VAHYİN ÖLÇEĞİNDE KÜFÜR KAVRAMI

Ahmed Turgut ULUCAK

25-11-2013 18:07


Küfür kavramına geçmeden önce kavramları doğru anlamanın ve kullanmanın zorunluluğunu belirtmemiz gerekmektedir. Şu bir gerçektir ki, her kültür kendi kavramlarını doğurur ve bu kavramlar ile kendini yansıtır.Her birey ve toplum da bildiği kavram kadar düşünür,anlar,anlatır ve ona görede yaşamını dizayn eder.Hatta mücadelesi de ona göre oluşur.

Kur’an, Yahudi din adamlarının Allah’ın kitabındaki sözlerle oynayarak, bu sözleri kendi heveslerine göre çarpıtarak, toplumları ifsada götürebilme noktasında nasıl olumsuz bir sorumluluk yüklendiklerini bize haber veriyor. Bizim geleneksel algımızda tarihselci algı egemen olduğu için bu tür meseleleri kendi yaşamımız içerisindepratikte görmekten ziyade, geçmiş süreçlere hapsederek o alanlarda sınırlıyoruz.Oysaki bugünde Allah’ın kitabıyla oynamaya, Allah’ın sözlerini değiştirmeye çalışanlar var. Elbette ki Kuran, Allah(c.c)’ın koruması altındadır. Fakat ciddi bir anlam kayması yaşıyoruz.

Kâfir, küfür, nankör kelimelerini, hatta bunlara paralel olarak konumuzla bağlantılı münafık ve müşrik kavramlarını da, birbiriyle çok yakından ilintili olması hasebiyle beraber ele almamızı gerektirecek alanlar bulunmaktadır.

Kâfir kavramının tüm zamanlarda fert ve toplumlar için alçaltıcı bir sıfat olduğu konusunda bir itiraz yok. Hatta bugünkü modern dünyada küfrünü alabildiğine açık bir şekilde ortaya koymuş insanların kendilerinin kâfirlikle suçlanmalarını kabul etmediklerini görüyoruz. Çünkü bu itham, kendi bünyesi içerisinde ciddi bir tahkiri de beraberinde getirmektedir.

Genellikle epistemolojik olarak, kavramsal ve literal olarak kelimenin kökleri incelenir. Bua nlamda detaya girmeden, kısaca baktığımızdaKâfir kelimesi, “ke-fe-ra” fiilinden türemiş olup “bir şeyi örtmek” anlamına gelir. Çoğulu “kefere, küffar”dır.Kâfir kelimesinin, Arap toplumundaki kullanılan anlamı farklı,Kur’an’daki kullanım anlamı farklıdır. Araplarçiftçilere, ziraatçılara, toprağın üstünü altını karıştırdıkları, tohumun üstünü örtüp gizledikleri için küffar kelimesini kullanırlar. Kur’an’daki kullanılan kalıp itibariyleKüffar ise şiddetli anlamda yani aşırı kâfiranlamındadır. Yani bir kâfir var bir de küffar var ki; küfründe alabildiğince şiddetli, en zirveyi yaşayan. Yani bir anlamda küfrün sembolü haline dönüşmüş.

Yüce Allah’ın, insanların büyük günahlardan kaçtıktan sonra küçük günahlarını örteceğini (nukeffir) bize haber verdiği Nisa Suresi’nin 31. ayetinde bu kelime, bu anlam bağlamında kullanılıyor. Fakat her ne kadar Arap dilinde ve Arap toplumunda böyle bir anlamı bünyesinde taşımış olsa bile, zaman zaman bazı Müslümanların “kefertu tağut” (ben tağutun kâfiriyim) gibi cümleler kurmaları dikkat çekiyor. Oysa bu dil, vahyin dili değildir. Yani bir Müslümanküfre, şirke, zulme, tuğyana karşı bir tavır sergilerken, duruş belirlerken,kendini niye tağutun kâfiri olarak tanımlama ihtiyacı hissetsin ki...

Asrısaadette yani vahyin inzal olmuş olduğu süreç içerisindeki kâfir tanımlamasıyla günümüz dünyasındaki kâfir tanımlamasının, bu yönüyle, illetleriyle birlikte Müslümanların yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.  Kur’an’da Ehli Kitap kâfir olarak tanımlanıyor. Yahudileri de Hıristiyanlarıda Allah kâfir olarak isimlendiriyor. “Ey iman edenler! Kâfirleri dost/veli edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil, bir hüccet mi vermek istiyorsunuz?” (4/Nisa,144)

Dikkat edilirse; Kur’an’da insanların vasıfları tanımlanırken,genel anlamı itibariyle insan iki zümreden birisine dahildir. Bilinçli yada bilinçsiz fark etmiyor. Bir insan ya mü’mindir veya kâfirdir. Fakat müminlerin kendi içerisinde tanımlamaları vardır: Mukarrebunvardır, sabigunvardır, müminvardır, müslim vardır; bunların her birisi kendi içerisinde bir anlam yüklüdür. Hakeza küfür için de aynı durum söz konudur.Küfrün içerisinde bir tağut, birmücrim, bir fasık,bir müşrik kalıplarına baktığımız vakit bunlar da her ne kadar küfrün ayrılmış olduğu noktalarda bir temsiliyet içerisinde bulunuyor olsalarda, yine taşımış olduğu vasıflarla anlam kazanıyorlar.

Kur'an müminleri tanımlarken kendi içerisinde bir tekâmül sürecinden bahsediyor.Nasıl ki; küfrün kendi kalıpları içerisinde tedriciliği barındırıyor olması gibi.Bunun içindir ki, zaman zaman tanımlamalar yaparken aynı tanımlamaları bizim kendi alanımızda da değerlendirmemiz gerekiyor. Yani bir insanın Müslüman olmasıyla mü’min olması arasında bir çizgi vardır ve bu çizginin farkında olarak bir yaşam sürdürmemiz gerekiyor.Hucurat Suresi 14. ayetin beyan ettiği gibi İslam, sözlü bir kabulü gerektirirken, öne çıkarırken, mümin, sözlü kabulün ötesinde yaşamsal bütüncüllüğü de ifade eder. Hatta bu perspektifte bile bir insanın ben müminim diyebilmesi bir iddiadır.Mutlaka bu iddialar hayatın içerisinde ispata dönüşmelidir. Dönüşmediği sürece iddiadan öteye geçemeyecektir.

Yine Kur’an’da münafıklarla ilgili kavrama baktığımız vakitte,İslam’da hükümler zahire göre verildiği için, münafıklar Müslüman statüsünde kabul edilip öyle görülmüştür.Ama vahyin diliyle baktığımızda, müşriklerden bile daha ağır bir cehennem azabıyla tehdit edilmişlerdir. “Muhakkak ki münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar ve onlar için yardımcılarda yoktur.” (4/Nisa suresi, 145) Oysaki münafıklar hayat içerisinde Müslümanlarla görülüyor.

Hatta Müslümanların küfür üzere tanımlamaları -İslam’ın değil, zira İslam’ın tanımlamalarıyla Müslümanların tanımlamaları arasında farklılıklar olduğunu müşahede ediyoruz- tarihsel süreçten bugüne kadar kısmen farklılıklar barındırmaktadır.Bunu o kadar çok belirgin yaşıyoruz ki.YineMekke döneminde inen fasıkla ilgili tanımlamalara baktığımızda, bir de Medine döneminde inen ayetlerdeki fasıkla ilgili tanımlamalara göz attığımızda aynı anlam bütünlüğü içerisinde olmadığını görüyoruz. Süleyman b. Mukatil sadece bir “hadi” kavramının Kur’an’da yaklaşık on beş yerde geçtiği yere göre farklı anlam yüklendiğini belirtmiştir.

Bütün bunları belirtmemizin sebebi teknik bir bilgi vermekten öte, günümüz Müslümanlarının zihin dünyasında yer bulmuşküfür algısını anlayabilmek ve tanımlayabilmek içindir.Bugünün Müslümanları bu küfür algısını,düşüncesini, güncelleştiremedikleri için kâfir kavramı ve sıfatı denildiği vakitte akıllara hep Yahudi,Hıristiyan,müşrikler geliyor; ama Müslüman olduğunu iddia eden toplumların içerisinde de bu tür evsafta çok fazla insan çıkıyor.Yani bugün güncel olduğu için söylüyoruz; modern kavramlarla kapitalizmi,liberalizmi,demokrasiyi,faşizmi,oryantalizmi bir yaşam felsefesi ve bir doktrin haline dönüştürmüş olan bir zihniyetin İslam’la bağını biz nerede ve nasıl kuracağız?Nasıl Müslüman olarak tanımlayacağız?

Bu söylem, tekfirci bir dil kullanıp şahıslarla ve toplumla davet açığa çıkmadan ayrışma adına söylenilmiş bir şey değil, Müslümanların durum tespitlerini sağlıklı bir şekilde yapabilmeleri ve ilkeler ve stratejiler geliştirebilmeleri gerektiğini belirtmek içindir.Zira kendi bulunduğumuz alanın içerisindeki sorgulamalarımızı doğru yapamadığımız vakitte sahih bir düşünce ve kimlik inşası oluşturamıyoruz. Böyle oluncazihinler, algılar alabildiğince problemli olmaya başlıyor. Bundan dolayı bir ferde yada topluma yanlış şeyler öğretileceğine hiçbir şey öğretilmemesi daha hayırlıdır. Onun için bugünkü toplum cahiliye toplumu haline dönüşmüştür ve onun için bugünkü toplumun ıslah olma süreci alabildiğince zor şartlarda devam etmektedir.Baktığımız vakit, vahiy indiği şirkin alabildiğince en azılı tuğyanı yaşadığı bir dönemde, kurumsallaşmış bir alanda dahi o günkü müşrik toplum içerisinde bir birey, hatta bugünkü anlamıyla bir bilgiye, yaşama, kültüre, medeniyete, sosyolojik olgulara haiz olmamasına rağmen, çok ciddi bir dönüşüm gerçekleştirebiliyordu.Bugün Müslümanlar bunu niçinyapamıyorlar? Çünkü bir tarafta oluşturulmuş ‘atalar dini’ algısı var.Belki biraz sloganik gibi gelebilir ama kur’an’daki esatirul evvelin terkibini bu yönüyle çok önemsemeliyiz.

Kâfir kelimesinin,Türkçedeki dil kalıbıyla ‘inkâra şartlanmış’ şeklinde bir tanımlaması var.Kâfir olan kimdir? İnkâra şartlanmış olan. Oysa biz, kavramsal tanımlamayı, anlam bütünlüğü içerisinde çok fazla anlamını bölmeden şöyle ifadelendirsek: Kâfir, Allah’tan ve Resulden gelen hükümlere iman etmeyen, onu alaya alan birey, zihniyet,algıdır desek,nasılbir tanımlama çıkacak karşımıza?Elbette Ümmet olarak kendi içerimizdeki virüsleri temizleyelim,asil ve sahih bir kişilik ve düşünce inşasını ortaya koymaya azmedelim.Fakatilginçtir, zanni yorumlarla ve içerisinde bulunduğu meşrebin, grubun, hizbin veya bağlı bulunduğu şeyhinin, hocasının, abisinin, vs. yorum biçimini dinleştirerek, onların bakış açısını merkeze alarak, bir din inşa ediliyor.İşte en sakat olan yönlerden birisi de budur.Bu tür algılar, ümmet içerisinde değil ihtilafa, tefrikaya yol açan hadiselerdir.

Resullullah’ın dilinde küfür kavramı, çok daha dikkat çekici anlamlarla geliyor. Buhari ve Müslim’de geçen bir hadiste Allah Rasulü, “Müslümana sövmek fasıklıktır, onunla savaşmaksa küfürdür.” diyor. Resulullah bu sözü söylediğinde ne Cemel Vakası olmuştur, ne Sıffin Savaşı olmuştur. Sadece lafız olarak ele aldığımızda ki, mücmel(kapalı bir söz)  olarak görüyoruz,bunu nasıl anlamamız gerekiyor? Ama vahye de baktığımız vakit Hucurat Suresi 9. ayette Allah azze ve celle: “Müminlerden iki taife birbiriyle savaşırsa onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın”diyor. Allah, o kardeşlerinizin arasını bulmaya çalışın, düzeltin. Haksız olan haksızlığında ısrar ediyorsa ona karşı haklının yanında olun, ta ki ondan vazgeçene kadar, buyuruyor.

Yine Rasulullah’ın şu hadisi de dikkat çekmektedir: “İman ile küfrün arasında namazı terk etmek vardır.”Şimdi biz bu hadisi alarak muhatabımızın üzerinde anlam bütünlüğünü bilmeden, fütursuzca kullanıyor ve onumahkûm ediyoruz. Böylece kendi algı biçimlerimizle, zanlarımızla,İslam Ümmetinin içerisinde olması gerektiğini düşünmemiz gereken bir şahsiyetle ayrışımın içerisine giriyoruz.Hâlbuki şunu gözden kaçırmamak gerekiyor:Vahyin, genel anlamıyla davetin açığa çıkmadığı süreçlerde mümkün mertebe müminler, bu davetaçığa çıkartılabilinecek şartlara kadar,hassaten zanni yorumlardan kaçmak zorundadır.Demek istediğimiz; benim anladığımla, Allah’ın söylediğinin örtüştüğünü kim belirleyecek?Muhkemler alabildiğince açıktır; ama muhkemler bile tartışma konusu yapılmaktadır. Maalesef yaşamış olduğumuz tarihsel kadim gelenekten bugüne kadar bu algının, sahih temeller üzerine inşa edilememiş olduğunu müşahede ediyoruz.

Bugün neredeyse halkı Müslüman olan bütün coğrafyalarda kan var, gözyaşı var. Fakat bununla beraber şu soru da sorulmalı ve cevabı verilmelidir: Ümmetin içinde bulunduğu bu durumun müsebbibi sadece kâfirler midir?Faturayıkâfirlere keserek kendimizi temize çıkartabilir, bu vebalden kurtulabilir miyiz?  Allah (cc) mü’minleri yeryüzünün varisi kılarken, daha doğrusu vaad ederken,mustazafların müstekbirlere galip geleceği günlerin müjdesinde hazırlıklı ve donanımlı olması gerektiğini beyan ederken;biz, bu yönüyle sadece küfrü telin, tahkir ve bazende sövmekle geçiştiriyoruz. Bu yaklaşımlarmeseleyi çözmüyor ve bundan dolayı bu alanda da mesafe kat edemiyoruz. Onun içindir ki, müminler öncelikle aralarında sahih bir imanın kimliğini yerleştirmeden,küfrü tanıyabilme ve onunla ayrışabilmeyi sağlıklı bir şekilde gerçekleştiremeyeceklerdir.Hatta Tağuta reddiye çekerken,imanın ve tevhidin bütüncüllüğünü,Allah’ın muradına yani İlahi iradeye,ne kadar uygun anlayabilirsek o oranda reddiyelerimizi sahih gerekçeler üzerine inşa ederiz.Ama ümmette özellikle genç kesimde,ezberci bir algı oluşturuldu.Reddediyor, niçin reddettiğini çok fazla delillendiremiyor. Bunun için hassaten şuna dikkat edilmelidir;kabuller ve redler sahih gerekçeler üzerine inşa edilmelidir. Bunu yapabilmek için ilim adamı olmak, akademik eğitim almak gerekmiyor. Unutulmamalıdır ki, sahabe çölde yaşayan insanlardan müteşekkildi. Oysa bugün akademik ve entelektüel boyutu zirve yapmış olan insanların iman ve küfür arasında adeta sa’y yaptıklarını görüyoruz.

Yine bizim geleneğimizde, hatta birçok akide kitaplarımızda, ‘Elfaz-ı Küfür’ diye bir bölüm oluşturulmuştur. Yani lafzi küfürler, küfür olan lafızlar demektir.Ama bazen bir amelin küfür olmasıyla kişinin kâfir olması; bir amelin şirk olmasıyla kişinin müşrik olması, birebir örtüşmeyebiliyor.Hatta zaman zaman mümin olma iddiası taşıyan bizlere küfürden bazı ameller sirayet edebilir. Ancak biz bunu yerleşik bir ahlaka dönüştürmemeyiz.Bizim ayrıldığımız nokta burasıdır.Kâfirler küfürlerinde, fasıklar fıskında,mücrimler cürmünde ısrarcı ve inatçı bir tutum sergiledikleri için, bunu yaşama ve ahlaka dönüştürdükleri için bu vasfı üzerlerinde oluşturmuşlardır.

Unutulmamalıdır,  mümin hata yapmayan, hayatı sıfır hatayla yaşayan kimse demek değildir.Mümin hatasında ve günahında ısrarcı bir tutum sergilemeyen ve imanını, eylemini, imanının samimiyetini,imanının hükümranlığını, hayatın içerisinde bizatihi canlı ve diri tutan kimse demektir.Küfrü kalıp olarak, algı olarak, mahiyet olarak reddedip ondan ayrışmamız nasıl bir imanın gerekliliği ise o vasıflara haiz olmuş bireylerden, toplumlardan ve kurumlardan ayrışmamız da o oranda imanımızın gereğidir. Ondan dolayı İslam’ın düsturları içerisinde meşru olan bir yol ve süreç,gayri meşru usullerle takip edilemez.Meşru olan bir yolagayri meşru yollarla gidilemez.

Hayatın içerisinde, bazen müminlerle kâfirlerin birtakım özellikleri duruma, konuma göre yer değiştirebiliyor. Bu bir garabet halidir. Kâfir olan bir şahısta,fıtrata ait bazı değerler canlı kalabilir. Yani bir adamın her ameli, hersözü, her davranışı küfür olmayabilir. Kur’anda“ve dediler: Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?”(43/Zuhruf,31) rivayetlere göreÜmeyye bin Es-sakafi buşahıslardan birisidir. Sakif kabilesindir. Ümeyye bin Es-sakafi, putlara tapanlara ahmak diyen,içki içmemiş,kumar oynamamış, o dönemin algısı içerisinde Tevrat’a ve İncil’e hakim olan bir kişidir.Fakat Resulullah tarafından o,Aduvullah (Allah düşmanı) diyevasıflandırılmıştır. Bir gün Bahreyn’den Mekke’ye doğru gelirken Ebu Cehil kendisini Mekke’nin girişinde karşılıyor ve diyor ki:

—Duydun mu? Muhammed,yetim Muhammed,Peygamberliğini ilan etti. Git, ona tabii ol.

Ümeyye es-Sakafi’nin verdiği cevap şu:

—Ben Abdullah’ın yetimi Muhammed’e iman edecek olursam Sakif Kabilesi’nin kadınlarına bunu nasıl izah ederim?

Müstekbirliğe,tuğyana bakar mısınız?Hatta Ebu Talip’te de öne çıkan,olumsuz özelliklerden biriside budur. Kavmi ve toplumu içerisinde yerinme duygusu. Oysaki iman insana izzet verir.Minnet altına girecek olan kâfirler olmalıdır.

Rasulullah Ümeyye es-Sakafi için, onun sözleri, şiirleri Müslüman oldu demiştir. Bu örneği şunun için veriyoruz. Fıtrat Rum suresinin 30.ayeti ile beyan edildiği üzere, yaratılışta Allah (cc)’ın insanı,en mükemmel bir şekilde,dinine uygun davranış,inanış ve yaşamla şekillendirmesidir. Onun için fıtratı zorladığınız her yer,her alan, ne adına yaparsanız yapın, patlak vermek zorundadır; bu zorlamalar yapıyı yıkacak,kodları bozacaktır,bu değişmez bir kanundur.Mesela merhametli olmak, fıtratın bir özelliğidir. “Merhamet etmeyene,merhamet edilmez.” diyor Allah Rasulü.  Merhamet fıtratın bir özelliğidir.Dürüst olmak,yetim malı yememek, karşısındaki insanı aldatmamak,yalan söylememek, sosyal hayatla ilgili yaşam biçimi. Zira kulun bir Allah’la ilişki boyutu, bir de toplumla ilişki boyutu vardır.Allah azze ve celle kendisine karşı işlenmiş suçları,kahır ekseriyette ahirete tevdi ederken, kulun kullara vetopluma karşı işlemiş olduğu suçları ise merhametinize yenilmeden, şartlar gereği dünyada uygulayın, acıma duygunuz galip gelmesin, diyor. Çünküyaşam bozulursa,adalet bozulursa, zulüm ve tuğyan egemen olursa, artık orada hiçbir şeyin anlamından bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bir şehri, bir toplumu emin kılacak olan unsur, o şehirde ve toplumda yaşayan insanların eminliğidir. Soyut anlamda şehrin havası, suyu, toprağı, güneşideğildir. Bir beldenin kutsal olmasındaki en temel özellik debudur. Mekke’yi, Mescid-i Aksa’yı, Tur-u Sina’yı kutsal kılan nedir? Dağı mıdır? Toprağı mıdır? Yeşilliği midir?Oradan gelen suyu mudur? Hayır. Allah’ın yüklediği misyondur orayı kutsal kılan. Mekke vahyin kalbi, Mescid-i Aksa Peygamberlerin huruç ettiği mekân, yine vahyin kalbi.“Ey Musa! Kutsalvadi Tuva’dasın, nalınlarını çıkar.” (20/Taha,11-12) Niçin kutsaldı? Çünkü Musa (as)  Levhaları almaya gitmişti.

Yaşamın düzelebilmesi için, küfrün mutlaka boynunun kırılması lazım. Eğer bir yerde zulüm varsa ki, kâfirler, bireysel kâfirliklerini,toplumsal küfre dönüştürmüşler ise, işte orada tuğyan, kurumsallaşmaya ve egemenleşmeye başlamıştır.

Bazı insanlar vardır inanmaz, inkâr eder, hevasını ilah edinir, Allah’a karşı teslimiyet göstermez; bu bir tercihtir. Ve dikkat ederseniz, Allah azze ve celle onları, o tercihlerinde zorlamaz, muhayyer bırakır. Niçin muhayyer bırakıyor? Yüreğini kuşatamadığımız,hiçbir şey bizim olmuyor da onun için. İman ve küfür apaçık bellidir. Dileyenküfreder, dileyen iman eder, zorlayıcıolamazsınız, bu işin hatırı yoktur, duygusallığı yoktur. Onuniçin Allah, peygamber olan babayla, müşrik olan oğlu ayırır, Hz.Nuh’ta olduğu gibi.Müşrik olan babayla, peygamber olan oğlu ayırır, Hz. İbrahim ve babası Azer gibi. Bazen iş öyle bir noktaya gelir ki; yıllarca beraber yaşadığı mümin olan bir erkekle peygamberle, müşrik olan kadını eşini ayırır, Hz. Nuh ve Hz. Lut gibi. Ama bazen de Allah, mümin olan bir kadınla müşrik olan eşini ayırır, Firavun ve Asiye gibi.

Küfür, Hz. Adem’den Hz. Muhammed (a.s)’e kadar genel anlamı itibariyle hiçbir şekliyle inkıtaya uğramamıştır.Fakat sürekli şekil değiştirmiş, bu yönüyle özellikle halkı Müslüman olan toplumlarda, küfrünkuşatıcılığı, desiseleri ve ayartıcı vesveseleri çoğalmıştır.

Bir insan bir anda kâfir olmaz, bir insanın bir anda da mümin olmadığı gibi. Resulullah’tan rivayet edilen bir hadiste: “Bir kimse mümin olarak evden çıkar, kâfir olarak döner. Kâfir olarak çıkar, mümin olarak döner.” denirken oradaki hadisi şöyle anlayabiliriz; Çünkü küfür ve imankalpte, zihinde şekil alıyor.Allah sizi kasıtlı olarak söylemediğiniz sözlerden dolayı sorumlu tutmaz. Yemindebile. Ama sözün bir bedeli vardır. Alelade konuşamazsınız. Düşüncenin, inancın bir bedeli vardır. Anlamsız bir şekilde, körükörüne, taklit üzere bir iman oluşturamazsınız. Değil taklit üzere iman oluşturmak, taklit üzere düşünce, fikir bile oluşturamazsınız.

İslam ümmetinin,bu yönüyle müctehidlik ile mukallitlik arasında sıkıştırıldığını görüyoruz.Müctehid değilsen mukallit olacaksın.Mukallit ne?Mukallit anlamını, mesnedini,gerekçesini,sıhhatini,mahiyetini bilmeden ona inanmak demektir.Mukallit kavramına ve düşüncesine İslami değerde müspet anlam yükleyen hiçbir kimseyi görmüyoruz. Oysa herkes müctehid olamaz,ömür gerekiyor,ilimderusuh sahibi olmak gerekiyor,vukifiyet gerekiyor. Peki, müctehid olmayla mukallit olmanın arasında bir çizgi, vasati bir alan yok mudur? Var ama bu çok fazla işletilmedi. Bu alan“Muhakkik”olmaktır. Yani tahkik etmek, araştırmak.Küfürden beri mi olmak istiyorsun?Küfrün ne olduğunu vahiyle tanımlayacaksın.

İnsanlar bazen küfürde tercihlerini bilinçsizce de kullanabilirler.Bugün geleneksel anlamda söylersek,geleneksel küfürler var ve bunlar kahır ekseriyette İslam toplumunda çıkıyor. Tarikat geleneği içerisinde çok yaygın olarak bulunmaktadır.Baktığınız vakit çok iyi niyetlidirler,samimidirler; hatta salih amel diyemesek bile hasenat anlamında çok güzel amelleri vardır. Ama ne yapıyorlar? Mezarlıkta yatan birisinden imdat bekliyor ve Ahirette kendisine yardım edeceği zannıyla hareket ediyorlar.Bunumasum görebilir miyiz? Davet tam anlamıyla açığa çıkmadı, amabunları görmezden gelebilir miyiz?  anlam bütünlüğü içerisinde baktığımızda, bunlar Allah’tan pay kapmak ya da Allah’tan pay kapmaya çalışanlara prim vermek demektir. Bu tarz düşünce ve amellerin masum alanlar olduğunu düşünemeyiz.Burada Meşhur ifadeyle, cahilin ibadetinin arttıkça, sapmasının da arttığını görüyoruz.

Mekke döneminde vahyin inşa sürecinde,iman bedel ödemeyi göz önüne alarak, üç temel esas üzerinde Allah’a,Ahirete ve Peygambere iman üçlüsünde şekil alıyordu. Ve onun için Mekke’de alabildiğince yoğun baskılara, işkencelere, tecritlere, hatta şehadetlere varan süreçlere rağmen dinindendönen hiçbir şahsiyet göremiyoruz.Ama Medine’de çok görüyoruz. Uhud Savaşı’nda 300 kişilik bir ekip ordudan ayrılarak Resulullahı yarıyolda bırakıyorlar.Oluşturdukları negatif enerji, o demoralize yapı, zaten sıkıntı ve zorluk içinde olan Müslümanları daha da zor bir duruma sokmuştu. Cihad ayetleri gelmeden önce, kendi aralarında ne zaman cihada gideceklerini sorup duran, cihadı arzulayanlar, sürekli aralarında bunun edebiyatını yapanlar,Allah’ın henüz cihadı farz kılmayıp izin verdiği ilk aşamada bahaneler üretmeye başlamışlardı. İmanlarında samimi olmayanlar, daha doğrusu küfürlerini gizleyenler, ‘bugün hava çok sıcak savaşılmaz’ diyorlardı. Allah ne diyordu: “Cehennem daha sıcak.”Uhud’danşehid haberleri Medine’ye gelince şöyle demeye başladılar: ‘Gitmeselerdi öldürülmezlerdi.’ Allah ne diyordu: “Haydi, ölüm geldiğinde savsınlar bakalım başlarından.”Peygamberin yanında olmanız bile sizi kâfirlikten kurtarmayabiliyor. Onun için ne zaman ve neredeyaşadığınız, kimin soyundan olduğunuz, atanızın değerinin ne olduğu hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu din öyle bir din ki, insanı Mekke’den cehenneme, Moskova’dan,Tel Aviv’den Cennete gönderiyor.  Çünkü iman ve küfrün mücadelesi hiçbir zaman için akamete uğramıyor.

Kur’an’da Peygamberlerin tevhid mücadelesi baştan aşağı taranınca görülecektir ki, istisnasız her peygamberin hayatında, Hz.Adem’in o ilk evrelik sürecini bırakalım, çocukları Habil ve Kabil’le başlayan bir süreç vardır. Sürekli bu iki ayrı dünyanın, iki ayrı karakterin, iki ayrı hayatın mücadelesi vardır ve bu mücadele hep sürecektir. Vahyebaktığımız vakitte kıyametin sadece kâfirler üzerine değil, müminler üzerine de olduğunu görüyoruz. Onun için kıyamete kadar imanla küfrün mücadelesi hiç bitmeyecektir. Herkes yerini alacaktır. Bu dünyada almamış gibi görünürsünüz; ama bundan kaçamazsınız,ya bilinçli alırsınız, ya da bilinçsiz.Ya hevanızı ilahlaştırırsınız, Allah’ın dinini anlamsızlaştıranlara prim verirsiniz, onlar egemen olurlar ve akıbet cehennem olur; ya datercihinizi Hakk’tan yana kullanırsınız Allah sizi nimet yurdu cennetle müşerref kılar. 

Allah müminleri izzetli, kâfirleri zelil kılmıştır. Ama bugün dünyaya kâfirler egemendir.Bugün,  bu ümmetin böyle zillet içerisinde yaşamasının gerekçesi nedir?Bu iş nüfus, güç, iktidar meselesi değildir. Maalesef Müslümanlarda şöyle bir algı yerleşmiştir: Küfrü alaşağı edebilmek için güçlü olmak gerekiyor.Oysa Resulullah, ‘Mekke’de ne ile başladı bu davaya? Tek başına yola çıkmamış mıydı?

Hâlbuki tarihi süreçler içerisinde iktidarı,yönetimi, idareyi elinde bulunduranlar hep Müslüman olma iddiası taşıyan zümrelerdir.Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Fatimiler, Karahanlılar, Endülüs Emevi Devleti, Osmanlı…Bakıyorsunuzdönemsel, pragmatist yaklaşımlarla değer üretiliyor, toplumları efsunlamak adına. Resulullahın bıraktığı miras, sadece bir çeyrek asır yaşanması gereken miras mıydı?Sadece küfrü tespit etmek yetmiyor yahut sadece tel’in etmek.Küfürle bir ayrışma içerisinde bulunmak lazım.Ayrışma iseöncelikle iç bünyede,zihinde, kalplerde başlar.

Kur’an’da kalplerinmühürlenmesi, kulakların sağır edilmesi, gözlerin kör edilmesi bir akıbettir. Bir başlangıç değil, bir sonucun ifadesidir. “Allah onların kalplerine mühür vurmuştur.”Allah niye bir kalbe mühür vurur ki? Allah bir kalbe mühür vurmak isteseydi,  niçin Peygamber, kitap ve nebi göndersin ki?  Ancak onlar küfürlerini,inkârlarını, ısrarlı bir tercihe dönüştürmüşlerdir. Onun için Allah onlara zulmetmiyor; Allah onları saptırmıyor ta ki, onlar zulmü ve sapmayı murad etmedikleri sürece.İlahi yasa böyle işliyor.

Yine önemli bir konuda “Onları uyarsanda uyarmasan da birdir,iman etmezler.”(36/Yasin, 10) Bu dikkatleri celbeden bir ayettir. Diğer taraftan da Allah, Peygamberine “Cahillerden, yüz çevir.” (7/A’raf, 199) diyor. Kâfirlere anlatsak da,anlatmasak da bir,inanmıyorlar. Cahillerden de yüz çevireceğiz. Peki, kime anlatacağız bu dini?Kiminle bunun mücadelesini yapacağız?Kâfirlerle, zalimlerle mücadele,sadece savaş boyutunda değildir.Bir taraftanda o kâfirlerin ve zalimlerinde Allah’ın diniyle buluşması,hatta bir anlamda hidayetlerine köprü olabilmektir. Resulullah Velid bin Muğirelerin, Utbe bin Rebiaların, Ümeyye bin haleflerin,Ebu cehillerin ayaklarına niye gitti?Kur’an’ın ifadesiyle onlar rics idi, pislikti; çünkü onlar müşrik idiler. Ama Resulullah onlara gitti. Allah, Hz.Musa’yı da Firavuna göndermişti.

Biz hiçbir zaman için, muhatabımızın iman edip, etmeme noktasında bir karar verebilme merciinde değiliz. Hatta Peygamberin bile böyle bir mercide olmadığını görüyoruz. Buna yönelik kim bir kanaat ve görüş ortaya koyarsa, gaybı taşlamış olur. Çünkü bir insana hidayetin gelip gelmeyeceğine dair elimizde hiçbir belge yok. Bu tamamen gaybi bir meseledir. Bize düşen yükümlülük, bir insanın dünyayla ilişkisi kesilene kadar, şatlar ve hukuka göre,onu Allah’ın dinine davet etmektir. Hiç bir kimseden ümit kesilemez, kimsenin de böyle bir hakkı yoktur.Allah, bir boyutuyla da Hz.Musa’ya Firavundan bile,ümidini kesmemesi gerektiğini öğretmiş aslında.

“Firavuna gidin; çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki nasihati dinleyenlerden olur yahut korkar.” (20/Taha, 43-44) Çok dikkat çekici bir ayet. Kâfirlerin elebaşları, sembol isimleri vardır. Mesela uç bir örnek olarak, bugün, Binyamin Netanyahu ‘ben Müslüman oldum’ dese,Kelime-i Şehadet getirse ne yaparız? Ona ‘sen Müslümanolamazsın’ diyebilir miyiz? Bu kadar zulmetti, ne olacak? Yanına kar mı kalacak? Allah, Adil-i Mutlak olandır. Küfrün sembol ismi de olsa Müslüman olan, Müslümanın kardeşi olur. Onun için Resulullah, Vahşi’nin mümkün mertebe kendisiyle karşı karşıya gelmemesini istemiştir. Ve Vahşi de Resulullah’ın bu isteğini yerine getirmiştir. Çünkü Resulullah onu gördükçe hüzünleniyor, aklına amcası Hamza’nın Uhud’daki parçalanmış hali geliyordu. Elbette bunun bir de insani boyutu vardır; bu inkâr edilemez. Ama Resulullah bile,sen iman edemezsin, deme hakka sahip değildir, hiç kimse değildir.

Çünkü Abdullah İbni Mesudun(r.a) dediği gibi “Biz, birisinde fasit hatta küfrü bir amel gördüğümüzde,onun o yanlış olan ameline, zulmüne karşıydık, onu ondan koparmaya çalışırdık.” Müslümanlar da mümkün mertebe Abdullah İbni Mesud’un belirttiği gibi davranmak zorundadır.Oysa bugün, İslam toplumuna bakıyoruz, Müslümanların içerisinde sürekli bir bölünme var.Marşlarda ümmet olmak kolay; bayrakları,fragmanları,kareleri oluşturuyoruz, Çeçenya, Bosna,Kürdistan, Tacikistan diyoruz;ama aynı mahallenin içerisinde, iki Müslümanla beraber iş yapamıyoruz.Sonrasında sürekli bir yerlere vaveylalar gönderiyoruz, feryadı figanlar ediyoruz.Problem nerede? Bu konuda özeleştiri yapmak zorundayız. Müslümanların artık mağdur ve mazlum edebiyatı yapmaktan vazgeçmeleri gerekiyor.Kâfirlerden aman dilemek,onlardan merhamet beklemek, ya da o birleşmiş kâfirlerin,bireysel kâfirlerin toleransı nispetince yaşam içerisinde anlam bulmaya çalışmak, Müslüman için mümkün değildir, bu onun için zulldür.

Kur'an'da kâfirlikle alakalı, yine çok dikkat çekici bir anlam boyutuda nankörlüktür. Nankör ve inkâr kelimelerinin aynı kökün kalıpları olduğunu görüyoruz.Kâfirliğin, bir anlamda nankörlükle başlayan bir süreç olduğunu müşahede ediyoruz. İnsan neye nankörlük eder?Yaratılışına, Yaratıcısına, nimetlere, iman nimetine, akletme nimetine, irade nimetine nankörlük ediyor.Abese suresi 17. ayette Allah, “Kahrolası insan! Rabbisine karşı ne kadarda nankördür.” buyurmaktadır. Hayatın içerisinde kendimize, dostlarımıza nankörlük ettikçe, Allah’a doğru nankörlük etmeye giden tehlikeli bir süreç başlıyor.Allah’ın hakkına karşı nankörlük ettikçe, küfreyaklaşırız. Çünkü küçük günahlar, büyükgünahlara, büyük günahlarda insanı küfre götüren bir süreçtir. Onun için nankörlüktenolabildiğince uzaklaşıp, nimeti idrak edip, bunuhamde, şükre dönüştürmemiz gerekiyor. Zira kâfirler, nankör insanlardır. Her nankör kâfir değildir belki;ama her kâfir nankördür.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN