yeryüzünde hilafet çatısı altında egemen olmayışıdır. İşte bu asli sorunun giderilmesi için siyasi bir çalışma yapılması gerekiyor. Bu çalışmanın ise siyasi basiret sahibi olan şahsiyetler tarafından ele alınması gerekiyor. Şu durumda bu siyasi basiret olgusunu anlayıp idrak etmemiz hayati önem taşımaktadır. Siyasi basiretsizlikten bahsederken, bunun nihai sonucu olan kaht-ı ricâl/yani adam kıtlığından bahsetmek gerekiyor. Bu hastalık günümüzün en acil çözülmesi gereken en büyük sıkıntılardan bir tanesi. Bu hastalığın aslı ise on yıllar hatta yüzyıllar öncesine dayanan birden fazla hatanın acı bir nihai sonucudur. Bu öyle bir acı sonuçtur ki, bunun yüzünden değil Ümmeti Muhammed, tüm insanlık cefasını çekmektedir. Siyasi basiretsizliğin sonucu olan kaht-ı ricâl olgusunun getirdiği en büyük sıkıntıların önünde, yüce dinimiz olan İslam'ın, gerçek mahiyetinin Müslümanların zihniyetinden, benliğinden hatta kalbinden söküp alınmış olmasıdır. Bu taarruzda, Müslümanların zihninde İslam dini adına, arta kalan sadece ehli kitapta olduğu kadarı ile ruhani bir din anlayışıdır. Dinlerarası diyaloga gayet olumlu ve uyumlu bir bakış tarzı ile bakılmaya müsait olan bir din haline getirilmek istenmiştir İslam dini. Bu Rabbimizin Muhammed (s.a.v.) vasıtası ile bizlere inzal edilen dini mübinin deforme olduğu anlamına gelmiyor ki hiçbir zaman olmayacakta zaten. İşte Rabbimiz bunu Kur-an'ı Kerimde şöyle vaat etmiştir: 'Kur an'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.' (Hicr:9) Lakin sorun ve deforme olmuş olan Müslümanların zihinleridir ve onların bu menfi hali almış olmasına sebep olan sözde âlimlerdir. Kaht-ı ricâlin giderilebilmesi için, gerçek adamların, şahsiyetlerin oluşabilebilmesi için ve İslam dininin hayat bulabilmesi için siyasi basiretin tekrar Müslümanların zihinlerinde ve buna binaen hayatlarında yer alması gerekiyor. Bu minvalde şu hakikati dile getirmeden geçemeyeceğim. Neden Ümmeti Muhammed bu tür konuları konuşmaktan aciz ve uzak? Ve yine neden Müslümanlar bunun en öncelikli sebebi ve nedeni olan sofizmi bu denli desteklemektedir? Bunun bu şekilde bir seyir almış olması kesinlikle bir müsebbibi olmalı ve bunun arkasında duran ve onu destekleyen bir karanlık güç olmalı. İşte tüm bu hususlara da konumuzun akışında ele alacağız. Öncelikle siyasi basiret nedir? sorusu hakkında durmamız gerekmektedir. Bir müminin üzerinde bulunması gereken İslam şahsiyeti onun düşünce ve amel boyutunda İslam'ın emretmiş olduğu tüm yasak ve emirleri dikkate alarak hayatına yön vermesi gerektiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu şunu gerektirmektedir, İslam dini hayat ile alakalı, yani eğitiminden tutunda siyasetine kadar, yine ferdi ibadetlerinden tutunda İslam ordusuna kadar hayatta tüm karşılaşabileceğimiz tüm sıkıntı ve sorunlar karşısında, İslam dini bir cevap vermiştir. Ki Rabbimiz bu gerçeği Kuranı Kerimde şu şekilde dile getiriyor; 'O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.' (Nahl: 89) Dolayısıyla bu minval üzere İslam dini bir bütün olarak hayatın tüm alanını kapsadığı için ve var olan ve var olacak olan tüm sorunları çözeceği için, kesinlikle siyasi bir dindir ve onu özümsemiş olan kişi de yani mümin de siyasi basirete sahip olandır. Öyleyse siyaset nedir ve bu siyasi basireti nasıl elde edebiliriz? Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî Siyasi Mefhumlar adlı kitabında bakınız siyaseti nasıl tarif ediyor: Siyaset; ümmetin dahili ve harici tüm işlerini bir fikir ile yürütmektir. Bu iş, devlet ve ümmet tarafından yapılır. Devlet bu işleri yürütülmesini doğrudan yaparken, ümmet de devletin siyasetini muhasebe eder. Dolayısıyla siyaseti genel olarak şu şekilde yorumlayabiliriz; Siyaset toplumun hayatta karşılaşabileceği tüm sıkıntıları çözme uğraşı içerisinde olan bir mekanizmadır, siyasetçi ise bu mekanizmayı hayata geçirendir. Şu durumda siyasetçi bu mekanizmayı hayata geçirebilmesi için sahip olması gereken olmazsa olmazı olan siyasi basiret olgusudur. Bu İslam dini ile İslam dini dışında olan diğer siyasetçiler için geçerli olan bir kaidedir. Bu gerçek doğrultusunda yaşamış olduğumuz toplum içerisinde, ya bu İslam dini doğrultusunda çözüme kavuşturulur, ya da bu günümüzde olduğu gibi kapitalizme göre çözüm bulur. Siyasetin gereksinimi ise insanın fıtri olarak sosyal bir varlık olmasından ileri geliyor. Dolayısıyla siyaset insanlık var olduğu müddetçe var olmuştur. Lakin bu her bir şahıs tarafından yürütüldüğü anlamına gelmemektedir. Örneğin; bu ortaçağ Avrupa'sında krallar ve papazlar tarafından yürütülüyordu. Halk ise bu meziyetten beri tutuluyordu. Fakat 1789 Fransız ihtilalında, düşünürler diye adlandırdığımız insanlar siyaset yaparak var olan dikta rejimini yıkabilmişler. Şu durumda sorunları olan avam tabakası bu sorunların çözümü konusunda birilerinden, yani yönetici kisvesinden çözüm beklemektedir. Bu aynı zamanda bu siyasetin her birey tarafından yürütülmediği, bilakis bu kişilerin siyasetten beri olmaları istenildi. Fakat bu İslam dini için geçerli olan bir hakikat değil ve onu özellikle İslam hayatta iken, yani Hilafet Devleti var iken, varlığı hissediliyordu. İşte batının yüzyıllar öncesi bu gerçeği gördüğü biliniyor ve kendi toplumlarında var olan siyasi basiretten uzak bir insan tuzağına, Müslümanlarında düşmeleri istenilmekteydi ve nitekim bunu da başardılar. İslam'ın bir siyasi din olduğu ve bu dinin müntesiplerinin bu sıfata bürünmesi gerektiği bir hakikattir. Lakin şu durumda Müslümanların sadece ferdi ibadetlerle meşgul olduklarını müşahede etmekteyiz ve gerçekleşen sorunlar hakkında bunu siyasetçilere havale ettiklerini görmekteyiz. İşin vahim olan kısmı ise yöneticilerin kesinlikle muhasebe edilmeyen ve onları muhasebe edebilecek olan halkın tüm bu meziyetlerden beri olmaları yatıyor. Dolayısıyla zalim ve fasid yöneticiler efendilerinin emri doğrultusunda görevlerini neredeyse pürüzsüz bir şekilde ifa edebilmektedir. İşte Ümmetin asli görevlerinden birini