Prof. Dr. Şinasi Gündüz: Cihad, Her Zaman Hakkın Yanında Yer Almaktır

Akademideki, bilgisi ile İslami duruşunu cem edebilmiş müstesna şahsiyetlerden biri olan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şinasi Gündüz hoca ile, İslam’ın cihad öğretisi ve mükellefiyeti üzerine söyleşi gerçekleştirdik. İki bölüm halinde yayınlanacak olan söyleşimizi beğenerek okuyacağınızı düşünüyorum. Söyleşi boyunca Şinasi hoca birçok manşetlik cümle kurdu, okuyunca fark edeceğiniz üzere...

12-10-2025


Prof. Dr. Şinasi Gündüz: Cihad, Her Zaman Hakkın Yanında Yer Almaktır

Akademideki, bilgisi ile İslami duruşunu cem edebilmiş müstesna şahsiyetlerden biri olan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şinasi Gündüz hoca ile, İslam’ın cihad öğretisi ve mükellefiyeti üzerine söyleşi gerçekleştirdik. İki bölüm halinde yayınlanacak olan söyleşimizi beğenerek okuyacağınızı düşünüyorum. Söyleşi boyunca Şinasi hoca birçok manşetlik cümle kurdu, okuyunca fark edeceğiniz üzere.

Cihadın, iman kavramından sonra İslam’ın ikinci temel kavramı olduğunu ifade eden Şinasi hoca, cihadın ön şartının da münkerden uzaklaşmak olduğunu vurguluyor.

“Cihad, her zaman hakkın yanında yer almaktır”tesbitinde bulunan Şinasi hoca, şunları ifade ediyor: “Burada tek otorite Allah'tır, sultan değil, kadı değil, yönetici değil, halife değil, Allah’tır otorite. Olması gereken, Allah'ın iradesinin esas alınmasıdır. Dolayısıyla mesela ortada bir durum var, bir olay var, ben burada Müslüman olarak neyin ve kimin tarafındayım? Hak ne diyorsa onun tarafında olmak zorundayım. Cihad, her zaman hakkın yanında yer almaktır. Yeri geldiğinde kalemle, yeri geldiğinde dille, yeri geldiğinde kılıçla, silahla, yani her türlü meşru araçla…”

Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi

Hocam, İslam malum bir bireysel arınma dini değil, bir hayat nizamı, yeryüzünde egemenlik iddiası olan bir din. Dolayısıyla da böyle bir iddiası olduğu için de İslam'ın cihad gibi, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker gibi, dâvet ve onun da ötesinde kıtal gibi, müntesipleri için öngördüğü mükellefiyetler var. Fakat tarihsel süreçte, Müslümanların tarihinde, bu mükellefiyetlerin hepsini kapsayan cihad kavram ve mefhumu ciddi bir anlam kaybına, anlam saptırmasına muhatap olmuştur. Bu boyutuyla siz cihad mefhumunu Kur'an'ın anlattığı mânâda, bütünlükte ve buna karşılık tarihsel süreçte maruz kaldığı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cihad kavramı, Kur'an'ın en temel kavramlarından biri. Yani Allah yolunda insanın her şeyiyle, malıyla, canıyla mücadele etmesini, cehd etmesini, gayret göstermesini ifade eden bir kavram. Dolayısıyla aslında bir Müslümanın, bir Müslüman kimliğin imanla birlikte onun tamamlayıcısı olan, mütemmim cüzü olan fiili durumunu, tavrını, tutumunu ifade eden bir kavram. İman kavramı, Müslümanın zihin yapısını ifade eder, cihad ise bu zihin yapısının hayata akseden, hayatı Allah merkezli olarak düşünüp yaşamayı, Allah merkezli olarak hayatı icra ve inşa etmeyi ifade eder. Dolayısıyla aslında İslam nedir dediğimizde, İslam aslında iman ve cihaddır desek herhalde yanlış söylemiş olmayız. Ki bu açıdan baktığımız zaman cihad, bir Müslümanın tüm yaşamındaki her şeyi, her davranışı içerir.

Cihad; kıtaldir, yani fiili savaştır. Cihad; Allah yolunda insanın gösterdiği her türlü çabadır, harcadığı emektir. Cihad; diliyle, fikriyle, zikriyle hakkı söylemektir. Cihad; zulme karşı gelmektir. Cihad; sabretmektir. Cihad; sebat etmektir. Cihad; bir şekilde kendisini haramdan korumaktır, haramdan sakınmaktır, Allah yolunda ilim yapmaktır. Dolayısıyla cihad; aslında mü’min insanın hayatındaki her şeydir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de ısrarla vurgulanan bir kavramdır cihad. Allah yolunda cihad edenler Kur’an’da övülürler, ki Allah yolunda cihad edenlerin derecesinin, cihada katılmayanlardan çok daha farklı olduğu ayet-i kerimelerde vurgulanır.

Bununla birlikte cihad maalesef içi boşaltılan bir kavram olmuştur. Bu da modern dönemle sınırlı olan bir hadise değildir. Modern dönemde biz şunu gördük: Özellikle Batı medyasının da marifetiyle, “cihadcı John” gibi tipolojiler piyasaya sürüldü, işte kafa kesen, kan akıtan, bilmem ne yapan. Buradan hareketle cihad kavramı, mücahid tanımı içi boşaltılan, dahası şeytanlaştırılan bir noktaya getirilmek istendi. Yani “cihad eşittir kan dökmek, haksız şiddete başvurmak” gibi anlaşıldı, böyle bir kampanya yürütüldü. Bu tabii ki bilinçli bir kampanyaydı. Fakat bu modern dönemin çok daha öncesinde biz, cihad kavramının birtakım siyasi emellere, bazı iktidarların amaçlarına alet edildiğini, araçsallaştırıldığını da biliyoruz. Mesela bir devlet bir başka devlete savaş ilan edecek, “Haydi cihada çağırıyoruz” diyor. Dolayısıyla cihad, eşittir resmi otoritenin resmen ilan ettiği savaş ve bu konudaki faaliyetler, asker toplama, insanları savaşa sevk etme çağrısı gibi anlaşılıyor. Ki buradan hareketle, tarihsel süreçte cihad kavramı, sadece resmi iktidarla, onun çağrısıyla özdeşleşen bir kavram haline geldi. Hatta buradan hareketle bizde geleneksel dönemde şu hususlar bile tartışıldı: Cihada ancak devlet başkanı, otorite, iktidar dâvet edebilir, ancak onun dâvet ettiği cihad geçerlidir, diğerleri değildir. Bu, doğrusu cihad kavramının içini boşaltan, anlamını daraltan bir husus.

Kıtal dediğimiz, yani Türkçe anlamıyla savaş ya da harp tabi ki cihadın bir parçasıdır. Hatta Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla da vurgulanan bir mükellefiyettir. Gerektiğinde Allah yolunda kıtale, Allah yolunda o fiili mücadeleye katılmayanlar kınanır, geride kalanların kınandığı ayet-i kerimeler vardır. Ama bu, “Cihad eşittir kıtal” anlamına gelmiyor. Kıtal, cihadın önemli bir parçasıdır, fakat cihad bütün hayatımızla, bütün tutum ve davranışlarımızla Allah yolunda mücadele etmektir. Ben buna “Allah merkezli bir yaşam” diyorum. Allah merkezli bir yaşamı esas alarak, her türlü tutumumuzu, davranışımızı, fiillerimizi ona göre belirlemek… Dolayısıyla bizi yönlendiren kabulün, çalışırken, ticaret yaparken, eğitimle iştigal ederken, insanlarla muamelat ilişkileri kurarken veya bir şekilde ulusal ya da uluslararası birtakım gelişmelere taraf olurken, “Allah bu konuda ne diyor?”, “Allah'ın bu konudaki iradesi nedir?”, Ne yaparsam ben Allah'ın iradesine uygun hareket etmiş olurum?”, “Ne yaparsam ona aykırı hareket etmiş olurum?” sorularını sorarak, Allah'ın iradesini esas alan bir duruş sergilemektir cihad. Yani kısaca aslında Allah yolunda atılacak her adım, ortay konulacak her gayret, her cehd, cihad kavramının içerisine giriyor.

Hocam bu takdirde En’am Sûresi 162. ayet-i kerimede Rabbimizin, “Deki: Benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümün Âlemlerin Rabbi Allah içindir” buyurduğu üzere hem fert ve hem topluluk bazında mü’minlerin hayatlarının tüm boyutlarıyla Allah için olması, Allah’a göre olmasıdır diye tanımlamak da mümkün mü cihadı?

Evet, tabii ki.

Peki hocam, malumunuz olduğu üzere, Emevilerden başlayarak Abbasilerle devam eden süreçte, Rasulullah (a.s.) ve ilk neslin dönemindeki işleyişte esas olan “Dine bağlı ve tâbi devlet” yaklaşımı yerine, “Devlete tâbi ve bağlı bir din işleyişi oluşturulmaya başlanmıştır. Bu süreçte cihad mefhumunun da, sizin az önce belirttiğiniz gibi, yani devletin kendi politikaları çerçevesinde araçsallaştırıldığını söyleyebilir miyiz?

Tabi İslam tarihinde İslam'ın temel kavramlarından, temel değerlerinden sapma ne zaman başladı sorusu, apayrı bir sorudur, apayrı tartışılacak bir husustur. Ki bu konuda ben tüm bu sapmaların Emevilerle başladığı iddiasını da çok doğru görmem, çünkü Emeviler öncesi dönemde de vuku bulan birçok hadise var, iktidar kavgaları var, savaşlar var, mücadeleler var, kendi iktidarı için birtakım manipülasyonlar yapan çevreler var. Hatta işte Kur'an sayfalarını mızrakların ucuna takarak araçsallaştıranlar var. İktidar uğruna birbirine savaş açanlar var. Şimdi bunu yapan insanların kafalarında nasıl bir cihad anlayışı vardı sorusunu da sormak lazım.

Fakat bununla birlikte Emevileri de, Abbasileri de, sonraki dönem iktidarları da, bakın hepsini genel olarak kabul edecek olursak, bunların hepsi aynıdır, hepsi birbiriyle eşittir demek doğru olmaz. İstisnalar hiçbir zaman kaideyi bozmamalı bence. Ama istisnaları bir tarafa bırakırsak, siyasi iktidarın, kendi iktidarının devamı, kendi siyasi emellerinin gerçekleşmesi, dahası kendisine karşı meydan okumaların önlenmesi amacıyla birtakım İslami kavram ve değerleri yorumladığı, manipüle ettiği, bir şekilde buna karşı duran insanları da cezalandırdığı, onlara karşı tavır koyduğu ve dolayısıyla bunun farkında olan âlimlerin bununla mücadele ettiği bir vakıadır. Bu konuda iki örnek vereceğim.

Birisi, Emevi ve Abbasi dönemini, Emevilerin son dönemini, Abbasilerin ilk dönemini görmüş olan İmam Ebu Hanife’dir. Ki Ebu Hanife, her iki iktidarın tabir yerindeyse iş birliği teklifini, resmi görev alma, kadıl kudatlık teklifini reddettiğinden dolayı tecziye edilen, yani cezalandırılan bir âlimdir. Dahası, bu iktidarlara karşı mücadele başlatan hareketleri fiili olarak destekleyen, mali ve sözlü anlamda destek veren birisidir. Fakat çok ilginçtir ki, Ebu Hanife'nin en yakın öğrencisi olan İmam Ebu Yusuf söz konusu kadılık görevini kabul etmiştir.

Bir diğer örnek İbn Teymiyye'dir. Bakın İbn Teymiyye elinde kılıçla hem Moğollara karşı, dış düşmanlara, İslam düşmanlarına karşı mücadele etmiştir, bizzat cephede fiilen savaşmıştır, hem de Mısır'da, Suriye'de yani Şam bölgesinde ve gittiği birçok yerde siyasi iktidarlarla, onların politikalarıyla uyuşmadığı için, onları eleştirdiği için tabiri caizse başı dertten kurtulmamış, ömrünün önemli bir kısmını zindanlarda geçirmiştir.

Aynı zamanda hurafelerle de mücadelesi var.

Evet. Şimdi burada tabii ki hurafelerle mücadelesi de çok önemlidir. Mesela Şii Rafizi gruplarla, bazı Sufi gruplarla, İslam dünyasında ortaya çıkan diğer bazı enva-ı çeşit sapkın akımlarla çok önemli mücadeleleri var, literatür anlamında…

Hocam bu mücadele de cihadın parçasıdır değil mi?

Kesinlikle öyle.

Emevi ve Abbasiler döneminde önce kavramlarla oynandı diyebilir miyiz hocam?

Bu gibi iktidarlar her zaman manipülasyon yapmıştır, kavramların içini boşaltmıştır. Mesela öyle dönemler yaşandı ki, bazı sultanlarla ilgili “zillullah-i fi'l-ard” unvanı bile kullanılmıştır. Yani adeta teokratik bir kral gibi görmüşlerdir kendilerini. Dolayısıyla da İslam’ın kavramlarını da araçsallaştırabilmişlerdir.

Bakın altını çizerek söylüyorum, cihad insanın Allah için mücadele etmesidir. Burada tek otorite Allah'tır, sultan değil, kadı değil, yönetici değil, halife değil, Allah’tır otorite. Olması gereken, Allah'ın iradesinin esas alınmasıdır. Dolayısıyla mesela ortada bir durum var, bir olay var, ben burada Müslüman olarak neyin ve kimin tarafındayım? Hak ne diyorsa onun tarafında olmak zorundayım. Cihad, her zaman hakkın yanında yer almaktır. Yeri geldiğinde kalemle, yeri geldiğinde dille, yeri geldiğinde kılıçla, silahla, yani her türlü meşru araçla… Ki burada da Allah Rasulünün o meşhur hadisini hatırlamak gerekiyor. Hani diyor ki, “Kim bir münker gördüğünde onu önce eliyle gidersin, gücü yetmiyorsa diliyle gidersin, buna da gücü yetmiyorsa en azından arasına mesafe koysun, kalben ondan uzak dursun.” Bu hadis de, Müslümanın cihad bilinci çerçevesinde her daim taraf olduğunu gösteriyor. Tarafsız Müslüman olmaz…

Kısacası cihad taraf olmaktır diyebiliriz…

Kesinlikle, tabi hakkın tarafında olmaktır. Ben tarafsızım diyen bir insan bence imanını bir sorgulamalıdır. Tarafsızlık nerede olur? Hak ve hakikat konusunda adaleti sağlayacaksınızdır, adaleti gözeteceksiniz, orada tarafsız olacaksınız, yani orada tarafgirlik olmaz. Hak ne diyorsa, adalet ne diyorsa, siz hakkın, adaletin yanında yer alacaksınız. Cenab-ı Hak, “En yakınınızın aleyhine bile olsa asla adaletten şaşmayın” buyuruyor ya.“Sakın ola ki bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” buyuruyor.

Hocam, şimdi bir tarafta baktığımız zaman Emeviler ve Abbasiler döneminde ve sonraki dönemlerde fütuhat siyaseti var. Siz bir makalenizde belirtmişsiniz, fütuhat siyasetlerinin sadece dini motivasyonlarla gerçekleşen neticeler olarak görülmemesi gerektiği, siyasi boyutlarıyla da ele alınması gerektiği şeklinde. Bir tarafta insanlar cihadın bir boyutu olan Allah yolunda kıtal için kılıçla sefere çıkıyorlar, fakat diğer tarafta bu seferleri bizzat organize eden, finanse eden, orduyu sevk eden iktidarlar, cihadın bir başka boyutu olan her durumda hakkı söyleme tutumunu mahkûm ediyor. Hani hadiste “Cihadın en efdali zalim sultana hakkı söylemektir” şeklinde geçiyor ya. Bir tarafta cihad için ordular sevk ediliyor, diğer tarafta ise zalim sultana hakkı söyleyenler tevkif ediliyor, çeşitli şekillerde cezalandırılıyor. Tarihte bu durumun çok örnekleri var. Buradaki çelişki konusunda neler söylemek istersiniz?

İşte buradaki çelişkinin en büyük nedeni, aslında güç ve iktidarın kutsanmasıdır. Şimdi güç ve iktidarı kutsayan insan, aslında onu ilah edinmiş olan insandır. Güç ve iktidarı kutsayan insan, güç ve iktidarın önünde eğilir, onun önünde secde eder, ona göre tavır ve politika belirler. Oysa güç ve iktidar, yani Arapçadaki karşılığıyla izzet, Allah'a aittir değil mi? Yani Allah'ın iradesine tâbi olmakta izzet aranır, Allah'tan başka hiçbir güçte aranmaz. Bir insan İslam toplumunda yönetici olabilir, amir olabilir, komutan olabilir, güçlü olabilir, şu olabilir bu olabilir, fakat ne olursa olsun o, Allah'ın kuludur. Yani bir Müslüman olarak Allah'ın iradesine teslim olmakla yükümlüdür, Allah'ın otoritesiyle çelişmemesi, çakışmaması gerekir. Ve bir insan ona bu konuda eğer bir uyarıda bulunuyorsa, hakkı hatırlatıyorsa, yaptığı herhangi bir şeyde Allah'ın iradesinin dışına çıktığı konusunda bir eleştiri yöneltiyorsa, ona düşen sadece bunu dinlemek, eğer bu hakikatse ondan ders alıp kendisini düzeltmek olmalıdır. Ki Allah Rasulü aleyhisselamı hatırlayalım. O, her daim bir Müslüman olarak kendisi de hakkı, hakikati gözeten, adaleti gözeten, Allah'ın emirlerini gözeten bir insan olmuştur, Allah’ın Rasulü olmakla birlikte. Her daim “Kimin bende hakkı varsa gelsin alsın” demiştir. Şimdi burada hiçbir zaman “Ben Allah'ın Rasulüyüm, sizin bende ne hakkınız olabilir, ben ne diyorsam odur” dememiştir. Ki Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak da zaten “Hiçbir Rasule, Allah'ın ölçülerini bırakıp da gelin bana kulluk yapın, benim peşimden gidin demek yaraşmaz” buyuruyor, “İndirdiklerimizden en ufak uzaklaşacak olsa onu şah damarından yakalarız” buyuruyor.

Dolayısıyla İslam'da iktidarın kendisi kutsal bir şey değildir, bir fenomen değildir. İktidar mutlak anlamda Allah'a aittir, iktidarın temel ölçülerini belirleyen Allah'tır, dolayısıyla Allah'ın iradesiyle örtüştüğü ölçüde bir iktidar meşrudur, Allah'ın iradesiyle örtüşmüyorsa o gayri meşru bir iktidardır. Sahih Müslüman zihin meseleye bu şekilde bakar. Fakat tarihe baktığımız zaman, İslam tarihinde aksi örnekler olmuştur, bugün de çeşitli örnekleri olduğu üzere, işte biz şer'i bir hükümetiz, şer’i hükümlerle yönetiyoruz, İslam devletiyiz, İslam toplumuyuz denilmekle birlikte, bir şekilde gücün ve iktidarın kutsanabildiğini ve ilahlaştırabildiğini görmekteyiz. Güç ve iktidar kutsandığı zaman da ortaya ne çıkıyor? Gücü elinde bulunduran muktedirler, o iktidar sahipleri kendilerine bir şekilde mutlak itaat istiyorlar. Ve hatta bunun kılıfını da hazırlıyorlar, işte Kur'an-ı Kerim'de “atîûllâhe ve atîûr Rasûle ve ulil emri minkum” buyuruluyor diyerek bu duruma dayanak oluşturmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken, ayetteki “minkum” kaydını hıfz ediyorlar veya onu ismen Müslüman anlamına indirgiyorlar. Ulil emre, yani emir sahiplerine itaat itaat etmek, Allah'a itaat etmekle, Rasule itaat etmekle eşdeğerdir demeye çalışıyor. Oysa bakın ayet-i kerimede Cenab-ı Hak çok önemli bir kıstas koyuyor, “sizden olan emir sahiplerine” şeklinde. Bizden olan ne demek? Allah ve Rasulüne itaat eden demek.

Ki yine hatırlayalım, sahabe-i güzinden mesela Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, halife olduklarındaki o meşhur hitapları var. Hz. Ebubekir, “Ben Allah ve Rasulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin” diyor. Hz. Ömer daha radikal bir şekilde, “Ben yanlış yaparsam ne yaparsınız?” diye soruyor ve “Gerekirse kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabını alıyor.

İşte sağlıklı bir Müslüman zihni meseleyi böyle kavrar. İzzet ve şeref sadece Allah'a aittir, mutlak otorite sadece Allah'tır, çünkü ilah demek, otorite, güç demektir. Otorite, üstün güç, yani kişiyi yönlendiren, yöneten, harekete geçiren, tutum ve davranışlarımıza mutlak referans olan irade demektir ilah kavramı. Bundan dolayı biz “Lâ ilahe illallah” derken”, “Allah'tan başka hiçbir otorite tanımıyorum, hiçbir irade tanımıyorum, hiçbir güç beni harekete geçiremez, başka hiçbir referans kabul etmiyorum” demiş oluyoruz. Fakat bir iktidar İslam adına, Müslümanlık adına başta olsa bile, eğer “Siz her halükârda bana itaat edeceksiniz, benim iktidarımı sorgulayamazsınız” diyorsa, o kimse veya iktidar adı konulmamış bir ilahlık iddiasındadır ve onun düzeltilmesi gerekir.

Bugün Müslüman dünyada gördüğümüz husus da maalesef, Müslümanım diyen insanların büyük çoğunluğunun gücü ve iktidarı ilahlaştırdığı yönündedir. Gücü ve iktidarı ilahlaştıran insanlar, güç ve iktidarı nerede görüyorlarsa, güç ve iktidar parada mı, ünvanda mı, şöhrette mi, siyasi birtakım makamlarda mı, bürokraside mi, uluslararası anlamda işte Amerika'da mı, İngiltere'de mi, onun önünde secde ediyorlar, ona göre bir pozisyon belirliyorlar. Bu müthiş bir sapmadır.

Böyle bir sapma, dinin belirleyen değil de, belirleyici otoritenin meşrulaştırıcısı şeklinde konumlandırılmasından kaynaklanıyor ki, burada “Cihadın en efdali zalim sultana hakkı söylemektir” hadisindeki vurgu gündeme geliyor. Güç hakka değil de hak güce tâbi kılındığı için, burada öncelikli cihad, hakkın cesaretle dile getirilip ortaya çıkarılması ve savunulması oluyor. Buna göre herhangi bir otoritenin ilahlaştırmasına itiraz etmek siyasal anlamda temel cihad yükümlülüğüdür diyebilir miyiz hocam?

Şu şekilde cevap vereyim: Ortaçağ’da yani 11-14. yüzyıllar arasındaki Haçlı Seferlerinin en önemli motivasyonu, siyasaldı. İslam dünyasının genişlemesinden, gelişmesinden rahatsız oluyorlardı, dolayısıyla bu genişleme ve gelişmenin bir şekilde bastırılması, askeri seferlerle bölgedeki iktidarın ele geçilmesi amaçlanıyordu. Hatta iktisadi anlamda doğunun zenginliklerinin gasp edilmesi de söz konusu idi. Fakat buna dini gerekçe üreten Papalık, bu seferleri kendi ifadeleriyle “Tanrı oğlu İsa Mesih” adına bir savaş, bir mücadele olarak vasfediyordu. Hatta o savaşlara katılacakları da peşinen takdis ediyordu, diyordu ki tüm günahlarınızın Tanrı adına affolunmasına ben aracılık yapıyorum.

Peki, Papalık burada kendilerine göre “kutsal savaş”la kendi ilişkisini nasıl konumlandırıyor? Çok ilginçtir, Ortaçağ’da Papalık kendisinin “Tanrı adına yeryüzünde iktidar sahibi olan” bir kurum olduğunu söylüyordu. Kendi düşüncesine göre, İsa Mesih'in ardılı Petrus'tu, Petrus'un ardılı da Roma'daki Papa’ydı, dolayısıyla Petrus nasıl İsa (a.s.) adına konuşuyorsa, Papa da Petrus adına konuşuyordu! Dolayısıyla Papa adeta lahuti bir irade gibi karşımıza çıkıyordu, ki sonraki dönemde Papa’nın yanılmazlığının resmen zaten ilan edildiği bir durum da ortaya çıktı. Ortaçağ'daki bazı Papalar şunu bile söylüyordu: Papa sıradan bir insan değildir, Tanrı da değildir, ama bulunduğu konum itibariyle Tanrı ile insan arasında bir yerdedir. Dolayısıyla bana itaat etmeniz, sıradan bir insana itaat etmek olarak görülmemelidir, diyordu.

Bize geldiğimiz zaman; bizdeki kimi iktidarlar da temelde iktidarı kutsadığı için, iktidarı ben elimde tutuyorum, dolayısıyla ben kutsal bir görev yerine getiriyorum, siz Allah adına bana itaat edin, çünkü ben burada haşa Allah'ın yeryüzündeki temsilini, onun otoritesinin icrasını ifa ediyorum mesajı vermeye çalışıyordu.

Bakın Hıristiyanlık ve İslam arasındaki en önemli farklılıklardan biri de bu otorite konusundadır. Hıristiyan geleneği her türlü otoriteyi kutsar, Tanrı adına kutsar. Ki bu konuda Pavlus'un meşhur “Romalılara Mektup”unda bir deyişi vardır: “Herkes maiyetinde yaşadığı yönetime itaat etsin, çünkü tüm yönetimleri Tanrı tesis etmiştir, yönetime karşı gelen Tanrı'ya karşı gelmiş olur” şeklinde. Neden böyle? Çünkü Hıristiyan mantalitesi diyor ki, mutlak iktidar Tanrı'dır ve Tanrı da İsa Mesih'in ikinci kere yeryüzüne gelişine kadar olan dönemde iktidarı geçici olarak dünyevi iktidarlara bırakmıştır, dolayısıyla her iktidar Tanrı adına meşrudur. Ancak İsa Mesih ikinci defa geldiğinde tüm iktidarlar ortadan kalkacak, Tanrı krallığı başlayacak.

Bizde de bir şekilde görünüşte şer'i bir devlet, şer'i hükümlerle yönetilen bir iktidar yapılanması, fakat bu görüntüye rağmen iktidarın kendisini kutsayan, dolayısıyla da muktedirlerin her yaptığını bir şekilde, bazı tevillerle meşrulaştıran, o yapıyorsa bir hikmeti vardır mantığına sapan yaklaşımlar türemiştir. Bu mantık iktidar zihin yapısında Hıristiyanlaşmanın bir ürünüdür.

İktidar mutlaklaştırılınca da İslami ölçülerden bağımsızlaşmaya başlıyor. İşte ne diyelim, gidiyorsun adamın malına çöküyorsun, arazisine çöküyorsun, evine çöküyorsun, adamı katlediyorsun, öldürüyorsun, diyorsun ki, ben Allah yolunda cihad ediyorum. Oysa Allah yolunda cihad ve bunun kıtal anlamındaki örnekleri, Allah Rasulü dönemine baktığımız zaman, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer vs dönemlerine baktığımız zaman bunun ölçüleri bellidir. Allah Rasulü örneğin Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Necranlılara bir elçi gönderdi, bu elçi aracılığıyla önce onları İslam'a dâvet etti, Müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olursunuz, Müslüman olmuyorsanız o zaman şu şu şartlarda İslam iktidarını kabullenin mesajını iletti. Tabi bunları eğer kabul etmiyorsa ve bir şekilde İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık da güdüyorsa, o zaman da tabii ki o tehdidin ortadan kaldırılması için bir mücadele şart oluyor.

Bakın, siyasi fetihlerle, fütuhat hareketleriyle cihad aynı şey değil, bunun altını çizmek lazım. Ben burada tüm fütuhat hareketleri cihadın dışındadır demiyorum, fakat bu ikisi arasında çok önemli bir ayrım noktası var. Eğer siyasi bir anlamda bir fütuhat hareketi mevcut iktidarın kendi askeri, iktisadi, geleceğe yönelik planları çerçevesinde yürüttüğü bir hareketse, o siyasi bir harekettir. O siyaset kendi içerisinde doğru olabilir, yanlış olabilir, değerlendirilebilir. Fakat İslam'da cihad, belirttiğimiz gibi Allah'ın iradesini gözetmektir, Allah için olmak koşuluyla insanın kendi canını, malını Allah'ın iradesini esas alarak ortaya koymasıdır, bunun mücadelesini vermesidir. Dolayısıyla burada gerektiğinde iktidarın yanlışına yanlış demek, kral çıplaktır demek, onunla araya mesafe koymak, onun zulmüne karşı mazlum kim olursa olsun mazlumun yanında yer almak, bu da cihaddır.

Hocam kimi yöneticilerin cizye gelirlerinin devamı için, ihtida eden toplulukların ihtidasını kabul etmemesi söz konusu olmuştur bildiğiniz gibi. Bu da tesbitlerinizi teyit eder nitelikte…

Emevilerin ilk dönemlerinde böyle bir olayı hatırlıyoruz. Ömer bin Abdülaziz döneminde Irak bölgesindeki bazı gayrimüslim topluluklar Müslüman olmak istediklerinde, yöredeki yerel yöneticiler bunu uygun görmüyor. Hatta bunun için kılıf da buluyorlar, işte bunlar sırf cizye vermemek için Müslüman oluyorlar diye. Fakat tabi kaynaklardan öğrendiğimize göre Ömer bin Abdülaziz buna karşı çıkıyor, siz insanların kalbini yarıp içine mi baktınız diyor.

Cizye, uluslararası ilişkiler anlamında bir vergilendirme biçimidir. Çünkü Müslüman insan zekatını verecek, fakat gayrimüslim için bir zekat yok. Gayrimüslim insan da Müslüman yönetimin can, mal, inanç gibi her türlü güvenceyi sağlaması koşuluyla ona bir vergi verecek… İşte bu vergiye biz cizye diyoruz, bunu veren insanlara da ehl-i zimme, ehl-i zimmet diyoruz.  Bu, bu şekildedir, yani İslam uluslararası hukukundaki bir kuraldır. Fakat bir insan Müslüman olduysa artık sen ona cizye hukukunu uygulayamazsın. O bu defa İslam hukukuyla mükelleftir, zekatını vermekle mükelleftir. Vakti geldiğinde eğer zekatını vermiyorsa Müslüman toplum onu zorla alır, çünkü zekat o kişinin kendi hakkı değil. Hz. Ebubekir döneminde bu durumun yaşandığı birtakım tarihsel örnekleri de var. “Zekatı biz Rasulullah hayattayken veriyorduk, şimdi o vefat etti ve dolayısıyla artık zekat vermeyiz” diyenlere Hz. Ebubekir savaş açmıştır. Burada açılan savaş bakın siyasi bir savaş değildir, İslam'ın bir hükmüne karşı hem Müslüman olduğunu söyleyip, hem de biz artık bundan muaf olduk diyenlere karşı bir mücadeledir.

Hocam, şuna da vurgu yapıp oradan biraz daha güncel konulara geçmek istiyorum. Az önce ifade ettiklerinizle bağlantılı olarak, Abbasi sultanlarının bir kısmının isminde yer alan “Biemrillah”, “Liemrillah”, “Billah” gibi terkipler de iktidarı Allah adına mutlaklaştırmak için başvurulan bir yöntem gibi görünüyor. Kur'an’da insanoğlu için “Allah'ın halifesi” ifadesi değil de açık ve net bir şekilde “yeryüzünün halifesi” ifadesi geçtiği halde Müslümanların tarihinde nedense dillere “Allah'ın halifesi” ifadesi yerleşmiştir. Bütün bu kavramsallaştırmalar iktidarı Allah adına mutlaklaştırmanın arayışı mı?

Şimdi tabi Cenab-ı Hak insanlarla ilgili o yaratılış kıssasını bize anlatırken, “Hani Rabbin meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti” şeklinde buyuruyor. İnsanın İlahi irade tarafından ilk tanımlanması bu şekildedir, yeryüzünde bir halife. Şimdi bunu nasıl anlayacağız? Yani halife teriminin “birinin ardılı olan, birinden sonra gelen” kök anlamından hareketle yeryüzünde halife demek, yeryüzünde Allah'ın halifesi, yani Allah adına yeryüzünde yaşamını sürdüren, Allah adına yeryüzünde iktidar olan, hükmeden kişi olarak mı algılayacağız? Bu böyle değil. Neden değil? Çünkü insanla ilgili daha sonra gelişen sürece baktığımızda, yeryüzünde yaratılan insan cennete alınıyor, cennette Allah'ın iradesine, emrine karşı bir tutum, tavır gösterdiği için burada kınanıp yeryüzüne indiriliyor, sonra tevbe ediyor, yeniden Allah'a yöneliyor, Allah da onu affediyor. Ve insan bu çerçevede iradesini kullanan, özgür bir şekilde iradesini kullanma özelliğine sahip olan, fakat bu oranda da sorumlu olan varlık. Yanlış yaptığı zaman yanlıştan tevbe edebilen bir varlık. Dolayısıyla insanın yeryüzünde halifeliği demek, Allah'ın emri, otoritesi, iradesi konusunda iradesini doğru yönde, Allah'ın emri yönünde kullanması demektir, yeryüzünü Allah’ın iradesi çerçevesinde imar ve idare etmesi demektir.

İslam'daki yönetim erki hilafet de böyledir. Evet hilafet, yani Allah Resulünün halifesi olmak şu anlama gelmiyor değil mi: “Allah Rasulü neyse ben de aynıyım, şimdi onun adına size hükmediyorum. Allah Rasulüne nasıl bir ittiba gösterdiyseniz bana da aynısını gösterin.” Raşid halifelerin böyle bir iddiası yok. Tam tersine, ne diyorlar: “Biz Allah ve Rasulüne itaat ettiğimiz müddetçe bize itaat edin, fakat eğer biz irademizi o iradeye aykırı kullanırsak asla bize itaat etmeyin.” Dolayısıyla onların hilafetten anladığı husus, yeryüzünde insanın halife olması konusunda Kur'an'ın vurguladığı hususla paraleldir. Kaldı ki Allah Rasulünün bu anlamdaki konumu da aynıdır, çünkü Allah Rasulü hiçbir zaman “Ben Abdullah'ın oğlu Muhammed olduğum için bana itaat edin” demedi. “Ben sizin siyasi liderinizim aynı zamanda, ben ne dersem her konuda o olur” demedi. Sahabe de zaten bazı konularda “Ya Rasulullah, bu bir vahiy mi, Allah'ın bir emri mi, yoksa senin şahsi görüşün mü, şahsi bir tasarrufun mu” diye soruyor, Rasulullah buna karşılık “Hayır, bu benim şahsi tasarrufum” dediğinde sahabe de o konuda kendi görüşlerini dile getiriyordu. Bunun da çeşitli örnekleri var. Fakat Allah Rasulü “Ben bunu Allah'ın Rasulü olarak size söylüyorum” dediği zaman, herkes amenna ve saddakna diyordu.

Şimdi burada dolayısıyla halife kavramı ya da yeryüzünde halife olmak kavramı, yeryüzünde Allah adına iktidarda olmak, Allah adına yönetmek anlamına gelmiyor. İradesini, Allah'ın iradesine uygun şekilde tezahür ettirmek sorumluluğu anlamına geliyor.

Hocam Kur'an'da bazı ayetlerde cihadın doğrudan kıtal anlamında da kullanıldığını görüyoruz, özel anlamıyla. O anlamıyla da mesela Kur'an'da şöyle bir sıralama var: İman edenler, hicret edenler, cihad edenler. Şimdi bu sıralama aslında bize bir şey ifade ediyor değil mi?

Tabi o ayetin tarihsel bir arka planı var, bir bağlamı var. Çünkü orada Mekke'den Medine'ye bir tarihsel süreç var, Mekke'den Medine'ye tarihsel süreçte iman eden insanlar var, daha sonra o imanlarının gereği olarak bâtıla karşı, kötüye karşı koyup gerekli birtakım diyetleri ödeyerek, vatanını, evini barkını terk etmek durumunda kalarak hicrete yönelen ve bütün hayatını Allah yolunda cehde, çabaya sarf eden insanlar var. Şimdi böyle bir tarihsel arka plan var, fakat bunun ötesinde genel anlamda Kur'an'ın temel mesajı açısından baktığımızda, iman etmek; münkerle, Allah'ın iradesine aykırı olan her durumla araya mesafe koymak anlamına gelir. Bu bir hicrettir, yani ilkesel anlamda bir hicrettir. Müslüman insan, bâtıldan hakka doğru bir zihinsel uzaklaşmayı gerçekleştirir imanla değil mi? Ve daha sonra bu hicretin gereği olarak da, tüm hayatını Allah merkezli olarak yaşamaya hasreder.

Bakın ben her yerde bunu söylerim, yine söylemiş olayım: İmam Ebu Hanife’nin “el-Âlim ve'l-Müte'allim”inde çok güzel bir iman tarifi var. İman nedir sorusuna cevaben diyor ki: “İman şu beş şeydir”, çok hoşuma gider o tarif gerçekten, “bir” diyor “iman, ikrardır”, “iki” diyor, “tasdiktir, kalben bunu kabullenmek”, “üçüncüsü” diyor, “yakîndir, yani onu içselleştirmek, tabiri caizse özüne, künhüne vakıf olmak”, dördüncüsü diyor, “marifettir, bilmektir, yani bileceksin”, beşincisi diyor, “İslam'dır, teslimiyettir.”

Şimdi bakın bu çok önemli bir tarif. Dolayısıyla iman bu hususların hepsini içeriyor. Dolayısıyla teslimiyetsiz bir iman gerçek anlamda iman olmuyor. İşte burada hicret dediğimiz husus, o teslimiyete yönelmektir, kötülükten ve kötüden uzaklaşmak, araya mesafe koymaktır. Cihad ise, her alanda ve her tutum ve işleyişte hakkı tezahür ettirmektir. Yani Allah ne diyorsa o, Allah'ın iradesi neyse o, ben buna göre yaşarım, buna göre konuşurum, buna göre malımı, mülkümü, hayatımı adarım ve benim için yegâne otorite, yegâne irade mercii O’dur demektir.

Ben bu iradeyi kendi hayatıma ve yeryüzüne egemen kılmaya çalışacağım demektir yani…

Evet, bunu öncelikle de hayatında tezahür ettirmektir. Bundan dolayı, aslında Müslümanın hayatı iman ve cihaddır. Hicret dediğimiz ameliye de aslında insanın Allah için harekete geçmesidir. Şirkten uzaklaşarak tevhide yönelmesidir, zulümden uzaklaşarak hakka yönelmesidir, bâtılı terk etmesidir, gerektiğinde bu konuda her türlü fedâkarlığı yapması hadisesidir.

Yeryüzünde ilahlık taslayan otoriteler var ve bu otoriteler kendi devamlılıkları için Müslümanların, Müslüman halkların cihad mefhumuna gerçek anlamda yönelmesinden korkuyor, çünkü cihad dinamizm ve mücadele demek, hareket demek. Bu sebeple İbn Teymiyye’nin 700 küsur yıl önce verdiği bir fetvadan bile halen rahatsız olan ve bu fetvanın iptal edilmesi için gayret gösteren küresel tuğyanizm ve yerel işbirlikçi rejimler söz konusu. Bu sebeple de cihad mefhumunu şeytanlaştırmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu noktada Hac Sûresi 78'deki “Allah yolunda hakkıyla cihad edin” beyanı, oradaki “hakkıyla” vurgusu konusunda neler söylersiniz, cihadı şeytanlaştırmak isteyen çağın Firavunlarına malzeme vermemek, Rabbimizin çizdiği çerçeveye ittiba etmek bağlamında…

Şimdi cihad konusunda modern dönemdeki tartışmalara, en azından İslam dünyasında 19. yüzyıl sonları 20. yüzyıl başlarından itibaren yapılan tartışmalara baktığımız zaman, şöyle bir şey var: İslam dünyası siyasal ve askeri anlamda tırnak içerisinde yenilmiş bir dünya. Batının askeri ve teknolojik açıdan üstünlük kurması karşısında İslam dünyasında belirli bir çevre bir yenilmişlik, ezilmişlik, geri kalmışlık psikolojisi yaşıyor ve bir komplekse giriyor. Bu kompleks çerçevesinde de şöyle bir argüman geliştiriliyor: Artık bizim Batıyla mücadelemiz siyasi ve askeri olmaktan çok bilimsel olmak durumunda, ilmi olmak durumunda, artık fiili cihad devri sona erdi, cihad artık sadece ilimledir, ilimle biz cihad yapacağız, biz de teknoloji üreteceğiz söylemini savunuyorlar. Bu Mısır'da böyle, Türkiye'de böyle. Fakat bu söylemin arka planda şöyle bir şey var: Askeri ve siyasi anlamda biz zaten onlarla başa çıkamayız, onların hükümranlığını kabul ediyoruz, fakat teknolojik anlamda biraz ayağımız yere bassın, buna sahip olduğumuz zaman ileride belki karşılaşırız, bakın bunun böyle bir arka planı var. Bu yenilmişlik psikolojisi doğrultusunda bu defa cihad kavramının içi boşaltıldı.

Batı dünyası açısından, gayrimüslim dünya açısından baktığımızda da, gayrimüslim dünya şunu görüyor: Bırakınız Müslümanların tarihte yaptıklarını, Kur'an'da temel bir kavramdır cihad. Birçok ayette Müslümanlar, Allah yolunda malıyla, canıyla cihada dâvet ediliyor. Yani cihad en temel kavramlardan ikincisi, ya dediğim gibi iman ve cihad iki temel kavram. Şimdi burada dolayısıyla Kur'an'ın yönlendirdiği tarzda ve erken dönem İslam tarihinde, Allah Rasulünün, sahabenin müşahhas olarak içini doldurduğu tarzda bir cihad anlayışı Müslümanları diri tutuyor. Hangi durumda olursa olsun, ne kadar bastırılmış, köşeye kıstırılmış olursa olsun her zaman diri tutuyor. Bakın nasıl diri tutuyor biliyor musunuz? Allah hiçbir zaman “Cihadda başarılı olun” demiyor, başarı Allah'a aittir. Fakat Allah diyor ki, mücadele edin, sonuç bana aittir, değil mi? Şunu da diyor: Allah her zaman iman edenlerle birliktedir.

Şimdi dolayısıyla cihad demek, işte ben bir konuda Allah için bir yola çıktım, mutlaka başarmam gerekiyor, bu anlama gelmiyor ki.

Yolda olmak hocam, cihad yolda olmaktır…

Çok güzel. Çok güzel altını çizdiniz, bu yolda olma bilinci Müslümanı diri tutuyor, ümitvar kılıyor, ne kadar köşeye sıkıştırılmış olursa olsun. Çünkü bu yolda olma bilinci “Neticede fiilen yenilmiş olsam bile bu benim başarımdır, aslında ben yolda olmakta sebat ederek galip geldim.” Şimdi bakın bu bilinç müthiş bir güçtür, dinamizmdir. Bu, Müslümanı diri tutar. Bugün dünyadaki küresel hegemonik güçleri korkutan budur.

Bugün örneğin Gazze'de Hamas’ın mücadelesi… Bakın topu yok, işgalcinin tüfeğiyle kıyaslanacak bir tüfeği yok, uçağı yok, şusu yok busu yok. Yani çok sınırlı silahlarla iki yıldır mücadele ediyor değil mi? Buna rağmen emperyalist ve siyonistleri niçin bu kadar korkutuyor? Mahmut Abbas korkutmuyor bakın mesela, başkası korkutmuyor. Niçin Gazze cihadından korkuyorlar? Çünkü Allah yolunda can feda etmeyi galibiyet olarak gören bir yaklaşımla hareket ediyorlar. İşte cihad bilinci budur.

Gazze'de 2 milyon civarında insan yaşıyor ve bu insanlar iki yıldır soykırıma maruz kaldıkları halde hiçbir zaman o insanların Hamas'a karşı nümayişler yaptığını görmedik.

Bilakis kararlılıkla sahip çıkıyorlar.

Evet. İşte bu aslında o Müslüman bilinçliliğinin ifadesidir. Ve bu bilinç dünyayı değiştirip dönüştürecek, bakın bu çok önemli, dünyayı değiştirip dönüştürecek. Şu anda Gazze'de yaşananlar bütün dünyada bir dönüşüm ve değişime sebep oldu, önemli gelişmeler yaşanıyor. Bazı insanlar Müslüman oluyor, bazı insanlar ise artık en azından kral çıplak diyor. Kendi iktidarlarının ve küresel güçlerin yalanlarını daha net bir şekilde görüyor.

Bu durumun karşısında ise, Batı karşısındaki yenilmişlik psikolojisiyle cihad mefhumunu daraltan, onu belirli bir alana sıkıştıran ve cihadın asıl ruhunu ortadan kaldıran yaklaşımların ne kadar yanlış olduğunu, bu yaklaşımların, esasında çürümüş köhne iktidarları, Batı emperyalizminin ürünü olan, Batının kuklası olan iktidarları meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramadığını görüyoruz.

Bu çok önemli bir boyut. Diğer boyutuyla da cihadın şeytanlaştırılmasına hizmet eden, ölçüsüz şiddete yönelenler var, DEAŞ gibi. Kur'an'ın çizdiği çerçeveye, usule, üsluba uymayanlar… Bu noktada gençlerin cihad mefhumunu doğru kavraması çok önemli. Bu noktada özellikle Müslüman gençlere cihad bağlamında, cihadı doğru anlama, doğru bir cihad yönelimi noktasında tavsiyeleriniz ne olur hocam?

Bakın cihad; her cihad çağrısının peşinde koşmak, her cihad çığırtkanının arkasından gitmek anlamına gelmiyor. Cihad, tekrar altını çizelim, Allah'ın iradesini, biz kulları için çizdiği sınırları, O’nun koyduğu hududu dikkate alarak hayatı yaşamaktır, bunun mücadelesini vermektir ve bu konuda da malını, canını ortaya koymaktır. Elinden geldiği kadar varını yoğunu ortaya koyacaksın. Fakat bunu yaparken, Müslüman insan feraset sahibi insandır, feraset sahibi olmak durumundadır, yaptığım hangi davranış, attığım hangi adım Allah'ın iradesine uygundur veya değildir, kiminle arkadaşlık yaparsam, kimin çağrısına kulak verirsem bu iradeye uygun hareket etmiş olurum, bunun da muhasebesini yapmak durumundadır. Dolayısıyla burada birilerinin taşeronu olmamak, birilerinin kurduğu kumpaslara malzeme olmamak, birilerinin planına piyon olmamak da Müslüman ferasetinin gereğidir. Burada bizim temel bir düsturumuz da, zulüm kimden gelirse gelsin, haksızlığı kim yaparsa yapsın ona hayır demektir. Bugün bazı gruplar biz Allah yoluna cihad yapıyoruz deyip eğer masum insanları katlediyorsa, Müslüman ve İslam imajını, kişiliğini sorgulatır hale gelen, insanların ondan uzak durmasına yol açan birtakım çabalar gösteriyorsa, onların arkasındaki asıl aktörleri araştırmaya çalışmak gerekir, ki bu da Müslüman ferasetinin bir parçasıdır.

Şimdi burada bakın öyle önemli bir husus var ki, eğer bir insan Müslümanım dediğinde dünyanın herhangi bir yerinde bir gayrimüslim tarafından aman benden uzak ol, bu adam tehlikeli biri, bana zarar verebilir denilirse, burada bir problem vardır demektir. Oysa Müslüman, kendisinden emin olunan insandır. Yani Müslüman hiçbir zaman kendisinden kaçınılan, “Bana zarar verebilir” diye düşünülen bir kimse değildir, böyle olmamalıdır. Eğer böyle bir imaj oluşuyorsa, bu imajı oluşturanların, bu imajın oluşmasına destek verenlerin kendilerini sorgulamaması gerekir.

Şimdi dolayısıyla burada feraset sahibi olmak çok önemli. Her şeyden önce önemli olan, bir Müslüman olarak bizim kendimizi, Allah'ın münker dediği, uzak durun dediği her şeyden uzak tutmamızdır, bakın cihadın ilk şartı budur.

Bu itibarla bizim öncelikle kendimizi yanlışa yönelmekten muhafaza etmemiz gerekiyor. Asla kula kul olmamamız gerekiyor, asla iktidarı ve gücü, ki bu para olur pul olur, bürokrasi olur, siyasal iktidarlar olur, şu ya da bu parti, grup olur, asla bunları ilahlaştırmamamız gerekiyor. Her zaman doğrunun yanında yer almamız gerekir. Hakkı kim söylüyorsa, hakikati kim söylüyorsa ona taraf olmak lazım, onun yanında yer almak lazım. Yanlış kimden kaynaklanıyorsa ona da hayır demek gerekiyor, yani buna dikkat etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla özümüzle sözümüzle, içimizle dışımızla hakkın yanında duran bir insan olmamız lazım. Yani benim içim ayrı dışım ayrı, sözümle güzel şeyler söylüyorum, fakat tutum ve davranışlarımla farklı şeyler yapıyorsam bakın burada bir hastalık var demektir, bundan uzak durmak gerekiyor.

Biz hep şunu söyleriz akademide, yani üniversitede: Bir hocanın onunla ilgili en iyi referansları öğrencileridir, ondan ders alanlardır. Çünkü bir şekilde üniversitede ben gidip çok güzel, yaldızlı sözler söyleyebilirim, fakat insan ilişkilerimde, tutum, davranışlarımda o söylediğim yaldızlı sözler bir anlam ifade etmiyorsa, söylenenlere zıt tutumlar gösteriliyorsa olumsuz bir durum ortaya çıkar. Dolayısıyla her Müslümanın çok olumlu bir rol model olmaya çalışması gerekir. İnsanlar bize bakarak, bizim yaşantımıza bakarak, aile yaşantımıza bakarak, işveren isek iş dünyasındaki tavırlarımıza, tutumumuza, ticaretimize bakarak, hoca isek verdiğimiz eğitime, yetiştirdiğimiz öğrencilere bakarak insanlar İslam'ın güzelliklerine yönelmedi.

Bu da bir cihad değil mi hocam?

Kesinlikle cihaddır. Dilimizden önce halimizle İslam'ı tebliğ eden, İslam'ın güzelliklerini etrafa yansıtan birer örnek insan olmamız gerekiyor, bu çok önemli. Eğer bunu böyle yapmıyorsak, işte o zaman insanlar nezdinde İslam’ı temsil edemeyiz.

(Not: Söyleşinin devamı, inşallah İktibas Dergisi’nin Kasım ayı sayısında olacak.)

Etiketler : #Prof.   #Dr.   #Şinasi   #Gündüz:   #Cihad   #   #Her   #Zaman   #Hakkın   #Yanında   #Yer   #Almaktır   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN