28-04-2023 00:58

�slam a��s�ndan laiklik ve demokrasi

Ger�ekten ne laikli�in ne de demokrasinin �sl�m ile uzaktan yak�ndan ili�kisi bulunmamaktad�r. Hatta daha �teye giderek s�ylemek m�mk�nd�r ki, gerek laiklik gerekse demokrasi �sl�m��n z�dd� oldu�u gibi �sl�m da bunlar�n z�dd�d�r.

�slam a��s�ndan laiklik ve demokrasi

Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adam� olmayan, Latince Laicus’tan, Frans�zca Laic veya Laixue kelimelerinin Türkçe telaffuz �eklidir. Eski ça�lardan beri din adam� olmayan, ruhâni bir s�fat� ve dinsel bir i�levi bulunmayan ki�i, kurum ve nesneleri, k�sacas� dinin d���nda kalan alan� belirtmek için kullan�l�r. Laiklik ise özünde; din alan� ile dünya ve kamu i�leri alan�n�n birbirlerinden ayr�lmalar�, birbirine kar��mamalar� anlam�na gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak ki�ileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazl�k alan� da çizer. Ki�ilerin dinsel inanç ya da inançs�zl�ktan, din buyruklar�n� yerine getirip getirmemekten dolay� k�nanmamas�n�, ayr�m görmemesini, serbestçe ibadet edebilmesini, ibadete zorlanmamas�n� v.b. öngörür.

Ba�ta Fransa olmak üzere Bat� dünyas�nda, yani din’i h�ristiyanl�k olan dünyada geli�en laiklik, dinsel dogmalar�n bilim, sanat, felsefe ve siyaset üzerindeki bask�lar�n� gerileten Rönesans ve Ayd�nlanma ça��n�n dü�üncesinden kaynakland�; özellikle Katolik kilisesinin merkezî ve bask�c� yap�s�na kar�� duyulan Tepki’den do�du. Yani Tepkisel’dir. Kilise ve Ruhban’�n kat� disiplin ve ahlak kurallar�yla toplum ve bireyler üzerinde kurdu�u s�k� denetim, kendi kar��tlar�n� da yaratt�; Usculuk(Rasyonalizm) ve Olguculu�un(Pozitivizm) yan�nda Siyasal Liberalizm gibi ak�mlar�n geli�mesine yol açt�. Bu dü�ünsel kaynaklardan beslenen laikli�in s�n�fsal bir anlam� ve i�levi de vard�. Federal-aristokratik toplum ve siyaset yap�lar�na kar�� ç�karak iktidara yükselen burjuvazinin ideolojik, siyasal ve kültürel özlemlerini dile getiriyordu. Özellikle tanr�sal egemenlik anlay���na dayal� mutlak monar�ilere kar�� ç�kan ve kapitalist de�erlerin yayg�nla�mas�nda somut ç�kar� bulunan bu orta s�n�flar, egemenli�in kayna��n�n ve kullan�l���n�n dünyevîle�tirilmesi (Millî Egemenlik �lkesi) ve toplumlardaki de�er yarg�lar�n�n dinsel temellerinden uzakla�t�r�larak laikle�tirilmesi sürecini de ba�latt�. Laiklik ilkesine yöneli�, özellikle Fransa’da (1793) militan bir nitelik kazand�. �spanya (1868-1976), Portekiz (1908-1917), Fransa etkisindeki Meksika (19. yy) ile Türkiye (1920 sonras�) gibi cumhuriyetçi rejimlerde oldukça köklü de�i�imlerle uygulamaya konuldu.

Bat� toplumlar�n�n ve devlet düzenlerinin laiklik do�rultusundaki evriminin özü, devletin belli bir dini (Bat� için yaln�z h�ristiyanl���) temsil etmekten ç�kar�lmas�, din ve devlet ayr�l���n�n sa�lanmas� ve devletin her türlü inanç kar��s�nda tarafs�z ve e�it davranmas�d�r. Bu, öncelikle devletin belli bir din ve mezhebe ba�l� olmamas�; herhangi bir din veya mezhebin savunuculu�unu ve yay�c�l���n� yapmamas� ve belli bir din ya da mezhebin örgütlenmesine kar��mamas� demektir. Ba�ta Fransa ve ABD olmak üzere laik devlet sistemleri, kamu kurumlar�n�n, din ve mezheblere ve bunlara ba�l� kurulu�lara yard�mda bulunmalar�n� yasaklam��t�r. Devlet nas�l dinsel alana kar��mamak yükümlülü�ünde ise, din kurumu ve örgütleri de dünyevî ve siyasal alana müdahale edemezler.

Laik devlet, din ve ibadet, inanma ve inanmama özgürlüklerini güvence alt�na al�r. Ki�ilerin dinsel inançlar�n� seçmek, bunlar�n gerektirdi�i bireysel ve toplu ibadetleri yerine getirmek ya da hiçbir dinsel inanç beslememek ve bundan ötürü de k�nanmamak konusunda mutlak dokunulmazl��� ve özgürlü�ü vard�r. �badet özgürlüklerinin çerçevesi, kamu düzeni anlay���yla çizilmi�tir. Bugün �ngiltere ve Norveç gibi baz� devletlerin kurumsal düzeyde belli bir din -h�ristiyanl�k- ve mezheble geleneksel ba��ml�l�klar�n� sürdürüyor görünmesi, gerçekte laik olmalar�n� engellememektedir.

Bütün bu yukar�da anlatt�klar�m�z, din’i h�ristiyan olan Bat� dünyas�n�n olu�turdu�u ve kabullendi�i, özellikle de kendi dinleri olan h�ristiyanl���n paganist de�erlerle meczolmu� inanç ve uygulamalar�n�n tüm Bat� toplumunda, as�rlarca geni� halk kitleleri üzerinde uygulama görmesine kar�� olu�an Tepkisel geli�melerin sonuçlar�d�r. Ki, Bat� toplumu �slâm’� tan�mamaktad�r. Hatta özellikle de yanl�� tan�makta, �slâm onlara yanl�� tan�t�lmaktad�r. Zira Kral-Kilise ikilisinin güdümündeki Bat� toplumlar� köken itibariyle paganist -çok tanr�c� ve putperest- toplumlard�r. Roma’n�n h�ristiyanl��� benimsemeye ba�lad���nda siyasi iktidar Sezar’lar�n elinde idi. �ktidarla uzla�maya girerek kendini topluma kabul ettirmeye çal��an h�ristiyanl�k, �sâ(a.s.)’a gelen mesaj�n özünde de�i�iklikler yaparak bu noktaya gelmi�; Yunan ve Roma’n�n tarihsel geli�imine uygun olarak, Din Adaml���(Ruhban s�n�f�), ya da Laik Olmayan(halktan ayr�, din adam�) s�n�f�n�n dini olmu�tu. Bu itibarla da, zaten ba�lang�c�ndan itibaren Ruhban s�n�f�n�n yönetiminde ve tekelindeki bir dini ifade ediyordu.

Yönetici s�n�fla uzla�mas�n� peki�tiren Ruhban s�n�f (ki sürekli olarak Kilise diyece�iz) iktidar teorileri üretiyor ve �ktidar�n tanr�sall��� üzerinde durarak uzla�t��� Yönetici s�n�fa (ki a�a��da sürekli olarak Kral deyimini kullanaca��z) yönetme yetkisinin Tanr� taraf�ndan ba���lanm�� bir hak oldu�unu söylüyordu. Halk kitleleri üzerinde bu görü�ünü, halk�n dindarl�k içgüdüsünden yararlanarak yerle�tiren ve halk� güdümüne alan Kilise, Kral ile birlikte halk�n üzerindeki iktidar�n� otoriter bir �ekilde sürdürüyordu. 

Bat�, Eski Yunan’da ve Roma’da ayn� gelene�e sahipti. Yönetici kadrolar hep Ruhban s�n�f�n� iktidarlar� süresince yanlar�nda bulundurmu�lar, iktidarlar�n himayesinde dindarl�k yap�lm��, âyinler yönetici s�n�f�n Ruhban s�n�f� ile birlikte öncülük etmesi ile uygulanagelmi�tir.. Paganizmin iliklere i�lemi� bu uygulamas�, Bat�’y� h�ristiyan olduktan sonra da b�rakmam�� ve h�ristiyanl�k, paganist geleneklerin içinde mezcedildi�i bir iktidar, ibadet ve Ruhban s�n�f�n�n buyruklar�ndan olu�an dünyevî davran��lar düzeninden ibaret hâle gelmi�tir.

Daha ba�lang�c�nda siyasal iktidarla uzla�may� kabullenen h�ristiyanl�k; daha sonra simgeselle�en ve kendisini “Sezar’�n hakk�n� Sezar’a, Tanr�’n�n hakk�n� Tanr�’ya veren” bir din haline gelmi�ti. Bu anlay�� h�ristiyanl���n özünde bulunan bir anlay�� de�il, paganist -çok tanr�l�, putperest- anlay���n h�ristiyanla�t�r�lmas�n�n bir ürünü idi. Tanr� tek ba��na haklar�n tümünün belirleyicisi ve sahibi olamay�nca, iktidar�n�n -haklar�n�n- bir k�sm� Sezarlara -yöneticilere- verilmek zorunda kal�nm��t�. Zira �sâ(a.s.)’a gelen din -vahiy- onun en yak�n arkada�lar� taraf�ndan tavizler verilerek de�i�tirilmi� ve çok tanr�l� yönetimin köküne a��lanm��t�r. Mü�rik kökenden büyüyen bu a�� büyüdükçe a��land��� kökün özelliklerini daha bariz olarak göstermeye ba�lam�� ve tek tanr� inanc� esas�na dayal� olarak gelen h�ristiyanl�k, sonuçta yine esas itibariyle çok tanr�l� (Teslis) bir din haline getirilmi�ti. Böylece, Bat� insan�n�n tanr�lar�nda bir azalma olmu�, belki say�lar� s�n�rland�r�lm��t�.

�sâ(a.s)’a gelen mesaj daha ba��ndan bozulmaya ba�lay�nca ve bu i�i yapanlar�n tekeline girince, bunu yapanlar rahatl�kla bu yeni dinin de Ruhban s�n�f�n� olu�turmu�lar, çok tanr�l� devirlerdeki imtiyazlar� da ellerinde kalm��t�. Yine halk� Tanr�’ya -veya tanr�lara- yakla�t�rmay�, halk�n tanr�lar�n gazab�ndan kurtulmas�nda arac� olmaya, bunun için ibadetleri -ayinleri- yönetmeye devam ediyorlar, saltanatlar� sürüyordu. Çok tanr�c�l�k döneminin ibadetlerini tekellerinde bulunduranlar, h�ristiyanl�kta da bunu becermi� ve halk bir türlü Allah’�n kullar� olamam��lar, yine kendi cinslerinden baz�lar�n�n kulu olmaya devam ettirilmi�ti. Çok tanr�l� dinlerin ayinlerini yöneten Ruhban s�n�f; nas�l o ayinlerde Tanr�’y� gazab�ndan vazgeçirmek, insanlara �efkat ve rahmetini temin etmekte arac� idi iseler, �imdi de bu i�levleri devam ediyordu. Ne var ki daha organize ve bu defa Kral’� da -yöneticiyi- yanlar�na alarak. Kral’� yanlar�na alabilmeleri, krallar�n yönetim hakk�n�n tanr� taraf�ndan kendilerine ba���lanm�� bir hak oldu�unu söyleyerek, yani iktidarlar�n� takdis ederek yap�yorlard� bu i�i. Böylesi bir peki�tirilmeden tabiidir ki memnun olan Kral, yönetiminde daha da rahat hareket edebiliyor, Ruhban s�n�f�n�n deste�i yan�nda, halk�n Ruhban s�n�f taraf�ndan belirlenen inançlar�n�n da yard�m�na mazhar oluyordu. Keyfemâye�âl�k alabildi�ine güç kazanm��, kurumla�m��t�. Zavall� halk�n, insanlar�n söyleyebilece�i, yapabilece�i hiçbir �ey yoktu. Olamazd� da. Zira �imdi art�k Tanr�-Kral-Kilise üçlü ittifak� kar��s�nda bulmu�tu kendisini. Kendinden yana kimse yoktu. Tanr� da, Kral da, Kilise de kendilerine kar�� idi. Nas�l ve ne �ekilde bu üçlü ittifaka kar�� gelebilirler, kendilerinin de haklar� bulundu�unu söyleyebilirlerdi. Bu, ne teorik olarak ne de pratikte mümkün de�ildi. Zaten hele birileri k�p�rdas�n ve halk�n üzerinde Kilise’nin tanr� ad�na belirledi�i gerçeklere(!) bir kar�� ç�ks�n da görürdü gününü. Tanr� böylelerinin diri diri ate�lerde yak�lmalar�n� emrediyordu. Tabii Ruhban s�n�f�n�n uyduruk tanr�s� böyle istiyordu. Halk�n gerçekten s���nabilece�i herhangi bir s���nak, herhangi bir ümit ����� da görünmüyordu. Böylece bütün ortaça� boyunca Avrupa koyu karanl�klar içinde, Kral-Kilise ikilisinin tanr� ile yapt���(!) ittifak�n sonucu yönetildi durdu.

Örne�in Kral o�luna veya k�z�na dü�ün mü yapmak istiyordu. Bu dü�ün de büyük masraflar m� gerektiriyordu. Bu takdirde, iktidarlar� kendilerine tanr� taraf�ndan ba���lanm�� bu insanlar�n arzular� da, tanr� taraf�ndan belirlenmi� arzular olmal� idi ve bu masraflar tanr� ad�na, tanr� için halk taraf�ndan kar��lanmal� idi. Kral�n askerleri köylere da��l�r ve bu masraflar� kar��layacak mallar� köylünün elinden al�r, toplar getirirlerdi. Yine koca saraylar�n masraflar� da ayn� yöntemlerle kar��lan�rd�. Halk yiyecek ekmek bulmakta, günlük hayat�n� sürdürebilecek yiyecek bulmakta zorlan�rken, krallar� her türlü nimetlerin içinde yüzmeli idiler. Zira tanr� ad�na krall�k yapt�klar�na göre ve tanr�lar böyle istediklerine göre elbetteki tanr�, kullar� gibi olamazd� ve bütün nimetlerin zaten sahibi idi. Bu nimetleri de istedi�ine vermekte kendisi karar sahibi idi. Bu karar�n� da Ruhban s�n�f�na bildiriyor, onlar da halka iletiyordu. Öyle ise nas�l kar�� gelebilirler ve kendilerinin de ihtiyac� bulundu�unu söyleyebilirlerdi. Tanr�lar�, onlar�n neye ne kadar ihtiyaçlar�n�n oldu�unu bilmez mi idi? Madem ki k�t kanaat geçinmelerini istiyordu tanr�, o takdirde nas�l buna kar�� ç�k�l�r, itiraz edilirdi. Ahireti beklemeden bu dünyada diri diri ate�te yanmak var olunca insanlar ister istemez boyun e�iyorlard�. S�zlansalar da.

Bütün ortaça� böylesi bir uygulaman�n kesif koyulu�unda geçti. Bir topluma uzun as�rlar zulüm uygulan�rsa o toplumda ihsas�(duyarl�l���) kuvvetli insanlar ç�kar ve a��rl���n� ki�i ve toplumun üzerinden bir lahza bile kald�rmayan bu uygulamalardan kurtulmak için yollar ararlar. �sabetli veya isabetsiz olabilir bu yollar. Ama insanlar�, içinde bulunduklar� darl�klardan kurtulma yolu aramaktan kimseler al�koyamazlar. Tarih boyunca da insanlar hep böylesi yollar� aram��lard�r. Zira ya�amlar�n�n s�k�nt�s�, do�alar� gere�i insanlar� bu s�k�nt�lardan kurtulmaya sevketmektedir.

Baz� dü�ünürler, kendilerinin de dahil bulundu�u geni� halk kitleleri üzerindeki bu sonu gelmez s�k�nt�n�n nereden kaynakland���n�, bununla nas�l ba�edilebilece�ini dü�ünmü�lerdir. Ve s�k�nt�n�n kayna��n�n Kilise oldu�unu ke�fetmi�lerdir. Zira halk�n ya�ad��� bütün s�k�nt�lar, Kilise’nin istedi�i tasarruflarda bulundurabildi�i tanr� taraf�ndan Kral’a verilen haklar�n(!) kullan�lmas�ndan do�maktad�r. Kral’�n toplayaca�� vergiye halk itiraz m� etmektedir. Yiyecek bir �eyimiz yok, bize de ya�ama hakk� veriniz, ya�ayacak kadar olsun bir �eyler b�rak�n�z bari diye s�zlanan halk�n s�zlanmalar� köyün papaz� taraf�ndan “Bu dünyada fakir olan ahirette zengin olacakt�r, krala kar�� ç�kmak tanr�ya kar�� ç�kmakt�r” �eklinde özetlenebilecek sözlerle bast�r�l�yordu. Pek özet olarak söylemek gerekirse, her ne kötülük yap�l�rsa hikmetinden sual olunmamal�, tanr�n�n iste�inin böyle oldu�u kabul edilmeli idi. Uygulama uzun as�rlar hep bu anlay���n halk üzerinde bask�n olarak bulundurulmas�n�n sonucu olarak ya�ayabildi, uygulama gördü.

Bu duruma çözüm aramak için dü�ünenler, tüm melanetlerin kayna��n�n Kilise oldu�unu (tek din olan h�ristiyanl���n temsilcisi olan Kilise) görüyor ve Kilise’nin temsil etti�i �eyin de din oldu�u gerçe�inden hareketle kurtulu�un ancak insanlar� -halk�- dinden, dinin etkisinden uzakla�t�rmakla, dine itibar etmemekle mümkün olabilece�ini dü�ünüyorlard�. Zira kar��lar�ndaki gerçek böyle idi. Bütün s�k�nt�lar�n kayna�� gerçekten din idi, halk�n dine itibar etmesi idi. �ayet halk dine itibar etmezse, din adamlar�na -Ruhban s�n�fa- itibar etmemi� olacak ve sonuç olarak da Ruhban s�n�f halk�n üzerindeki etkisini kaybedince, ister istemez Kral -yönetici- halk� ezemeyecekti. Halk�n da��n�k da olsa gücü, mutlaka Kral�nkinden fazla idi. Hatta Kral yan�nda bulundurdu�u yard�mc�lar�n�n, askerlerinin de masraflar�n� halktan ald��� vergilerle kar��lam�yor mu idi? Vaziyet böyle olunca, halk�n dinden uzakla�t�r�lmas� sonucu halk Kilise’ye, yani Ruhban s�n�fa itibar etmeyecek, onlar�n sözlerini dinlemeyecek ve Kral’a kar��, Kral’�n tasarruflar�na kar�� gelecek ve Kral’�n en az�ndan her istedi�ini yapmayabilecekti. Böylece de halk�n üzerinden bask�, zulüm do�al olarak azalacak ve kalkacakt�. Bütün mes’ele bu kilidi açmakt�. Yani amaç halk�n üzerinde bütün a��rl��� ile bulunan dinin bask�s�n� hafifletmek, kald�rmakt�. �� yine zulme u�rayan halkta bitecekti. �ayet halk bu dü�ünceye -çözüme- yak�nl�k gösterir ve bu dü�üncenin sahiblerine destek verirse istenilen olur ve halk kitlelerinin üzerindeki bu bas�nç, en az�ndan azal�r ve sonuçta da tümüyle kalkabilirdi.

Bu sebeble dü�ünürler, içinde bulunduklar� �artlar�n kendilerine alternatifsiz olarak gösterdi�i çareyi uygulamaya koyuldular. Halka yap�lan zulmün sebebinin din adamlar� oldu�unu, bunun da dinin kendisinden -tabii ki h�ristiyanl�ktan- kaynakland���n� söylemeye ba�lad�lar. Bu sözler, kendilerine yap�lan zulme kar�� sözler oldu�u için sempati ile kar��lan�yor, fakat tümüyle destek görmüyordu. Zira insanlar�n dindarl�k içgüdüleri onlar� dine kar�� ç�kmaktan al�koyuyordu. �nsan kendisini, kar��s�nda aciz hissetti�i �eylere itibar eden bir varl�k olarak görmektedir. Zira, insan gerçe�i böyledir. Hakikaten insan acizdir. S���nmak, korunmak ve varl���n� -bekâs�n�- temin etmek onun yap�s�n�n özelli�idir.

Dü�ünürlerin, her gün halk�n çekti�i azaba, s�k�nt�ya çare olarak onlara öncülük etmeye çal��mas�, az da olsa baz� insanlar�n onlar�n yan�nda yer almas�na sebeb oluyor ve ba�lang�çta d��a pek vurulamasa da içten destek görüyordu. Dine kar�� ç�kmak �eklinde de�il ama, din ad�na yap�lanlara kar�� ç�kmak �eklinde alg�lanma daha a��r bas�yor ve dü�ünürler böylece halk� etkileyebiliyorlard�. Zira s�k�nt�y� bizzat ya�ayan halk idi. Halk bu s�k�nt�y� çekti�i sürece, halka bu s�k�nt�dan kurtulmak için önerilen çareye kulak vermesi de kaç�n�lmazd�.

Bu dü�ünce sahiplerinin ve buna yak�nl�k gösterenlerin diri diri yak�ld���, a��r cezalarla y�ld�r�lmaya çal���ld��� uzun y�llar ya�and� Avrupa’da (zira o as�rlarda Bat� yaln�z Avrupa’dan ibaret idi). Engizisyon mahkemeleri kuran ve tanr� ad�na onun kullar�n� cezaland�ran Ruhban s�n�f�n�n bütün bask�s�na ra�men, halk öyle de olsa böyle de olsa eziyetten ba�ka yol bulamay�nca, yava� yava� da olsa bu dü�ünce daha çok taraftar bulmaya ba�lad�. Yönetim’e kar�� ayaklanmalar, Kilise’ye kar�� ç�kmalar ço�ald�.

Dü�ünürler �öyle de özetlenebilecek bir tez ileri sürüyorlard�: “Din yoktur ve (din olmay�nca) Hayatta da yoktur”. Yani bu demekti ki Din’in varl���n�n -tabii h�ristiyanl���n- kabul edilmesi halinde, var olan ve varl��� ile kabul edilecek bu din yine zulmünü sürdürecektir. O zaman hiçbir �ey de�i�meyecektir. Zira din demek Kilise demektir. Kilise demek ise zulüm (veya) zulmün ba�destekleyicisi, zulmün icazet ald��� makam demektir. Durum bu olunca, ister istemez “Din yoktur” demekten ba�ka çare de görünmemektedir. Din olmay�nca da hayatta bulunmas� diye bir �ey olamaz. Yani hayat�, ki�i ve toplum hayat�n� tedvir etmesi, düzenlemesi diye bir �ey söz konusu olamaz. Öyle dü�ünmenin tabii sonucu olarak, “olmayan dinin” hayatta da bulunmamas� gayet tabiidir. Olmamas� gereken din zalim bir dindir. Olmamas� gereken din, zulmün kendisinden icazet ald��� dindir. Reddedilen din, dü�ünen ve dü�ünmeyeni ile, dü�ünür ve dü�ünür olmayan�n�n bildi�i tek din, yani h�ristiyanl�k idi. Zira ba�ka bir din bilinmiyor, hayal bile edilmiyordu. Her ne kadar zaman zaman �slâm’�n ad� duyuluyorsa da, Ruhban s�n�f� bu duyulanlar�n hakk�ndan geliyor ve müslümanl��� sap�k, �eytan�n i�i olarak gösteriyordu. Divinia Komedia -ki o as�rlar�n, bugün bile me�hur olan anlay���n� aksettiren bir eseridir- müslümanlar�n ve �slâm’�n peygamberinin cehennemde nas�l yak�ld���n� anlatan bir eserdir. Zaten halk�n bir �eylerden haberi yok iken, aristokrasinin de böylesi bilgilerle beslendi�i bir ortaça� Avrupas�n�n ba�ka bir �ans�n�n da olmad��� rahatl�kla dü�ünülmelidir. Böylesi çaresizlikler içinde yüzen Avrupa insan�n�n yapabilece�i ba�ka bir �eyin bulunabilece�ini dü�ünmek herhalde hayalci olmak demektir.

Dü�ünürlerin halka çare olarak sunduklar� “Din yoktur ve Hayatta da yoktur”(uygulamas� olmamal�d�r) tezine kar�� Kral-Kilise ikilisi de “Din vard�r ve Hayatta da vard�r”(yani uygulanmal�, hayat dine göre düzenlenmelidir) diyorlard�. Burada Kral-Kilise ikilisinin dü�ünürlere göre avantaj�, insanlar�n dindarl�k içgüdüsü sahibi olmalar� ve bu yüzden dini büsbütün kafalar�ndan ç�kar�p atamamalar� iken, dü�ünürlerin de avantaj� dinin hayatta uygulanmas�n�n zulüm anlam�na geliyor olu�u idi. Yani tezlerinin “Din vard�r” k�sm� ile halk� yan�nda bulan Kral-Kilise ikilisi kar��s�nda, uygulamas� zulüm olarak tezahür etti�i için tezlerinin “Din Hayatta yoktur”(hayata uygulanmamal�d�r) k�sm� ile halk�n deste�ine mazhar olan dü�ünürler aras�ndaki mücadele, halk�n kat�lmas� ile uzun y�llar sürdü ve giderek Bat� bir uzla�man�n içine do�ru sürüklendi.

Ba�lang�çta “Din vard�r ve Hayata uygulanmal�d�r” tezinin bütünüyle iddiac�s� olan Kral-Kilise ikilisi, uzun y�llar süren mücadele sürecinde halk taraf�ndan büsbütün d��lanmamak için olacak, tezlerinin “Din Hayatta vard�r” bölümünü terennüm etmekten yava� yava� vazgeçmi�ler ve bütün a��rl�klar�yla “Din vard�r” k�sm� üzerinde basa basa durmu�lard�r. Böylece Kral-Kilise ikilisinin tezi yaln�zca “Din vard�r”dan ibaret hâle gelmi�tir. Yani, din inkar edilmemeli, varl��� kabul edilmeli denilmeye gelmi�tir i�.

Di�er yandan, mücadelesini halk�n k�smî de olsa deste�ini yan�na alarak sürdüren dü�ünürler, yine halktan tümü için destek bulamad�klar� “Din yoktur, (sonuç olarak) Hayatta yoktur” �eklindeki görü�lerinin “Din yoktur” k�sm�n� geçi�tirmeye ve �srarla “Din Hayatta yoktur” bölümünü vurgulayadurmu�lard�r. Zira dinin yoklu�unu kabul ettirebilmek hususunda insan do�as�n� kar��lar�nda bulmu�lard�r.

Mücadele ba�lad���nda, taraflar görü�lerinde taviz vermeden yürürlerken, f�trî gerçekler onlar� asl� itibariyle f�trata ayk�r� olan tezlerinden taviz vermeye, uzla�maya sevketmi�tir. Bunun sonucu olarak da “Din vard�r ama Hayatta yoktur” �eklinde ifade edilebilecek bir sonuç ortaya ç�km��t�r ki bu bir “Uzla�ma”d�r.

“Uzla�ma ne demektir?” sorusuna k�saca cevap vermekte zaruret görüyoruz. Bir iddia ile, bu iddian�n tam tersi olan bir iddian�n aras�n� bulmak, birinci iddian�n bir k�sm� ile ikinci(tam kar��t) iddian�n bir k�sm�n� birle�tirmek, bu birle�im üzerinde birle�mek demektir uzla�ma. Dikkat edilirse uzla�ma olabilmesi için mutlaka iki iddian�n varl��� ve mutlaka iddian�n birinin, di�er iddian�n tam tersinin ifadesi olmas� gerekmektedir.

“Din vard�r ve Hayatta da vard�r” iddias� Kral-Kilise ikilisinin iddias�d�r. Ve as�rlard�r uygulayageldi�i �eyin ifadesidir. “Din yoktur ve Hayatta da yoktur” iddias�(tezi) ise ikinci iddiad�r ve birinci iddian�n tam kar��t�, yani birinci iddiaya(teze) tam anlam�yla bir tepkinin ifadesidir. ��te böylesi bir konumda uzla�ma söz konusudur ve bu uzla�ma, konumuz itibariyle “Din vard�r”(birinci tezin yar�s�) ile “Din hayatta yoktur”un(ikinci tezin yar�s�) birle�tirilmesi, mezcedilmesi olarak kar��m�za ç�kan ve “Laiklik” olarak günümüzde an�lan �eydir.

�imdi prensip olarak yukar�da anlatmaya çal��t���m�z uzla�man�n ne derecede bir gerçe�in ifadesi olabilece�i üzerinde dural�m. Bir konuda gerçe�in bir tane oldu�u gerçe�ini baz alarak dü�ünürsek -ki dü�ünürler aras�nda genel geçer bir gerçektir, bir konuda gerçek bir tanedir gerçe�i- bu takdirde yukar�da an�lan iki tezin, ya birincisi veya ikincisi tümüyle do�rudur denilmek gerekir. Zira tezler, ifade edili� �ekilleriyle ve kapsad�klar� anlam itibariyle birbirlerinin tam tersini ifade etmektedirler. Durum böyle olunca da, ya birinci tez delalet etti�i konudaki do�runun ifadesidir veya ikinci tez yine delalet etti�i konudaki do�runun ifadesidir. Birincisi do�ru ise, mutlaka onun tersi olan ikincisinin tümü yanl��t�r. �ayet ikincisi do�ru ise, yine mutlaka onun tam tersi oldu�undan birincisi yanl��t�r. Bu gerçekten hareketle �unu rahatl�kla söyleyebiliriz ki, bir do�runun yar�s� ile bir yanl���n toplam� -birle�mesi- kesinlikle bir do�runun ifadesi olamaz. Hakezâ, bir yanl���n yar�s� ile bir do�runun yar�s�n�n birle�mesi sonucu ortaya ç�kan �ey de bir do�runun ifadesi olamaz. Her iki halde de sonuç için ancak, bir k�sm� do�ru bir k�sm� yanl�� bir bütün demek mümkün olabilir.

Yukar�da ifade etti�imiz formülümüzde, baz� ifadelerin yerlerine ifade ettikleri gerçek de�erlerini koyarak sonuca aç�kl�k getirmeye çal���r isek �unu görürüz:

Din yerine h�ristiyanl��� koymam�z halinde -ki konulacak ba�ka bir �ey söz konusu olamaz. Zira konumuz laikliktir ve laiklik Bat�’da geli�ip büyüyen ve giderek dünyay� istilâ eden bir dü�ünce ve uygulamad�r. Bu sebepten, din yerine bir ba�ka dini koymam�z örne�in müslümanl��� koyabilmemiz kesinlikle kabil de�ildir. Formülümüz �u �ekilleri alacakt�r:

1- “H�ristiyanl�k vard�r ve h�ristiyanl�k hayatta vard�r”
(Kral-Kilise ikilisinin tezi)

2- “H�ristiyanl�k yoktur ve h�ristiyanl�k hayatta yoktur”
(Dü�ünürlerin görü�ü)

3- “H�ristiyanl�k vard�r ama hayata uygulanmamal�d�r”
(Laik görü� -uzla�ma sonucu ortaya ç�kan-)

Bu üç görü�ün sahipleri için de din olarak yaln�zca h�ristiyanl�k söz konusudur. Ba�ka bir din kesinlikle söz konusu de�ildir. Zira dü�üneni veya dü�ünmeyeni ile Avrupa için tek din vard�r, o da h�ristiyanl�kt�r. Bütün olup bitenler, gerek din ad�na gerekse dine kar�� olsun, din yaln�zca h�ristiyanl�k oldu�undan bununla ilgili tezler, ya da uzla�ma ile ortaya ç�kan sonuç bak�m�ndan, teoride ve pratikte h�ristiyanl��� ilgilendiren hususlard�r ba�kas�n� de�il. Her ne kadar dünyan�n ba�ka yörelerinde de baz� dinler vard�r ve esas itibariyle paganist olduklar�ndan, çok tanr�l� bulunduklar�ndan Ruhban s�n�f�n�n tekelindedir ve bu s�fatlar� gere�i h�ristiyanl�k için konu�ulan, dü�ünülenlerin kendisine uymas� sonuçta söz konusu ise de, bu gerçek bütün dinler için uygulanabilirli�i kabil olmayan k�smî bir gerçektir ve dinlerin de ancak Ruhban s�n�f� bulunan k�s�mlar�(çe�itleri) için geçerli olabilir.

�slâm’a gelince

�slâm, ilk peygamberi olan Adem(a.s.)’den son peygamberi olan Hz.Muhammed(s.a.v)’e gelinceye de�in Tevhid esas� üzerinde seyretmi� bir dindir. Bütün peygamberler, bu gerçe�i vurgulamadan hiçbir ba�ka tâlî gerçe�i aç�klamam��lard�r. Zira bütün tâlî gerçekler, bu esas gerçe�in üzerine bina edilmeleri ile anlam ifade etmi�lerdir.

Tevhid, Allah’� (Tanr�’y�) birleme; gerek zât� itibariyle, gerek s�fatlar� itibariyle birleme anlam�na gelmektedir. Kur’an, tevhide tealluk eden aç�klamalar�yla bunu mufassalan anlat�r ve aç�klar: Örne�i, e�i, orta�� bulunmad���n�, yaln�zl���n kendisi için bir sorun olmad���n�, varl���n�n ba�lang�c� bulunmad��� gibi sonunun da bulunmad���n�, yoktan varetme’nin(yaratmak) yaln�zca kendisine ait bir özellik oldu�unu, yaratt�klar�n�n tümünün r�zk�n�n kendisi taraf�ndan üstlenildi�ini, gayb� ve (k�yamet) saatini yaln�zca kendisinin bildi�ini, her �eye kâdir ve her �eyi bilenin yaln�zca kendisinin oldu�unu, insanlar� ve cinleri kendisine kulluk yapmalar� için yaratan�n kendisi oldu�unu, hükmetme yetkisinin tart��mas�z kendisine ait oldu�unu, �eriat koyucunun (hüküm koyucunun) esas itibariyle yaln�zca kendisi oldu�unu, peygamber veya devlet ba�kan�n�n emirler koysa bile Kendisi’nin belirledi�i esaslar dairesinde kalmak kayd� ile hüküm koyabilece�ini belirleyen bir Allah’�n varl���n� kabuldür Tevhid. Ve buna göre hareket etmektir tevhidi korumak.

�slâm denildi�inde Kur’an akla gelir, gelmelidir. Allah’�n korumas� alt�nda k�yamete kadar tahrib olunmadan varl���n� sürdürecek olan bu Allah kelam� aç�k aç�k okundu�unda, kesinlikle Allah ile kulu aras�nda bir arac�n�n -Ruhban s�n�f�n�n- olmad��� hemen görülür. Bu gerçek, sokaktaki insan�n bilgisinde bile demirba� halindedir.

Kendisinde Ruhban s�n�f� bulunmayan bir dinde Ruhbanl�k yok demektir. Allah ile kul aras�nda arac� yok demektir. Bu, pratikte kulun gerek ibadet özel ismini ta��yan namaz, oruç, hacc, zekât gibi ibadetlerini icra etmesi s�ras�nda, gerekse kendisi ile nefsi ve yine kendisi ile ba�ka nefisler -kamu- ile aras�ndaki ili�kilerinde bir arac�n�n bulunmamas� demektir. Yani insan, do�rudan Rabb (terbiye edici) kabul etti�i Allah ile ili�kilerinde arac�s�z demektir. Böyle olunca da, do�rudan ve öncelikle Allah’a kar�� sorumludur. Esas� böyle olan bir dinde �ayet zulüm varsa, bu zulüm do�rudan Allah’�n (ruhban s�n�f�n�n de�il, zira ruhban s�n�f� yoktur) zulmü olur. Allah ise kullar�na zulmeden de�il, merhametli oland�r. Zira O’nun zulmederek hükümranl�k kurmaya ihtiyac� yoktur. Zulmetmek acizli�in bir sonucudur. Bu gerçe�in üzerinde herkes ittifak etmektedir. Aciz olan yarat�c� her �eye kâdir olmayaca��na göre zalim de olamaz. Zira zulmeden, bir acizdir; Allah ise aciz de�ildir kâdirdir.

Bu aç�klamalar �����nda aç�kça ve kesin olarak söyleyebiliriz ki; Kur’an’da zulüm yoktur. Vard�r diyebilmek, ya ona insan sözü kar��m��t�r diyebilmekle mümkündür ya da Allah acizdir diyebilmekle mümkündür. Ba�ka bir alternatif söz konusu de�ildir. Kur’an’a bir insan sözü kar��mad���na ve Allah da aciz olmad���na göre; �slâm’da zulüm vard�r, Kur’an’da zulüm vard�r diyebilmek, aklen mümkün olmad��� gibi naklen (Kur’an’a göre) de mümkün de�ildir.

Kur’an’da zulmün ne oldu�u hükmü vard�r. Zalimlerin baz�lar�n�n isimleri vard�r. Yapt�klar� zulümlerin baz�lar�n�n tarifi vard�r. �nsan�n kendisine zulmetmesinin ne demek oldu�u vard�r. Zulm; bir �eyi kendi yerinden ba�ka bir yere koyma demektir. Bu ifade geneldir. Bu ifadeden hareketle, bir hakk� müstehak�ndan ba�kas�na verme anlam�na da gelir. Örne�in, can� veren Allah’t�r ve yine verdi�i can� almak hakk� da yaln�zca esas itibariyle O’na aittir. Gerçek bu iken, bir insan bir ba�kas�n� öldürürse bu zulümdür. Kendi nefsini ke�i�lik, riyazet ve intihar yoluyla öldürmesi de zulümdür. Can� al�c� olan Allah’�n yerine insan�n kendisini koymas� demektir bir ba�kas�n� öldürme. Bu itibarla da zulümdür. R�zk’a Allah kefildir. Bir insan, mü�teri veliyyinimetimdir diye inan�yorsa, mü�teriyi Allah’�n yerine koyuyor demektir ki zulümdür. Bunu ço�altmak, birçok alanlarda örnekler vermek mümkündür. Kur’an’daki gerçekler bize bu hususta yol göstericidir. Bir insan�n ne gibi durumlarda öldürülebilece�ini, yine ona can�n� veren belirlemelidir. Hak budur. Bu hak olunca da O’nun belirledi�i ölüm nedenleri sabit oldu�unda bir insan�n hayat�na son vermek zulüm olmaz, hak(adalet) olur. Çünkü, birisinin emanet olarak verdi�ini almas� zulüm olamaz ancak hak olabilir.

Zulüm(zulm), bir �eyi kendi yerinden bir ba�ka yere koyma demek oldu�una göre, örne�in hükmetmek makam�nda bulunan Allah’�n yerine insan� koyman�n da zulüm oldu�u aç�kça anla��l�yor de�il midir? Zira hükmetmek Yarat�c�’n�n hakk�d�r. Hükmetme yeri(makam�) Allah’�n makam�d�r. Bu makama o makam�n sahibi olmayan geçerse, bu takdirde gerçekten zulüm yapm��, yani bir �eyi(kendisini), kendi yerinden ba�ka yere(Yarat�c�’n�n yerine) koymu� olaca��ndan zulüm etmi� olur. Süvarinin yeri at�n üzeridir. At’�n yeri süvarinin üzeri de�ildir. Bu gibi konularda insanlar yerlerini pek iyi bilirler ve bildiklerini tecavüz etmezler iken, kendilerine mühlet verilen hususlarda, acizli�inin sonucu makam(yer) tecavüzlerinde bulunmakta ve gerçekten zulmetmektedir. Zulmeden yaln�zca kendisine zulmetmekle kalmamakta, ba�kalar�na da zulmetmektedir. Zulüm böylece yayg�nla��nca, kimse onun(zulmün) verdi�i s�k�nt�lardan kurtulamamakta, giderek toplum ifsad olmakta(bozulmakta)d�r. Toplumlar bozulunca, içinde sa�lam kalan fertleri de bozulmaya zorlamakta ve zincirleme bozulma süreci i�lemektedir.

Zulüm kavram�n� geni�letmekte, daha do�rusu birçok yönleriyle örneklendirerek aç�klamakta zaruret vard�r. Bu zaruret bize, üzerinde durmaya çal��t���m�z konunun boyutlar� hakk�nda da fikir verecektir. Sonuç olarak içinde ya�ad���m�z dünyam�z� ayd�nl�ktan karanl��a çeviren zulmün ancak, “Her �eyin yerli yerine(ait oldu�u yere) konulmas�yla sona erece�inden” emin olmak, buna inanmak gerekmekte ve bu inanc�n gere�ini yerine getirmek gerekmektedir. �nsanl���n bugün �eklini, biçimini de�i�tirmi� olarak içinde yüzdü�ü zulüm, ortaça�da Avrupa insan�n�n içinde ya�ad�klar�ndan hiç de az ve a�a�� de�ildir.

Bat�’da meydana gelen yukar�da bahsetti�imiz köklü de�i�iklik, Frans�z ihtilâli sonucu Avrupa ülkelerinde ve giderek de hemen bütün dünyada uygulan�r oldu. Laikli�in uygulamas�n�n dünyan�n di�er, özellikle de h�ristiyan olmayan -hassaten de müslüman olan- ülkelerine yay�lmas� ve uygulama alan� bulmas�, emperyalist Bat�’n�n gücüyle ve bu emperyalistlerin adamlar�n�n eliyle gerçekle�tirildi. Kendine güvenini yitiren toplumlar� olu�turan fertler ve hele ileri gelenleri, bir güçlü büyü�e dayanmadan var olmay� mümkün göremezler. Bu itibarla da kendilerini yönlendirenlerin yönlendirdikleri istikamette hareket ederek varl�klar�n� koruyacaklar�n� ve hatta kalk�narak kendilerini yönlendirenlerin yönetiminden kurtulabileceklerini san�rlar. Hatta bu konuda o kadar ileri giderler ki Bat�’yla yar��acaklar�n�, Bat�’y� geçeceklerini bile söyleyenleri olmu�tur.

�imdi burada bir ara vererek Demokrasi’den bahsetmenin gere�ine de�inelim. Avrupa’da laiklik olarak ortaya ç�kan uzla�man�n ortaya resmen ç�k���ndan önce, ferdi ve toplumu yönetip yönlendiren dinin (h�ristiyanl���n-Ruhban s�n�f�n�n) elinden al�nacak bu yetkinin kime verilmesi, ait olmas� gerekti�i gündeme geliyordu ister istemez. Zira bir bo�luk do�acakt�: Yasama Bo�lu�u..

Yasama Bo�lu�u – Demokrasi

Laikli�in ortaya ç�k���na kadar yasama i�leri hemen tümüyle Kral-Kilise ikilisinin elinde bulunuyor, Kral söylese Kilise tasvib ediyor, Kilise söylese Kral’a uygulatt�r�yordu. Bu i�birli�i bu alanda as�rlard�r sürüyordu.

Din’in hayattan ayr�lma mücadelesi süreci devam ederken, dü�ünürler do�acak bu bo�lu�u doldurmak gerekti�ini de dü�ünerek teoriler geli�tiriyorlar, eski Yunan’da, Atina’da Bat�’n�n fikir babalar�n�n miras�n� kar��t�r�yorlar, çareler ara�t�r�yorlar ve bunlardan hareketle de yeni teoriler ortaya ç�kar�yorlard�. Bu alanda en me�hur ve hâlâ düstûr niteli�i ile alg�lanan “Kanunlar�n Ruhu”(De L’esprit des Lois), “Sosyal Sözle�me”(Le Contrat Social)’den bahsetmeden geçmek mümkün de�ildir. Montesquieu (1689-1755) Kanunlar�n Ruhu isimli kitab�nda “Tabiat Hali” olarak varsayd��� bir nazariye geli�tirmekte ve insanlar�n do�al olarak analar�ndan dört esas hürriyetle dünyaya geldiklerini, bunu onlara kimsenin vermedi�ini, do�u�tan sahibi bulunduklar� bu hürriyetlerini istedikleri gibi kullanabileceklerini söylemenin yan�nda, yine tabiat halinde mevcut e�itsizlikten bahsederek, insanlar�n kiminin di�erinden daha güçlü, daha ak�ll� oldu�unu vurgulamakta ve hürriyetlerinden gere�i gibi yararlanmaman�n bu e�itsizlikten kaynakland���n�, bu e�itsizli�i giderebilmek için insanlar�n yaln�zca hürriyetlerini gere�i gibi kullanabilmelerine yard�mc� olacak bir örgüt(devlet)le�meye ihtiyac� bulunduklar�n� söylemektedir. Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ise �çtimâi Sözle�me isimli yukar�da and���m�z kitab�nda Montesqieu’yu tamamlarcas�na, insanlar�n(toplumun) aralar�nda bir toplumsal sözle�me akdettiklerini varsaymakta ve bu sözle�me ile birlikte ya�amay� amaçlad�klar�n�, bunu sa�layan devleti te�ekkül ettirdiklerini kitab�nda kurmaktad�r.

Charles de Montesquieu’nun 1734 y�l�nda yay�nlad��� “Kanunlar�n Ruhu Üzerine” isimli eserinin Sorbon taraf�ndan mahkum edilmesinden sonra, Kilise taraf�ndan 1751’de yasakland���n� biliyoruz. Protestan bir ailenin çocu�u olan J.J.Rousseau, Du Contrat Social’ini 1762’de yay�nlam��t�. “�nsanlar Aras�ndaki E�itsizli�in Kayna��” isimli eseriyle günün Fransa’s�nda �a�k�nl�k yaratan Rousseau’nun, Emile isimli kitab�ndaki dinle ilgili bölümü de Frans�z parlamentosu taraf�ndan yak�lmaya mahkum edilmi�ti. J.J.Rousseau’nun, eserine önsöz yazan �ngiliz filozofuyla aras� aç�lm��, daha sonra Rousseau “Yaradan’�n elinden ç�kan her �ey iyidir, her �ey insan�n elinde yozla��r” ana fikrinden yola ç�karak Toplum Sözle�mesi’nde “Hürriyet ve zorunlu e�itli�i” savunmaktad�r. Bu savlar� ile Montesqieu ve Voltaire’dan daha ileri gidiyordu Rousseau.

Biri di�erinden etkilenen bu dü�ünürler, bir yandan da birbirlerini tamamlamaya çal���yor ve dinin hayattan ayr�laca�� dönemin fikrî haz�rl�klar�n� olu�turuyorlard�. Tabiidir ki ait olduklar� Bat� toplumu için yap�yorlard� bunu, bir ba�ka dünya dü�ünmeden.

Demokrasi eski Yunan’da, Atina’da zaten mahdud say�daki vatanda��n oylar�n�n çoklu�u ile e�ri ve do�rular�n belirlendi�i bir siyasi rejim olarak Bat� taraf�ndan tan�n�yordu. Bunu Bat�’ya tan�tan, yapt�klar� tercümelerle müslüman dü�ünürlerdi.

Kilise’nin kanun koyuculu�unun ortadan kalkmas� sonucu do�acak bo�lu�u dolduracak parlamentonun, ayn� zamanda bir Yasama Meclisi görevi de olacakt�. �nsanlar eskisi gibi de�il, kalabal�kt� art�k. Bu kalabal�klar, temsilciler seçerek parlamentoya yolluyorlar ve halk temsilcileri(vekilleri) vas�tas�yla temsil ediliyordu. Bu milletvekilleri(halk�n temsilcileri) halk�n ad�na halk� yönetecek yöneticileri seçtikleri gibi, onlar�n hayat�n� düzene koyacak kanunlar� da ç�kar�yorlard�. Kilise’nin yasamadaki yerini parlamento alm��t�. Bütün bu olup bitenler yaln�zca h�ristiyan dünyas� için geçerli �eylerdi ve gerçekten h�ristiyan camias�, s�k�nt�l� uzun as�rlar�n s�k�nt�s�ndan böylece kurtulacaklar�n� san�yorlard� ve bu yola girdiler. Parlamenter laik demokrasiler art�k Bat�’n�n vazgeçilmez rejimleri olmu�tu. Norveç ve �ngiltere’de hâlâ Kilise teorik olarak yönetimin kendisine tâbi oldu�u kurum olarak bulunuyorsa da, pratikte zaten hayat� tedvirden uzak ve bu uzakl���n� Ruhban s�n�f�n as�rlard�r doldurmas�ndan �ikayetçi bir toplum olarak Bat� insan� tümüyle laikli�in etkisi alt�nda bulunmaktad�r. Bildi�i ve inand���n� söyledi�i tek dinin h�ristiyanl�k oldu�unu bildi�imiz Bat�, kendisi için, kendi dini için biçti�i bu yeni elbisesini, geli�en ekonomisi ve canavarla�an i�tihas�n�n ona sa�lad��� imkânlarla bütün dünyaya yaymaya çal��t� ve sonunda ba�ard� da.

Bat�’daki bu geli�melerin yan� s�ra �slâm alemi de, Bat� ortaça��n�n ba�lang�c�ndan bu yana sanki anla�m��lar gibi, �çtihad kap�lar�n� kapat�yordu. Yani dinini anlamak ve hayat�n gereklerini çözmek için gayret sarfetmeye son vermi�ti. Kendilerine, içtihad�n kap�lar�n�n aç�k oldu�u zamandan ellerinde ne kald� ise onlarla iktifa etmeye ve hayatlar�n� böyle sürdürmeye ba�lam��lard�.

Abbâsîlerin son günlerinde Abbâsîler’de gördükleri �slâml�kla tan��an ve bunu ba��rlar�na basan Türkler, o günden bugüne kendilerine �slâm diye tan�t�lan �eyin u�runda canlar�n�, mallar�n� ve verilebilecek her �eylerini vererek bugünlere gelmi�lerdir. Ortaasya’dan �amanist dinleriyle göçerek �ran üzerinden Anadolu’ya kafile kafile gelen Türkler, �slâm’� Abbâsîler’den tan�m��lard�r. Abbâsîler’in gününde ise �slâm, Peygamber’in Allah kat�ndan getirip bütün canl�l��� ve tazeli�i ile uygulanan �slâm de�ildi. Emevîler’in gününde ve bir asra yak�n zaman, devletin gündeminin ilk s�ras�ndan indirilen �slâm, Abbâsîler’in zaman�nda da bu konumunu korudu ve fevc fevc �slâm’a giren ba�ka din sâliklerinin, eski dinlerinden getirdikleri ile ar�-duru �slâm Halic’i(*) kirlendi. �slâmî olmayan dü�üncelerin, inançlar�n, amellerin içinde yüzdü�ü bir kirli Haliç haline geldi. ��fâl edilmi�, esas�ndan sapt�r�lm�� �slâm’�(!) tan�yanlar, tan�d�klar�na bin y�ldan beri bütün varl�klar� ile sahib olmaya çal��maktad�rlar. As�rlarca haçl�lara bu iman ile kar�� koyanlar müslüman Türkler olmu�lard�r. Bu arada müslüman Kürt Selahaddin Eyyûbî’yi ve Eyyûbîleri de unutmak mümkün de�ildir.

Burada �öyle bir misal ile konumuza aç�kl�k getirece�imizi dü�ünüyoruz: Bir semt pazar�n�n ilk aç�ld��� sabah�n erken saatlerini dü�ününüz. Her �ey bütün tazeli�i, örselenmemi�li�i ile p�r�l p�r�ld�r. Ayn� pazara ak�ama do�ru giderseniz seçilmi�, ellenmi�, örselenmi�, çürü�ü çar��� kalm�� �eyler bulursunuz. Ve ne kadar seçseniz yine de sabah�n erken saatlerinde pazara gidenlerin bulabildiklerini bulamazs�n�z. ��te bu misalimizi �slâm için uygularsak �unu görürüz: Peygamber’in �slâm’� Allah kat�ndan getirdi�i pazar�n ilk saatlerinde her �eyin p�r�l p�r�l oldu�unu, âyet ve Peygamber sözlerinin kar��t�r�lmad���n� söylemek gerekecektir. Daha sonraki dönemlerde, Arab olan Emevîlerin ve Abbâsîlerin bu pazar� bozduklar�n�, yabanc� kültürlerden, dinlerden nice �eyin bu p�r�l p�r�l �slâm Halici’ne akmas�na siyasi ikballeri u�runa göz yumduklar� ve hatta yard�mc� olduklar�n� biliyoruz. Eski Yunan feylesoflar�n�n ne idü�ü belirsiz dü�üncelerini Arabçaya tercüme eden Süryanilere kucak dolusu paralar ba���l�yorlard�. Vars�n toplum, �slâm toplumu, ne idü�ü belirsiz �eylerle me�gul olsundu. Kendileri için laz�m olan, siyasi iktidarlar� ve bunu ellerinde bulundurabilmek idi. Böylesi bir ortamda kaynaklar, ilk tekkenin, h�ristiyanlara “Sizde daha dindar olmak için ne yaparlar?” sorusuna ald�klar� “Riyazet içinde bir lokma, bir h�rka ile ya�ayan, manast�ra kapanan rahipler taraf�ndan ya�and���” cevab� üzerine kuruldu�unu yazmaktad�rlar.

Peygamber’den sonra, Ebû Bekir ve Ömer’in zaman�nda geni�leyen �slâm toplumu, e�itilmekle ba�edilemeyecek derecede �slâm’a girenlerle kar��la�t�. Hassaten Hz.Ömer zaman�nda geni�leyen �slâm topraklar�n�n fethi s�ras�nda iyi yeti�mi�, �slâm’� iyi bilen nice insan�n harblerde �ehid olduklar�n� biliyoruz. Bir yandan e�itilecek insan say�s� ço�al�rken, di�er yandan e�itecek durumdaki yeti�kin insan�n(müslüman�n) azalmas�, benzetme yerinde ise s�n�f mevcudu ço�ald�kça e�itim seviyesinin dü�mesi gibi bir sonuç do�urmu�, �slâm’a girenler eski kültürlerinden ta��d�klar� kirliliklerle kalm��lar. Emevî ve Abbâsî dönemlerinde ise �slâm, hiçbir zaman (Ömer ibni Abdülaziz’in günü hariç) devletin gündeminin birinci maddesi olamam��t�. Arablar, �slâm öncesi kabile üstünlü�ü duygular�n� devletin gündeminin birinci maddesi haline getirmi�lerdi yine. Bu dönemden itibaren �slâm’� tan�yan kavimlerin ise bahts�zl��� burada ba�l�yordu. �nsanlar, kendilerine bir �eyi ö�retenlerin ö�rettikleri gibi ö�renirler ö�retilenleri. Ve ö�retildi�i gibi korumaya özen gösterirler. Türklerin tan�d��� �slâm, onlara tan�t�lan �slâm, kendisine birçok �slâmî olmayan �eyin kar��t�r�ld��� bir halita idi. Bu halitaya, Ortaasya’dan getirdikleri �eyleri de kar��t�rd�lar. Kom�u olduklar� Anadolu h�ristiyanlar�ndan da birçok �eyi (Tevhidi gere�i gibi devralmad�klar�ndan) bu yeni dinlerine katt�lar ve bugünkü Anadolu müslümanl��� meydana geldi: Biraz �amanizmden getirilenler, biraz h�ristiyanlardan adapte edilenler ve Abbâsîler’den ö�renilen muharref �slâm. ��te Anadolu insan� as�rlard�r bu dini din olarak bellemi�, bu dinin u�runa can vermi�, mal vermi�, evlat vermi�tir. Ana unsurlar� bunlar olan Anadolu müslümanl���n�n içinde, �ran’�n zerdü�tlü�ünden ve �ran üzerinde geçerken al�nanlar da bulunmaktad�r.

Bu tarihi bilgi ve yorumlardan sonra, �slâm’�n fert ve toplum hayat�n� tedvirde ortaya koydu�u esaslardan bahsetmenin s�ras� gelmi�tir.

�slâm, esas�nda Ruhban s�n�f�n�n bulunmamas� sonucu laik(din adam� olmayan, ruhban s�n�f�na dahil) bulunmayanlar�n�n da kendisinde bulunmad��� bir dindir. �slâm’da her insan, Rabbi olan Allah ile vas�tas�z olarak muhatabd�r. Allah kullar�na �ah damarlar�ndan daha yak�nd�r ki bir ba�ka varl���n(insan�n) bu araya girebilmesine imkân yoktur, bulunmamaktad�r. Din adam�, yani Ruhban s�n�f� olmay�nca Ruhban olmayan bir s�n�f da yoktur �slâm’da. Bu itibarla, Peygamber ba�ta olmak üzere, �slâm’da kimse Ruhban de�ildir. Allah buna imkân b�rakmam��t�r. Örne�in Peygamber’in bile kimseyi ba���lama yetkisi yoktur. Hatta daha ötesinde, “Biz insanlara soraca��z, peygambere de soraca��z”(Araf 7/6) buyuran Allah buna imkân b�rakmam��t�r.

Kendisinde Ruhban s�n�f�n�n bulunmad��� bir dinin ve bu dinin kurdu�u düzenin kesinlikle Ruhban s�n�f�nca yönetilmesi, yönlendirilmesi diye bir �ey de bahis konusu de�ildir, olamaz. Bu sebeble, Peygamber’in ba�kan� bulundu�u ilk �slâm devletinin, ne teokratik bir devlet ne de bir laik devlet olmad���n� biliyoruz. Zira teokratik devlet, Allah’�n adam� olanlar�n yönetti�i devlet demektir. �slâm’da ise kimse Allah’�n adam�, yani ruhban de�ildir. Bu itibarla da �slâm bir teokrasi de�ildir. Teokrasi olmay�nca da, devleti teokratlar�n elinden çekip alma diye bir �ey söz konusu olamayaca��ndan, laik bir devlet olmas� da söz konusu olamaz. Aklen de böyledir bu, naklen de böyledir.

�slâmî devlette, Peygamber hem peygamberdir, hem devlet ba�kan�d�r, hem camide imamd�r, hem müslümanlar�n aralar�ndaki nizalar� Allah’�n kendisine gönderdiklerini esas alarak çözen, hükme ba�layan bir hakimdir. Ayn� zamanda sava�ta ba�komutand�r. Nitekim bugün de devlet ba�kanlar�, sava�lar�n teorik olarak da olsa ba�komutanlar�d�r. Peygamber’den sonra müslümanlara devlet ba�kan� olan Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer de yine peygamberlik hariç di�er bütün görevleriyle görevli kimselerdir peygamberin. Dolay�s�yla bu görevlerinde O’nun halifesi idiler. Peygamber’i Allah seçti�i halde, halifeleri onlar� yönetecek insanlar seçiyordu. Devlet ba�kan�n� seçmek, her zaman ve her ki�i için ayr� ayr� olarak, o devletin (�slâm devletinin) halk�n�n hakk� idi. Halk her defas�nda bu hakk�n� kullanmak hakk�na sahiptir. Müslümanlar, aralar�ndan birini kendilerine devlet ba�kan� seçmekle ona kendisinden sonra kimi seçece�i ile ilgili hakk�n� da devretmi� olmuyordu. Böylesi bir devir söz konusu de�ildir �slâm’da. Lâkin Emevîler ve Abbâsîler, �slâm’�n bu esas�n� de�i�tirdiler, cahiliyye dönemine döndüler bu konuda. Ümmetin elinden devlet ba�kanlar�n� seçme haklar� gasbedildi. Zira Emevîler’in, Abbâsîler’in veya Ha�imîler’in böylesi haklar�(!) ancak cahiliyye devrinde var idi. �slâm böylesi haklar�n bulunmad���n� belirledi.

Konuyu burada keserek yine laikli�e geçelim. Emevîler ve Abbâsîler devrinde yap�lan köklü de�i�iklikler ve �slâm Halici’ne ak�p duran at�k dü�ünce ve davran��lar, ilgisizlik ve resmî bak�ms�zl���n da tesiri ile �slâmla�m��(!) ve as�rlardan beri süregelmi�tir. Sonuçta �slâm teorik olarak Ruhban s�n�f�na yer vermeyen, Allah ile kulu aras�nda bir vas�tay� asla kabul etmeyen bir din oldu�u halde, sanki böylesi bir s�n�f var imi� gibi uygulamalar görmekteyiz. Giderek cami görevlileri, müftîler derken �eyhülislaml�k gibi görevler ihdas edilmi� ve halifenin yan�nda görevli olarak bulunmu�lard�r. Halife sanki devlet i�lerinden, �eyhülislam da din i�lerinden sorumlu ki�ilermi�, yani devlet i�leri ayr� din i�leri ayr� imi� gibi, görevlileri pratikte ayr�l�r olmu�tur. Ruhban s�n�f�n varl���n� dü�ündürtecek her ne ki var olmu�sa bütün bunlar �slâm d��� dinlerden sürüklenip gelen, getirilip, sanki �slâmla�t�r�lan �eylerdi. Zira �slâm’� biz orijinal haliyle Peygamber’in uygulamalar�ndan ve ona uygun, ondan sonra gelenlerin uygulamalar�ndan biliyor, tan�yoruz. Tan�d���m�z �slâm’da ise kesinlikle Ruhban s�n�f� yoktur. Peygamber bile ruhban de�ildir. Allah ile kulu aras�nda bulunarak istedi�ini cennete, istedi�ini cehenneme sokan, dilediklerinin günahlar�n� ba���layan bir peygamber yoktur �slâm’da. Bu dinin peygamberinin bile bu tür yetkileri bulunmuyor iken peygamberden ba�kalar�n�n bulunuyor olmas� hiç söz konusu olamaz.

“�unu aç�kça söylemek gerekir: Din temeline dayanan bir devlet düzeninin demokrasi ile ba�da�mas� mümkün de�ildir. Bilindi�i gibi, �slâm dini ve onun temelini olu�turan Kur’an, sadece iman ve ibadetle ilgili kurallar getirmekle kalmaz. Bunun d���nda devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar aras�ndaki ili�kilere ve ki�ilerin davran��lar�na yön veren geni� kapsaml� hukuk kurallar� da getirir. Bu hukuk kurallar� toplum ya�am�n�n her yönünü kapsamas� bak�m�ndan “bütüncü”, bugünkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik ta��r. Egemenli�in halka ya da millete ait olmas� diye bir �ey söz konusu de�ildir. Egemenlik sadece ve do�rudan Allah’a aittir. Herkes O’nun mutlak ‘iradesine’ boyun e�mek zorundad�r.”(Prof.Dr. Münci Kapanî, Cumhuriyet Gazetesi, 18.01.1990)

Yukar�da yapt���m�z iktibas�n da ifade etti�i gibi, gerçekten ne laikli�in ne de demokrasinin �slâm ile uzaktan yak�ndan ili�kisi bulunmamaktad�r. Hatta daha öteye giderek söylemek mümkündür ki, gerek laiklik gerekse demokrasi �slâm’�n z�dd� oldu�u gibi �slâm da bunlar�n z�dd�d�r. Nitekim Kur’an hemen birçok âyetinde, insanlar� “Hevâlar�na uymak”tan uzak durmaya sevketmekte ve Allah’a teslim olmaya ça��rmaktad�r. Böyle yapmas� halinde dünya ve ahiretinin kendisi için mutlu olaca��n� söylemektedir. Hevâlar�na (gerek kendi hevâs�na gerekse ba�kalar�n�n hevâlar�na) uyanlar�n ise hüsrana u�rayanlar olaca��n� belirtmektedir.

�slâm, hayat� tümüyle kapsayan ve tümünü düzenleyen bir bütün bulundu�u ve bunu din adamlar� -ruhban s�n�f�- arac�l���yla yapmad��� için, hayat� düzenlemenin dinin ya da din adamlar�n�n elinden al�nmas� diye bir �ey söz konusu de�ildir �slâm’da. Aklen bu mümkün de�ildir. Zira sokaktaki insan�n anlayaca�� �ekilde ifade etmek gerekirse, kulu olan insan Rabbi olarak kabul etti�i Allah’a diyecektir ki “Bir tak�m emir ve nehiylerin ba��m�n üzerine ama di�er bir k�s�m emir-nehiylerini dinlemeyecek ve yasama meclisinin yapt��� kanunlara riâyet edece�im.” Tek ba��na hüküm koyucu oldu�unu Kur’an’da bildiren Allah, böylesi bir iste�i kabul eder mi? Etmesi mümkün mü? Hangi sebeb ve geçerli gerekçe ile böylesi bir dü�üncenin kabul görece�i dü�ünülebilir? Allah hiçbir �eyde kendisine ortak kabul etmedi�i gibi Hüküm Koyma’da da bir ortak kabul etmemektedir.

(*) Editörün notu: �slam Halic’i ifadesi ile, bir dönem kirlili�i ile me�hur olmu�, �stanbul’daki Haliç körfezine at�f yap�lmaktad�r.

(Ercümend Özkan / �ktibas, say� 137, 138, 139)

YORUMLAR
Hen�z Yorum Yok !