teşkil eden ve bunun daha ziyade İslami hareketlerle (hizibler-partilerle) ifa edilmesi gereken, yöneticileri muhasebe olgusu hayatlarından söküp alınmıştır. Bunun yerine onlara, batınında isteği doğrultusunda, mistik ruhani bir tasavvuf zihniyeti empoze edilmiş ve hatta bu tür akımlar manen ve madden desteklenmiştir. Bu akımın siyasetten beri bir şekilde, tamamen ruhani, yani sadece ferdi ibadetlerle ve hatta ibadet dahi olmayan bidat çağrıştıran bir tür ibadet şekilleri ile, günün büyük bir kısmını ifa etmektedirler. Hatta o kadar izdivai bir hayat yaşıyorlar ki, yanı başında olan tüm bir ümmetin kıyımı hakkında bihaber olabilmektedirler. Ve yine ümmetin başına bir sülük gibi musallat olan hain, satılmış yöneticilerin varlığını ve yaptığı tüm zulümleri, kör bir ama gibi görememektedirler. İşte kafir batının Müslümanlara pazarlamaya çalıştıkları İslam dininin bu şekilde olması gerektiği kanaattedirler. Lakin onların bu kürek çekişleri akıntı karşısında boşa çekilen kürek çekişine benzemektedir ve hiçbir zaman İslam'ın nurunun yeryüzüne hakim olmasına engel olamayacaklar. Siyaset bu şekilde anlaşıldıktan sonra bu siyasetin hayat bulabilmesi için basiret diye adlandırdığımız olguyu ele alalım. Basiretli olmak demek Allah (c.c.) 'nun insana bahşetmiş olduğu akıl nimetini kullanmak demektir. Dolayısıyla kişi akıl nimetini kullanmıyorsa, hatta bununda ötesinde kıvrak zekaya sahip değil ise siyasi düşünce olgusuna sahip olduğu söylenemez. Basiretli olmak aynı zamanda geniş ufuklu olmak demektir. Yani olayları olduğu gibi kabullenmekten daha öte bu olayın perde arkasını, müsebbibini, oluş yeri ve zamanlamasını sorgulayandır. Aynı zamanda siyasi basiret sahibi olan kişi mezkûr cümlemizde de ifade etmiş olduğumuz üzere kıvrak zeka yetisine sahip olandır. Kıvrak zeka yetisine sahip olmak demek ise, onun olayları anında çözebilme kabiliyetini elde etmiş olduğu anlamına gelmektedir. Kişi zihinsel özürlü olmadığı takdirde bahsetmiş olduğumuz siyasi basiret olgusuna ve bununla birlikte kıvrak zeka yetisine sahip olabilir. Fakat buna sahip olabildiği gibi bu özelliği yitirebilir de. Şu durumda tarihsel süreç içerisinde kafir batı bu hasleti Ümmeti Muhammed'den alabilmek için her türlü desiseye başvurdu. Nihayetinde İslam'ın ruhunu teşkil eden, yani diriliğini çağrıştıran İslami siyaset anlayışını Müslümanlardan söküp aldılar. Bu vahim gerçeğin semeresini kafir batı, İslam Hilafet Devletinin yıkıldığı yıllarda, yani 3 Mart 1924 yılında bu akıl almaz kıyım ve İslam'ın hayattan sökülüp koparılması karşısında neredeyse hiçbir baba yiğidin, gerçek devlet adamının olmayışı ile elde etmekteydi. Şimdi inşaAllah batının, özellikle İngiltere ve Fransa'nın yapmış oldukları tuzaklara ve Müslümanların kendi bünyelerinde gerçekleştikleri hatalar zincirlerini kısaca ele alalım. Allah'ın Resulü Muhammed (s.a.v.) Medine'de kurmuş olduğu ilk İslam devleti ile dördüncü raşid halife olan Ali (r.a.) 'na kadar, İslam dininin devlet olarak en mükemmel dönemini görmekteyiz. Ve yine Raşidi Hilafet döneminden sonra yani miladi 750 yılına kadar hilafet makamı Emevilerin elinde bulundu. Ardından (15. yy.) kadar Abbasi halifelerin hüküm sürdüğüne şahit olduk ve en son olarak ise (15. yy.) itibaren 3 Mart 1924 kadar Osmanlı hilafet dönemi hüküm sürdü. Dile getirdiğimiz sıkıntıların başlangıcı ise Abbasi dönemine tekabül eden hicri 7 asra dayanmaktadır. O dönemde İslam'ın anlaşılmasına bir nevi engel olan ve zihinlerin bulanmasına sebep olan, İslam'ın dilini teşkil eden Arapçanın gücü ile İslam'ın gücünün mündemiç olmayışı yatmaktadır. Bu aynı zamanda İslam'ın hayatta diri kalmasına sebep olan ve canlılığını çağrıştıran içtihad müessesine engel teşkil etmekteydi. Nitekim Arapça olmaksızın içtihad mümkün olmamaktadır. Ve yine içtihad olmaksızın ise Ümmeti Muhammed'in yeni sorunlar karşısında ilerleyememesi anlamına gelmektedir. Onun hayatta karşılaşacağı tüm sorunlar karşısında cevapsız ve çözümsüz kalmak demektir. Bunu pekiştiren bir kaç can alıcı örnek vermek istiyorum. Örneğin Osmanlı Hilafet devletinin özellikle (18. yy.) ortalarından itibaren ve bilhassa 1789 Fransız ihtilalından sonra içtihadi konular olarak karşımıza çıkan ve şu günlerde belki de sorun olmayan kahve ve matbaa konusu hakkında 100 yıl tartışmış olmaları bu vahim tabloyu çok net ortaya koymaktadır. Bu gerçeği alim şeyh Takiyyuddin en-Nebhani İslâm Şahsiyeti kitabının birinci cildinde bakınız nasıl ele almaktadır: Müçtehitlerin öğrencilerinden sonra mezheplerin tabileri ve taklitçileri geldi. Ancak bunlar, ictihad ve hükümleri istinbat hususunda imamların ve mezheb sahiplerinin takip ettikleri yolu takip etmedikleri gibi, delilleri inceleyip, delillendirme keyfiyetini açıklamak, bunların hükümlere indiriliş keyfiyetini açıklamak ve meseleleri şerh etmek ile ilgili olarak müçtehit imamların öğrencilerinin takip ettikleri yolu da takip etmediler. Takiyyuddin en-Nebhaninin dile getirdiği bu vahim tablo, yani mukallitlerin bağlandıkları mezheplerin delillerinden yoksun bir şekilde, adeta körü körüne mezhepci ruhu ile bağlandıklarını, bizlere hatırlatmaktadır. İşte bu vahim tablonun ve bu tablonun vahim sonuçlarından olan siyasi basiretsizlik hadisesinin tarihsel süreci hakkında bakınız ne demektedir: Bu gerileme H. 4. (M.10 yy.) asrın sonlarında başladı. Ancak başlangıcından H. 6. (M.12 yy.) asrın sonları ile Yedinci asrın başlarına kadar yine de biraz ilerleme vardır. İçtihat kapısının kapalı olduğunu söyleyen kilitçilerin zamanına kadar müçtehitler ve âlimler vardır. Fakat H.7. (M.13 yy.) asrın başlarından H. 13. (M.19 yy.) asrın sonlarına kadar geçen dönem fıkıhta tamamen gerileme dönemidir. Ancak bu çöküş İslâm sınırları çerçevesinde ve düşünmede olmuştur. Bununla beraber fıkhî görüşler İslâmi görüşlerdir. Fakat 13. (M.19 yy) asırdan sonra yani H. 1274'den (M.1896) şimdiye kadar İslâm dışı kanunlarla Şer'î hükümlerin birbirine karışmasıyla İslâm fıkhındaki gerileme en uç noktaya ulaştı. İşte bu sürecin H. 4. Asırdan itibaren olması ve yüzyıllar içerisinde yavaş yavaş bir düşüş içerisinde günümüze kadar geldiğini görmekteyiz. Bu inhitar süreci içerisinde, yani dış etkenlerin İslam devletine fazla zarar vermemiş olması ve dolayısıyla fazla hissedilip yeterince ciddiye alınmadığı anlamına gelmektedir. Lakin evvelce de bahsetmiş olduğumuz Fransız ihtilalından sonra, sürecin kendisi inhitar olmaktan çıktı, kesin ve feci düşüş anlamına gelen inhitad sürecine geçti. İşte tam bu süreç esnasında Müslümanların sorunlarını çözmekle görevli olan devletin alimlerini bakınız Takiyyuddin en-Nebhani nasıl özetlemektedir: Osmanlı Devleti'nin sonlarına doğru halkın İslâm'ı bilmemesi ve fakihlerin cehaleti, geri kalmalarının ve devletlerinin yıkılmasının en büyük sebebini oluşturmaktadır. Zira o dönemde fakihler, yeni olan her şeyin haram, her düşünürün de kâfir olduğuna fetva verecek kadar donuklaştılar. Bu fetvalar arasında kahve çıktığı zaman kahvenin, sigara kullanılmaya başlandığı zaman sigara içmenin ve halkın fes giymesinin haram olduğunu söyleyen bazı fakihlere rastlandı. Yine matbaa icad edildiği zaman devletin Kur'an'ı Kerim'i matbaada bastırmak istemesine bazı fakihler karşı çıkarak bunun haram olduğunu söylediler. Telefon çıktığında ise bazı fakihler telefonla konuşmanın haram olduğuna fetva verdiler. İşte bunlar ve benzeri bazı konular hakkında hem gülünecek hem de ağlanacak bazı fetvalar verdiler. Hatta neredeyse İslâm fıkhı, Müslümanlar tarafından tamamen bilinmez duruma geldi. (Takiyyuddin en-Nebhani İslâm Şahsiyeti C.1) İşte bu vahim tablonun zuhuru, İslam dininin bu tür sorunlar karşısında ve hatta şuan bilmediğimiz, lakin gelecekte oluşacak tüm diğer sorunlar karşısında bile aciz kalmamasına sebep olan içtihad kapısının yanlışlıkla kapatılması ile söz konusu olmaktadır. Bu Kuran'ın mucizevi bir kitap olmasının bir nihai sonucudur. Lakin onun çözüm üretebilmesi için içtihad kapısının kapatılmaması ile mümkündür. Şu durumda bu fahiş hata karşısında biz Müslümanlar uyanık olmak zorundayız ve tarihte yapılan hatalardan ders çıkarmak ve bu hataları tekrar yapmamalıyız. Ve yine kafir batının istemiş oldukları şu gerçeği de unutmamalıyız. Bizi her türlü ihanet ve zorba ile yöneten yöneticilerin, sözde alimler vasıtası ile Müslümanlara enjekte eden batı endeksli bir din anlayışını, Müslümanları bölen milliyetçilik zihniyetini ve onları yönettikleri küfür sistemi olan demokratik, laik ve cumhuriyet fikirlerini bir bütün olarak tarihin çöplüğüne atmalıyız. Evet onların bizlerden istemedikleri siyasi basireti İslam inancı doğrultusunda tekrar özümsemeliğiz ve ümmetin tekrar eski günlerinde olduğu gibi birer Ömer'ul Faruklar, Ali bin Ebu Talibler, Hamzalar, Salahiddinler ve Fatih Sultan Muhammed hanlar olmalıyız biiznillah. Rabbim bizlere tez zamanda o şanlı ve haysiyetli günlere geri dönmeyi nasibi müyesser eylesin. (Amin) . Devam edecek... Kardeşiniz: Mehmet Aydın

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN