Unutulmayan kitap: "Milliyetçi miyiz, Müslüman mıyız?"

Tanıtmaya çalışacağımız elimizdeki kitap Mehmet Sünbül'ün “Milliyetçi miyiz? Müslüman mıyız?" kitabı. Bu kitabın 1992 yılında 4. baskısı Objektif Yayınevi'nden çıkmış. Bu kitabı şuan için belki yayınevlerinde bulamayabilirsiniz fakat kitap milliyetçi camianın içinden gelen biri tarafından yazılması sebebiyle önem arz ediyor. O yüzden kitap tanıtımımızı oldukça geniş tuttuk.

13-03-2010


Hikmet Ertürk
İslam ve Hayat

Tanıtmaya çalışacağımız elimizdeki kitap Mehmet Sünbül'ün “Milliyetçi miyiz, Müslüman mıyız?" kitabı. Bu kitabın 1992 yılında 4. baskısı Objektif Yayınevi'nden çıkmış. Bu kitabı şuan için belki yayınevlerinde bulamayabilirsiniz fakat kitap milliyetçi camianın içinden gelen biri tarafından yazılması sebebiyle önem arz ediyor. O yüzden kitap tanıtımımızı oldukça geniş tuttuk.

Kitap takdim ve önsöz ile başlayıp Mehmed Sünbül ile yapılan bir röportajın yer aldığı 13 bölümden oluşuyor.

Kitabın ilk bölümünde şu ifadelere yer verilmiş.

“Muhteşem bir ahenk içinde sayısız harikalarla dolu olan kai­natın, bir tesadüf eseri meydana gelmediğini bilen; bu güzelliklerin, eksiklikten münezzeh kâmil sıfatlarla muttassıf, Kadir, Semi, Basir, Alim, Mütekellim, EI-Hayy, Kamil, irade sahibi ve tek yaratıcı olan Yüce Allah (cc)'ın "Kün" (ol) deme­siyle tezahür ettiğini idrak eden insanlar, O'nun ve Resulünün verdiği haberlerin va'z ettiği hükümlerin de mutlak doğrular olduğunu, hakikatı yansıttığını bilirler. Akıllı ve firaset sahibi insanlar, tefekkür hayatlarını, eşyayla ve insanlarla olan münasebetlerini, vahiyle bildirilen hakikatleri esas alarak tan­zim etmenin en hayırlı ve doğru yol olduğunun farkındadırlar. Bu yolun haricinde başka yollar takip etmek, hakikatten uzak­laşarak, hurafelere dalmaktır. Ezelin, ebedin hakimi, olan, eşyanın ve olayların hakikatini bilen yüce Allah (cc)'ın Kitap ve Resulleri vasıtasıyla bize bildirdiklerinin hepsi hakikatin kendisi, vaz' ettiği hükümler ise fıtratımıza uygun, hakkı bul­maya müsait kusursuz kanunlardır.

Allah (c.c.)'ın katında makbul olan iman, Allah Teala'nın dinini, Hz. Muhammed (S.A.V)ın bildirdiği haberleri kati sur­ette kalben tasdik etmektir. İmanımızın sahih olması ve müslüman olmamız için, Resulullah (S.A.V)ın din namına bil­dirmekte olduğu bütün haberleri, hükümleri kalp ve lisan ile kabul ederek, bu emirlerin en doğru hükümler, haberlerin de en doğru haberler olduğuna iman etmemiz şarttır. Eğer, bu inkiyadı, teslimiyeti gerçekleştiremeyecek Allah'ın vaaz ettiği hükümleri beğenmiyor, doğrulamıyor mut'i olamayıp pazarlığa kalkışıyorsak, Yüce Rabbimizin uluhiyetine boyun eğmemiş, emir ve nehiylerini benimsememiş oluruz. Allah Teala'nın emirlerini benimsememek, O'nun bildirdiği haberleri yalan­layın hareketler izhar etmek veya bu mahiyetteki fikirlere inan­mak, Kur'an-ı Kerim'i yani, vahy'i yalanlamak olur, böyle bir eylem ise insanı imandan çıkarır. İmanı korumak, İslam'dan çıkmamak için, İslami hükümlerin tamamını tasdik etmek, nassları hafife almamak, alay etmemek ve Allah'ın emirlerini cdâ etmek hususunda gayretli olmak şarttır.

Bütün kafirler, muhteşem güzellik ve harika bir yapıya sa­hip kainatın oluşumunu, kabullenilemez bir saçma gerekçeyle, tesadüfe bağlamaları neticesindeki hakikati, bile bile inkar ettik­lerinden, beşeriyetin en büyük yobazları ve yalancılarıdırlar. Onların şerrinden ve aldatmacalarından korunmak için, insanlara hakikati öğretmek, bâtılı teşhir etmek üzerimize farzdır. Hakikaten (ilimden) uzaklaşmamak için ilim elde etme metodunu kavramak, olayları ve eşyayı değerlendirirken esas almamız ge­reken hareket noktamız olan vahiyle bildirilen haberleri, hayata geçirme yolunu bilmek bir zarurettir. İlim, hakikati bilmekten ibarettir. Her şeyin hakikatini, aslını en iyi bilen Allah'dır. Gerçeği öğrenmek isteyecek olan insanların baş vuracakları ilk kaynak, Allah(cc)'ın bizlere Resulleriyle bildirdiği haberlerdir. Allahü Teala'nın kitabında ve Resulü Ekrem (S.A.V.)'ın: sünnetinde yer alan her bilgi kat’idir. Bu hususta hiçbir mü'min ihtilaf etmez. Dolayısıyla, ilmin "haber (vahiy), duyu organ­larının faaliyetleri ve istidlal" ile elde edileceği hususunda, şanlı İslam alimleri müttefiktirler.

Bir müslümanın, hakikatten uzaklaşmadan ilmî davranması için, karşılaştığı meselelerin çözümünde takip etmesi gereken ilk yol, Kur'an ve Sünnete müracaat etmektir. Bir meseleyle il­gili tavrını belirlemeden önce Allah (cc)'ın ve Resulünün o olayla ilgili değerlendirmesini, hükmünü öğrenerek, dav­ranışının vahiy'in bildirdiği gerçeklerle çelişmemesi, dolayısıyla hataya düşmemesi için azami gayret göstermesi her mükellefin üzerine farzdır.

Bizler neyin iyi, neyin kötü olduğunu aklımızla her zaman idrak edemeyiz. Aklımızın temel görevi; vahiyle bildirilenlerin idrakine varmamıza, ona uygun olarak hayatımızı tanzim etme­mize alet olmaktır. Vahiyle bildirilmemiş bazı doğruları, güzellikleri tespit etmek de aklın fonksiyonları içinde sayılırsa da, nefsin bizleri tuğyana sürüklememesi için nassları rehber al­mamız şarttır, imanımızın gereğidir. İsabetli bir şekilde hükmetmek, yaratıklar hakkında bilgilenmek için takip edeceğimiz yegane bilgilenmek yolu ve ilim metodu "vahiy + duyu organlarının faaliyetleri + akıl yürütmedir". Bu metodu esas alıp almamak İslam'a girmenin veya ondan çıkmanın da ilk ve temel basamağıdır.

Bilginin ve doğruların kaynağını, duyu organlarının faaliyet­leri ve akıl yürütme ile sınırlandıran ideologlar (felsefeciler) vahiy'i kabul etmediklerinden veya esas almadıklarından küfre gir­mektedirler. Güzelin ve doğrunun tespitinde yegane ölçü olarak "duyu organlarının faaliyetini ve aklın kendisini" kabul eden felsefeciler, ideologlar , benimsedikleri belli bir tezi (kabulü, esas aldıkları değeri) ve O tezin tabii sonuçları olan bazı hükümleri vaz ederek yeryüzünde olması gereken ilahi nizama mukabil beşeriyete nizam vermek iddiasındadırlar.

İdeologların, kabullerine esas aldıkları değere uygun olan tezlerin tabii sonuçları olarak ortaya attıkları prensip ve kanun­ların sahası, bazen metafizik hayatı ve ahireti de yorumlayacak boyutlara varmakta, bu sahada da hükümler vaz' edilmektedir. Marksist ideolojilerin ahiret ve insanın yaratılışıyla ilgili hükümleri, bu olaya, bariz bir örnek teşkil etmektedir. Bazı ide­olojiler de, (kapitalizm, Milliyetçilik gibi) "uhrevi konular, vicdan işidir" veya "kavimlerin kimlik bulmasına yarıyor" "atalarımızın dinidir" gibi gerekçelerle, esas aldıkları değerlere uygun kabullerden kaynaklanan tezlerine payanda yapmak için, insanların ahiret ve ilah inancına dokunmamakta, inancın ver­diği enerjiyi tezlerini teyit edici yönlere kanalize etmeye çalışmaktadırlar.

Netice itibariyle; ideolojilerin hepsi beşeri hayatı tanzim et­mek, eşyaya kıymet biçmek, olayları yorumlamak ve doğruyu, iyiyi tesbit etmek için, tezlerine temel aldıkları kabulleri, değerleri "tek" ölçü olarak benimsemişlerdir. İdeolojilerin mi­henk olarak benimsedikleri kabuller ve değer ölçüleri, ideologla­ra göre değişiklik arz etmektedirler. Mesela, Marksiszmin değer yargılarına ölçü olarak aldığı kabulü "emeğin sömürülmemesi ve işçi sınıfının refahı" tezine dayanmaktadır. Milliyetçilik ide­olojilerinde ise, kavimlerin menfaatleri esas alınmakta "her şey bizim kavmin bekası ve mutluluğu için" düstûru ileri sürülen diğer tezlere kaynak teşkil etmektedir.

Bütün ideolojiler metafizik muhtevasından sıyrılmış bir fel­sefedir. İslam alimlerinin, felsefecilerin kafir olduklarını izhar ettiklerini bilen batıcı laik kadrolar, felsefeyi bu kelimenin (ide­olojinin) arkasına sığındırmışlardır. Felsefecilerin tekfir edil­mesinin ana sebebi, doğruların ve yanlışların tespitinde vahyi değil aklı esas alarak bilginin kaynağını “duyu organlarının faaliyetleri ve istidlal (akıl yürütme)" olarak kabul ederek, va­hiyle bildirilen doğrulan, benimsememiş olmalarıdır. Bilginin kaynağını duyu organlarının faaliyetleri ve akıl yürütme ile sınırlandıran ideologlar da, vahyi, doğrudan doğruya veya do­laylı olarak inkar ettikleri için küfre girmektedirler.

İdeolojiler üretim, üretim araçlarının mülkiyeti, tüketim gibi konularda, hareket prensiplerinde ve tarihin hareket seyrini yorumlamada, değer ölçülerinde helal ve haram hudutlarını esas almazlar. Vahyin bildirdiği doğruları benimsememek, hakkı tespitte ölçü olarak Allah (cc)'ın hükümlerini değil, sınıf menfaat­lerini veya milli menfaatleri esas almak, Allah (cc)'ın bildirdiği hak ve batıl hudutlarını inkar etmek olacağından, böyle bir ey­lem imanı bozarak küfrüde beraberinde getirir. Şanlı müçtehid ve alimlerimiz, "küfrü", Resulü Ekrem (S.A.V.)'ın getirmiş olduğu haberlere (Kur'an ve Mütevatir Sünnete) inanmamak, onları yalanlamak ve razı olmamak" olarak tarif ederler. Bu sarih hükümden de anlaşılacağı üzere, Delaleti ve Sübûtu kati olan Nass'ları yalanlayanlara kafir denir. Bu yalanlama iki türlü olur; birincisi kati nassları doğrudan doğruya inkar etmekle, diğeri ise Ayet ve Hadislerle bildirilen haberlerin zıddı olan hükümleri tasdik etmek, benimsemek ve razı olmakla tahakkuk eder. Her iki halde de hakikat (vahiy) yalanlanmış, hurafeler tas­dik edilmiş olduğundan gerçek örtülmüş, küfür fiili işlenmiş olur.

İslam milletinin vahdedini bozmak için "Batılı Kafirler" ta­rafından ortaya atılan kavmiyetçilik fitnesinin tohumunun, kol­era mikrobu gibi bir anda bütün İslam beldelerini sardığı bir vakı'adır. Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük, Persçilik sıfatlarıyla fitne ağaçları yeşerip, kök salmış ve günümüze kadar mevcudiy­etini korumayı başarmıştır. Bu hastalığın Anadolu'daki tezahürü de "Türk Milliyetçiliği İdeolojisi" adı altında icraya konulmuştur.

Osmanlıda, Mustafa Celaleddin Paşa olarak bilinen Aleksandre Borjensky vasıtasıyla Anadoluya giren Türkçülük akımı, kummbaracı Ahmet Paşa olarak anılan, aslen Yahudi Contte de bonneval ile Amerikancı bir kapitalist olan Pervus tarafından geliştirildi. Daha sonra Tekin Alp olarak bilinen Moiz Kohen, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, M.Emin Yurdakul adındaki şahıslarla "Türkçülük" hız kazanmış, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi ideolojisi halini alarak, gücünü artırıp günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.

İdeolojilerin hepsinin ortak bir yönü vardır, ki o da; belirli tezi (kabulleri) ve o tezin tabii sonuçları olan hükümleri beraberlerinde getirmeleridir. Türk Milliyetçiliği ideolojisinin hareket noktası ve prensipleri "Milletler Mücadelesi esastır" tezinden kaynaklanmaktadır. Bu kabule göre, olayların değerlendirilmesi, tarihin hareket seyrinin yorumlanması milli menfaatler" esas alınarak yapılmalıdır. (Alparslan Türkeş'in 9 ışık doktrini ve Milliyetçilik umdesi.) Bu nedenle milliyetçilik ideolojilerinde "Milli Menfaatler her şeyin üstündedir" ve "Milletimin menfaatini esas alırım" şeklinde ifade edilen esas kabullerden hareketle, bu tezin tabii sonucu olarak hükümler vaz' edilmekte, eşyaya ve olaylara kıymet biçilmektedir.

Türk Milliyetçiliği ideolojisinde de, bir şeyin doğru veya yanlış, güzel veya çirkin oluşu konusunda hükümler vaz' edilen, kıymetler biçilirken, ölçü olarak; o işin Türk Milletinin menfaatine uyup uymamasına bakılır. Eğer o iş, Türklerin hakkiye­tine, bekasına veya ticari gelirlerine, şan ve şöhretine katkıda bulunuyorsa "o iş doğrudur" milli bir menfaat yoksa "o yanlıştır" sonucuna varılır ve bu yönde hükümler, değer yargıları oluşturulur. Dolayısıyla, Türk Milliyetçiliği ideolojisinde de, doğrunun  ve güzelin  tespitinde  vahiy esas alınmamakta, ilkel bir egoizm hüküm sürmektedir.

Türklerin veya Arapların menfaatine uyuyorsa, o iş iyidir, doğrudur, fakat Türklerin çıkarlarına aykırıysa o iş kötüdür, yanlıştır şeklindeki değer ölçüsü bir nazariye safhasında da kal­sa, bu kabul esas alınarak hükümler ve prensipler de va'z edil­miş olsa, her iki halde de; vahiyle bildirilen mutlak doğrular be­nimsenmemiş, güzelin ve doğrunun tespitinde Allah Teala'nın koyduğu hududların haricinde, milli menfaatler esas alınarak yeni hudutlar ihdas edilmiştir. Kitap ve Sünnette bildirilen doğrulara aykırı olan, uydurma hükümlerle ortaya atılan "sözde doğruları" tasdik eden bir mükellef, vahiyle bildirilen mutlak doğruları yalanlamış olur. Hem Allah (cc)'ın va'z ettiği hükümler doğrudur, hem de benim kavmimin menfaatlerine uy­gunluk arz eden diğer beşeri değerler de doğrudur, denilemez. Böyle diyenler, beşeri hükümleri Allah (cc)'ın o sahadaki hükümlerine denk tutmuş olacaklarından, kavimlerinin menfaat­lerini Allah (cc)'a ve O'nun rızasına eş koşmuş olurlar. Allah Teala (cc)'ya inanmakla beraber, kudret ve hüküm koymada, rızasını gözetmede O'na denk başka varlıkları da tanımak ve on­lara da hüküm koyma hakkı tanımak ise şirktir.

İnsanların Milli menfaatlerini veya şahsi kanaatlerini (ki bu sadece bir zandır) esas alarak uydurdukları sözde doğruları tasdik eden kimseler, Allah (cc)'in bildirdiği hakikatleri kısmen de olsa yalanlamış olurlar. Allah (cc)'ın bir hükmünü veya haberini ya­lanlayan ise tıpkı tamamını inkar etmiş gibidir, böyle bir ey­lem insanı dinden çıkartır.

Allah'ın hükmünü yalanlamak, ya doğrudan doğruya hara­ma, helal demek suretiyle veya dolaylı yoldan yalanlamış ol­makla gerçekleşir. Mesela; Kur'an'da "kız evlada bir pay, erkek evlada iki pay" verileceğine dair, miras paylaşımıyla ilgili hüküm mevcuttur. Bu, en güzel hikmetlerle dolu ilahî bir hükümdür. Bize düşen, "duyduk ve iman ettik, benimsedik" de­mektir. Bu açık hükme rağmen "kız ve erkek çocuğa eşit paylar verilir" şeklindeki, cinsler arasında Allah'ın koyduğu "hak" hu­dudunu tanımayan laik miras kanununa "doğrudur" diyen, Al­lah'ın bu konudaki malum hükmüne "yanlıştır" demiş ola­cağından, böyle bir söz ve fikrin sahibi, vahyi inkar etmek durumundadır. Bu inkar hali, bir dolaylı küfür çeşididir. Ayrıca gaybı bildiğini iddia eden bir kahini tasdik eden mükellef, Al­lah (cc)'ı dolaylı olarak yalanlamıştır. Çünkü gaybı yakinen Al­lah (cc)'dan başkasının bilemeyeceği Kur'an da sabittir. Kahini doğrulayan bir kimse, ister istemez Kur'an'da Allah (cc)'ın ver­diği haberi yalanlamış olur ki bu da, dolaylı küfre (inkara) örnektir. İşte bunun gibi, beşeri ideolojileri ve kanunları doğrulayanlar da Allah(cc)'ın o sahada va'z ettiği hükümleri do­laylı veya dolaysız olarak yalanlamış olacaklarından, müslümanlık vasfını kaybederler.

Türk milliyetçiliğini ideoloji haline getiren insanlar da esas aldıkları kıymet ölçüleri gereğince, olayları değerlendirirken (bi­lerek veya bilmeyerek) Allah indinde kerih ve yanlış olan birçok olay ve varlığa tazim etmekte, doğrulamakta ve bu hu­susta kanunlar, hükümler, prensipler oluşturmaktadırlar.

 Bu konuda birkaç örnek vereceğim; Türk Milliyetçileri, İslam dininin yayılmasına, hakimiyetine ve kültür birikimine büyük bir darbe vurmuş, İslam yurdunu yıllarca talan ederek kan ve zulme boğmuş azılı kafir Cengiz Han ile "Türklükle olan alakasından dolayı" övünürler, Türk büyüğü olarak kabul ederek de ona tazim ederler. Halbuki kafire tazim'in kat'i haram­lardan olduğu sabittir "Kafire tazim ederek hürmet göstermek küfürdür." fetvası, bu cinayetin korkunçluğunu, Kavmi menfaatlere göre olayları değerlendirmenin nasıl bir yan etkiyle, insanı ne hale sokacağına basit bir örnektir. Tarihin hareket seyri değerlendirilirken; olaylar, milletler mücadelesi veya menfaati esas alınarak değil de, Allah'ın rızasına ve İslami hükümlere uygun olup olmamasına göre kıymetlendirilseydi, . Cengiz'in Allah'ın düşmanı, milyonlarca müslümanın katili olduğu müşahede edilir. İslam'ın kötü gördüğü bir olayın ve şahsın iyi görülmesi cinayeti işlenilmezdi. Mana itibariyle ilgi­li bütün fıkıh kitaplarında bulunan şu hükümde; hoşumuza gid­en her şeyi yapma, dilimize gelen her şeyi söyleme özgürlüğüne sahip olmadığımızı, Allah'ın güzel gördüğünü güzel, kötü ad­dettiğini de kötü görmek mecburiyetinde olduğumuzu, değer yargılarımızı da İslam'a tabi kılıp kılmamakta muhayyerliğin bulunmadığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. "Mutlak surette* şer'an batıl ve hakir olan bir şeyi tazim ile anmak ve böyle bir şeye hürmette bulunmak küfrü icab edeceği gibi, şeriat nazarında aziz ve muhterem olan bir şey'e hakaret etmek de küfürdür. Böyle bir şeyi kasten, zorlama olmadan irtikab eden kimsenin hemen dinden çıkmasına hüküm olunur.

Yine "Atilla'nın Roma'nın kalbini deldiğini" Marş haline getirterek övünç vesilesi yapan Milliyetçi çevreler, bu olayda da "Türklerin menfaati" teorisinden hareket ettiklerinden, hakikati ters yüz etmektedirler. Olayları, Türklüğün kuvvet ve menfaati yönünde kıymetlendiren bir kimseye göre, Atilla Türk olduğu için Hz.İsa'nın ümmetine karşı da savaşmış olsa, netice itiba­riyle o Türklerin soydaşıdır, o halde haklıdır. Olaylara Türklerin menfaati esas alınarak bakılacaksa, doğru ve yanlışların tesbi­tinde ölçü olarak, Türklerin çıkarları ve hakimiyetleri kabul edilecekse, bu yaklaşım isabetlidir. Fakat, bir şeyin doğru veya güzel olduğunun tesbiti hususundaki mihenk, Allah (cc)'ın bil­dirdiği hükümler ve O'nun rızası ise; O zaman Atilla olayı ile ilgili olarak Türk Milliyetçilerinin yaptığı değerlendirmeyi red etmek ve hakikate teslim olmak gerekir. Şöyle ki: Atilla'nın yaşadığı tarih, İslam'ın nüzulünden evveldir. (M.S. 400-450) yıllarında) islam'ın gelişinden evvel dünyadaki hak din ise Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlar, Hz.Muhammed (S.A.V.)'m da­vetinin başlamasına kadar geçen zamanlarda, inançlarına bazı hurafeler karıştırmış olmalarına rağmen, hak din olan "iseviliğin" mensubuydular, tevhid dininin yeryüzündeki tem-silcisiydiler, İslam'a en yakın ve putperestliği iptal etmek için mücadele eden millet idiler. Atilla ve ordusu ise, gök ve yer tanrıları gibi birçok ilaha inanan müşrik kafirlerdendi. Hz.İsa'yı Peygamber olarak gönderen Allah'a iman edenleri öldüren ve ha­raca bağlayan, kendi küfür ve zulmünün tahakkümü altına al­mak için savaşan Atilla ve Ordusunu nasıl tazim ederiz? Onları hangi ölçüye göre haklı görebiliriz? Bu olayda, övünülecek bir taraf  yoktur, bilakis müstekbirler galip, 'müstaz'aflar mağlub olduklarından, insanlık adına utanç duymak, Atilla gibi bütün zorba kafirlere lanet ederek, hakikate teslim olmak şarttır.

İslam'ın tebliğ edildiği yıllarda bile, putperest Pers İmparatorluğuyla savaşan Hıristiyan Doğu Roma İmparatorluğunun galip gelmesini "temenni" eden Ashabın bu tavrını Allah Teala (cc)'nın da tasvip ettiğini, Rum Suresindeki 2, 3 ve 4. ayetlerden anlamaktayız. Kitap ehli olan Doğu Roma'nın, Pers İmparatorluğu karşısında hezimete uğramasına üzülen Ashabın bu tavrı, tevhidi bir tavırdır ve hakkı temsil et­mektedir. Başlı başına bu olay bile feraset sahibi insanlara, olayları değerlendirmede neyin ölçü alınması gerektiği husu­sunda çok şey anlatmaktadır. Atilla olayında da, hangi tarafın zalimi, hangi tarafın mazlumu temsil ettiği husus, ölçüsü va­hiy olanlara malumdur. Türk de olsak, Rum da olsak, Arap da olsak hakkı ve batılı tespit etmeye yeltendiğimizde ölçü kav­mimizin menfaati olmamalı, İslam ve O'nun ölçüleri olmalıdır. Tevhidi ölçüye göre ise, Atilla gerçeklen kahraman ve şerefli bir insan değildir. Zalim ve şerefsiz bir insan olarak, gerçek çehresiyle insanlara tanıtılmalıdır.

 Milliyetçilik ideolojisi, ulusal birliğe; kavminin kuvvet bulması, zengin olması, elde etmek istediği menfaatleri de kolay elde edilmesi amacıyla, çok önem verir. Tek gayeleri, milli menfaatler olduğundan bu menfaatlere zararı olan her türlü engellere, toplumlarının içindeki ihtilafları; ulusal çıkarlara  herhangi bir bozukluk getirmeyecek şekilde izale etmek için, harekete geçerken de vahyi değil, "milli menfaatleri" esas almaktadırlar. Milli menfaatleri esas almak neticesinde haram helal, helalin de haram kılınması suretiyle, vahiyle bildirilmiş prensiplerin ne şekilde reddedildiğine örnekler çoğaltmak mümkündür.

Örneğin: Allah (c.c.) tarafından kendisine dinde hüküm verme yetkisi verilen Rasulullah (s.a.v.) diyor ki: "Hilali görmekle orucu tutun ve yine hilali görmekle bayram edin. Eğer hava bulutlu olduğu için hilali göremezsiniz Şaban ayı günlerini otuza tamamlayın" (İbn-i Humam, Fethu'l-Kadir c. sh.52-53; Sahih-i Müslim, İst. 1401) "Orucunuz, hepiniz oruç tuttuğu gündür, bayramınız da hepinizin iftar ettiği gündür (Tirmizi'dcn alınma, İbn-i Abidin Reddü'l-Muhtar, İst. 19£ c.4, sh.257)

Bu iki hadisten hareketle İslam alimleri, hilalin gözlenip  gözle görülmesinin, orucun başlayışı ve bayramın ilanı için esas olduğunu, orucun başlayış ve bitiş tarihinde gözlemin esas alındığını, takvim hesabının, hilalin gözlenmesinin yanında geçerli olmadığını hükme bağlamışlardır. (Fetavay-ı Hindiyye, Beyrut, 1400, c.l, sh.197-198; Ayrıca, İbn-i Abidin, Reddü muhtar, İst. 1983, c.4 sh.263)


İslam'ın bu konudaki hükmünün, gözlem olduğu; hilal görülmesiyle orucun ve bayramın başlayacağı apaçık bir gerçekken; ulusal bütünlüğü korumak, Türklerin görüş ayrılıklarına düşerek bu konuda farklı hareket etmelerinin önüne geçmek düşüncesiyle "hilal gözlemini" değil, astronomik hesapları esas alanların; hemen hemen her sene, takvim hesaplarının tut­madığına, hilalin takvim hesabından bir gün önce gözüktü­ğüne, neticede; milli birlik hatırına, Ramazan orucunun farz olduğu günde oruç tutmamayı benimsemeleri suretiyle, haramı helal kıldıklarına şahit olmaktayız.

Dinin tebliğcisi ve hükümleri açıklama makamı olan Hz. Peygamber'in: "Hilali görmekle oruç tutun..." hadisi vahiy ürünü ve her iman edeni kayıtsız-şartsız bağlayan bir hükümdür. Bu hükme göre, hilali gören her mükellefe, Rama­zan orucu tutmak farz olur. Mükellefler, hilali görmelerine rağmen "ulusal bütünlüğü bozmayalım, aşiretimiz veya idareci­lerimizle beraber başlayalım ki, toplumsal birliğimiz sağlansın" diyerek, o gün oruç tutmayıp, takvimdeki başlangıç tarihini esas alarak, bu tarihi Ramazanın başlangıcı olarak ka­bul ederlerse, o mükellefler; hilali görmekle kendilerine farz olan orucu tutmamayı helal, yani serbest, yani iyi bir şey kabul etmiş olacaklarından, "milli birliği" korumak hatırına haramı helal kılmış olurlar. Bu işi ister devlet yapsın, ister siyasi par­tiler yapsın, ister fertler, hilal görünmesiyle oruç tutmak farz olmasına rağmen, ulusal birliği sağlamak gayesiyle bu farzı terk etmeyi yani haram işlemeyi benimseyen, iyi gören herkes ölçü olarak, vahyi değil, milli menfaatleri esas almış ola­cağından; vahiyle bildirilen bir farzı terk etmeyle neticelenen bir haramı işlemeyi doğru kabul ettiklerinden, haramı helal kılmış, vahyi değil, ulusal menfaatleri din olarak kabul etmişlerdir.

Milli menfaatleri değil, vahiyle bildirilen hakikatleri din ol­arak kabul edenler, çok iyi bilirler ki; bütün uluslar ve aşiretler birleşseler, biz tek başımıza bile kalsak, Allah ve Rasulünün hükmünü esas alır, kavimleri yalanlarız; bu tavır imanımız gereğidir, müslüman olmanın temel özelliğidir. Vahye göre değil, milli menfaatlere göre hüküm vermek ise, dinden çıkmaya neden olan en büyük felaketin sebebidir.

 Milliyetçiler için esas olan onların uluslarının birliği olduğundan, insanların müslüman-kafir tasnifine göre değerlendirmezler, "kendini Türk hisseden" herkesin kardeşliğini ilan etmekle soy bağını esas aldıklarından, (Alparslan Türkeş, 9. İşık Hasret yayınları, 1978, sh20,44, 45) İslam şeriatını ke­rih gören kafir Türkleri de "kardeş" kabul etmek suretiyle, va­hiyle bildirilen, "iman kardeşliği" hududunu değil, "soy birliği" ölçüsünü kabul etmek ile İslamın necis gördüğü kafirleri de kardeş ilan etmektedirler. Bu yargılarındaki ölçü, vahiyle bildiri­len değerler değil, "milli menfaatler" olduğundan, İslam'ın har­am kıldığı işleri güzel görmekle, vahyi yalanlamak cürmünü işlemektedirler.

Milliyetçilik ideolojisi mensupları, tarihi ve olayları hak-batıl, helal-haram ölçülerine göre değil, "milletler mücadelesine" göre değerlendirirler. (A. Türkeş, 9. Işık, Hasret Yayınları, 1978, sh. 41) Bu ideolojiyi benimseyenleri olayları tahlil etme, dış politikadaki hadiselere kıymet biçme, komşularımızda meydana gelen harpleri değerlendirme ölçülerine bakıldığında, hiçbir zaman helal-haram, hak-batıl ölçüsünü esas almadıklarını görürüz. Harbe girme veya gir­meme konusunda, meydana gelen uluslararası işleri eleştirme veya takdir etme durumunda tek ölçüleri; Türk devletinin presti­ji, ihracat imkanı elde edip etmemesi, Ortadoğu'daki ihale ve gelir pastasından ne oranda pay elde edileceği, kısacası, ulusal çıkarlar, milli menfaatler olmuştur. (Bakınız, Haftalık Yeni Düşünce Gazetesinin 1991 yılının Ocak ve Şubat sayılan ile Aylık Bizim Dergah Dergisinin Şubat 1991 sayısı, sh. 16-17)

Milliyetçiler, Türk devletinin dahil olmadığı harplerde göz önünde bulundurdukları birinci ölçü, o harpte "Dış Türklerin" olup veya olmadığıdır, insanlar niçin birbirlerini öldürüyorlar, neden ölüyorlar, hangisi Allah'ın şeriatını, hangisi ideolojileri temsil ediyor? gibi soruları sorma ihtiyacı duy­madıkları gibi, bu konuda hak-batıl kaygısı da taşımazlar, sa­dece o savaşta ölebilecek Türkler için hayıflanırlar, onlara acırlar veya azalan ihracat gelirlerine veya iflas eden "milli dış politikalarına" ağlarlar.

Vahyi esas alan mükellefler ise,„öncelikle savaşan tarafların niçin savaştıklarına bakarlar; tarafları değerlendirirken, ırklarını veya dillerini esas almayacakları gibi, aşiret menfaatlerini de ölçü olarak benimsemezler, tek ölçüleri; ilahî şeriattir, helal-haram hududlarıdır. Bu hak-batıl ölçüsünün muhatabı bütün in­sanlık alemi olduğundan, insanların ırkları veya ulusal kültürleri, onların haklı olduğuna veya kendilerini kayırmamıza neden teşkil etmemektedir. Haklı taraf, ilahî adalete göre haklı olan taraftır, velev ki çingene bile olsalar, islam nizamı için savaşanlar ehl-i hakk'ı, İslam nizamı için savaşan çingene kardeşlerimize karşı duranlar Oğuz boyunda da olsalar, ehli dalalet'i temsil ederler. Bu durumda, biz müslümanların yüreği gibi kılıçları da çingene aşiretindeki kardeşlerimizle beraber, Oğuzların temsil edeceği "batıl"ın karşısına dikilmelidir, işte; budur iman, budur İslam...

Yine Türk Milliyetçilerine göre; bir ordu "Hüküm koyma hakkı Allah'ın değil, milletindir" (Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir) umdesini esas alarak, İslam'ın hükümlerini kerih görerek yasaklamayı gaye edinse ve bu kabulünü de varlık sebe­bi olarak benimsese - halbuki böyle bir inanç ve eylemin küfür olduğu icmayla sabittir - bu ordunun temel öğesi Türklük, mensupları da Türk olunca, böyle bir ordu "bizim ordudur", se­vilmeye, tazime ve yardıma layıktır. Allah (cc)'ın katında ise, böyle bir ordu dinden dönmüş, şerefini, hürriyetini şer'an kay­betmiş, İslam'a harp açtığı için de imhayı hak etmiş küfür ordu­sudur. Müslümanlarla bu ordu arasında harp hukuku gündeme girmiştir; dostane ilişkiler yasaktır, sevmek haramdır, tazim ve ululamak ise küfürdür. Burada da, vahyi esas almayan ideolojilerce, İslamın çirkin gördüğü, yasakladığı bir eylemin güzel ad­dedildiği, tezkiye edildiği, haramın mubah kılındığı, Hakikat ile taban tabana zıt fikirlerin "hakk budur" denilerek savunulduğu, bir kez daha bariz şekilde müşahede edilmektedir.

 İslam dini, bir kavme veya coğrafyaya hasredilmiş bir beşeri fikir sistemi olmayıp, kainatın Halık'ının insanların ve cinlerin tümüne hitabı olduğundan, İslamın öngördüğü idare şekli, ordu modeli, hazinenin görevi ve fonksiyonları da evrenseldir. İslam beldelerinde çıkan madenlerde, toplanan zekatlarda, haraçlarda dünyadaki bütün müslümanların ve fakirlerin hakkı vardır. İslam ordusu, bütün İslam coğrafyasının bekçisi olarak dünyadaki her müslümanın hürriyetini savunmakla mükelleftir. Kitap, sünnet ve icmayla sabit olan Halifelik müessesesi ve id­aresinin yetki alanı, bütün İslam beldeleridir.

Milli devletleri savunan Türk Milliyetçiliği davasının ideo­loglarının ise, Milli devletlerinin hazinesinde, Filipinler'deki veya Nijerya'daki bir mü'minin de en az bir Türk kadar hakkının olduğunu, idarede söz sahibi olduğunu kabullenmesi mümkün değildir. Milli orduları da, küfür ve iman savaşı yapmaz. Öncelikle kavimlerinin çıkarlarına göre strateji belirlerler. Fili­pinler'deki, Habeşistan'daki müslümanların cihadı onun savaşı değildir. Kafirlerce işgal edilecek, İran ve Arabistan'daki İslam beldelerinin kurtuluşu için küffarla savaşması lüzumsuzdur.
    
Bir Türk Milliyetçisine göre, Arapların hakimiyeti altında kalan Kerkük Türklerini kurtarmak (!) ve bu arada Musul Pe­trollerini ele geçirmek için Türklerin Irak'a harp açması bir mil­li görevdir, bir nevi ibadettir (!). Bu hükme varmalarının temel nedeni de, olaylara helal-haram, küfür-iman cephesinden değil de, Türklük otağından bakmalarıdır. Onlara göre kurtuluş demek, Türkçe konuşan idarecilere sahip olmak isimleri Turgut, Alparslan, Timur vs. olan bu idarecilere destek vererek kuvvet bulmalarını sağlamak demektir.
     
Gerçekte ise "kurtuluş", ancak İslam hükümlerine tabi ol­mak ve bu adaleti gerçekleştirmekle tahakkuk eder. Bu durumda, Anadolu'daki Türkler de, Kerkük'tekiler de, Irak'taki Araplar da, Suriye'deki Kürtler de, kısacası; İslam hükümlerine tabi olun­ması yasaklanan bütün müslümanlar, esasen kurtulmuş değil, esaret altına girmiş mustazaflardırlar. Anadolu'ya hakim olan küfür rejiminin istikrarı ile yayılmasına yarıyacak, kafirlere askerlik yapan cahil müslüman çocuklarının birbirlerini zulmen vurmalarıyla sonuçlanacak, küfür kuvvetlerinin ekonomilerinin güçlenmesi sonucunu doğuracak bir savaşın çıkması zulümdür, haramdır. Böyle bir savaşa rıza göstererek bunu doğru ve güzel bir eylem olarak görmek ise; zulüm ve harama "iyi" demek ola­cağından insana mü'minlik vasfını yitirtir. Kerküklü Türklerin, Iraklı Arapların, Suriyeli Mustazafların kurtuluşu için olması gereken: Vahyi esas alan, evrensel İslam siyaseti güden bir İslam ordusu oluşturmak, sadece tevhid sancağı allında, esarete düşmüş mü'minleri ve beldeleri kurtarmak için cihad etmektir. Kati naslarla sabit olan bu hakikate aykırı düşen bütün teori ve kabuller, vahiyle çelişen hurafe ve zandan başka birşey değildir.
    
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Türk Milliyetçiliğini ideo­loji ve dünya görüşü haline getirmek, olayları vahiy'e göre değil, duyu organlarının faaliyeti ve istidlal yoluyla, Milli men­faatlere göre değerlendirmek demektir. Doğrunun ve yanlışın neler olduğunun teshilinde, Allah (cc)'ın bildirdiklerini ölçü ka­bul etmeyerek, başka ölçüler -milli menfaatler vb.- ihdas et­mek vahiy'i tümüyle veya kısmen red etmek, benimsememek manasına geleceğinden, bu tür fikirlerin hepsi küfrü gerektiren itikadlerdir. Bu fikirleri doğrulayanlar; Allah'ı yalanlamış ola­caklarından kafir olurlar.

Birçok insan, ben de müslümanım demekle veya sadece kelime-i şehadeti telaffuz etmekle mü'min olacağını zannetmekte­dir. "Adet yerini bulsun" diye getirilen şehadet İslam'ın ruhuna dönmedikçe makbul değildir, kafirliğini ortadan kaldırmaz" (8) Hükmünden de anlaşılan, bir kimse diliyle kelime-i şehadeti söylemesine rağmen kalbiyle veya fiiliyle Allah'ın hükümlerinden veya haberlerinden birini tekzib edici, muhalefet edici bir kabule veya eyleme sahip ise, o kimse adet yerini bul­sun diye getirmiş olduğu kelime-i şehadetin faydasını bulamaz, küfrü ortadan kalkmaz. Bu kimse, ister günde 50 rekat namaz kılsın ister bin defa kelime-i şehadet getirsin, hiçbir sevaba nail olamaz, kafirliği devam eder. Kelime-i şehadetin sahihliği, an­cak İslamın ruhuna itikaden ve fiilen dönmekle olur, O da, ic­mal olarak, Allah (cc)'ın bildirdiklerinin hepsini doğrulamak, hafife almamak ve benimsemekle gerçekleşir.
   
Yukarıdaki tahlillerden de, bir müslümanın herhangi bir ide­olojiyi doğrulayamayacağı, benimseyemeyeceği, ideolojileri doğrulayanların, Allah'ın hükümlerini kısmen veya tamamen yalanlamış olacağı, sarih bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
    
Bir müslüman, "dinim islam, ideolojim ise şudur" (Milli­yetçilik, solculuk, Kapitalistlik vb.) diyemez. Her müslümanın ideolojisi de (dünya görüşü, değer ölçüsü, hükümlerinin kay­nağı vb:) onun dinidir. Çünkü Allah (cc), hayatımızın her ceph­esini tanzim edici kanun ve prensipler vaz etmiş, değer ölçülerinin hudutlarını belirlemiştir, nizam ihdas etme yetkisini hiçbir kula vermemiştir.
    
"Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik- diye boş iddialarda bulunanla­ra bakmaz mısın? Onlar tağut huzurunda muhakeme olmak hükümlerine boyun eğmek istiyorlar, halbu­ki   onlar,   tağutları   inkar   etmekle   (tekfir   etmekle,
lanetlemekle)   emir  olunmuşlardı."
    
 Tağut kimlere denir? "Allah (cc)'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tağuttur. Bunun insan olması, put olması, şeytan olması veya bunların dışında bir şey olması mahiyetini değiştirmez"(10) Yukarıdaki ayet ile büyük müfessir îbni Cerir'in tağutla ilgili tanımı, sefih akıllı olmayanlara çok şey an­latmaktadır.
       
Allah (cc)'ı doğrulamak isteyen kimsenin, ideologları yalan­laması şarttır. Aksi bir inanç veya davranış insanı dinden çıkarır. Bu hatayı işleyen müminlerin, hemen tövbe ederek tec­didi iman yapmaları gerekir. Esasen, zaruriyeti diniye ile ilgili bilgileri  ve içinde bulunduğumuz hallerle alakalı  fıkhi hükümleri ihtiva eden farz-ı ayın ilimleri (Allah'»:' sıfatlan, keIime-i şehadetin manası ve şumulu, inşanı küfre sokan halleri, bid'at ve hurafelerin mahiyetin' ibadetlerle ilgili bilgileri, ahlaki hükümleri, mesleğiyle ilgili  bilgileri) tahsil etmek, her mükellefe farzdır. İmanın ve küfürün mahiyetini bilmeyen, mü'minlik vasfım muhafaza edemez. Hakkın ne olduğunu bi­lemeyen bir kimsenin bâtılı teşhis etmesi çok zordur.
        
 Müslüman bir mükellefin, imanını muhafaza edebilmesi için, değer yargılarını ve dünya görüşünü kayıtsız şartsız, pa­zarlıksız olarak Allah'ın bildirdiği haberlere ve hükümlere tabi kılması şarttır, bunun haricinde bir yol tutamayız, bu konuda özgür değiliz. Dolayısıyla inanç, varlıklarla ilgili, ibadet, ahlak ve hareket prensipleri, değer ölçüleri ve iktisadi nizam, prensip ve esaslarla alakalı, yahutdda insan enerjisinin amillerini açıklamada, tarihin seyrini yorumlamada bir müslüman, Rabba­ni kaynaktan başka bir kaynaktan telakki almak yetkisine sahip değildir. Bu konuların hepsini de takva ehli insanlardan öğrenmek gerekir. Fakat müsbet ilimlerde kafirlerden istifade edebiliriz. Müsbet ilimleri etüt ederken de aynı ihtiyatlı tavrı takınmak zorundayız, felsefi akımlarla olan münasebetlerini göz önünde bulundurmalıyız.

Bütün ideologlar, Allah (cc)'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad ettiklerin­den tağutlaşmışlardır. "And olsun ki biz her kavime, Allah'a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının- diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir.) Bu ilahi emire uyarak her mükellefin, tağutları inkar etmesi, peygamberleri doğrulaması "müslüman" olması için, şarttır.

Türk Milliyetçiliği ideolojisi de diğer ideolojiler gibi vahy'i değil, bir tezi, kabulü (milletler mücadelesinin ve Milli men­faatlerin üstünlüğünün esas alınması) ve bu tezin tabii sonuçları olan hükümleri esas aldığından, vahy'i, doğruların, hükümlerin kaynağı olarak benimsememektedir. Nasıl ki, bir müslümanın dinim İslam, ideolojim sosyalizm veya kapitalizm demesi mümkün değilse, sosyalizmi veya kapitalizmi doğrulayan bir kimse İslam'ı yalanlamış oluyorsa, beşeri ideo­lojilerden bir ideoloji olan, Türk Milliyetçiliği ideolojisini de doğrulayan bir kimse, İslam'ı -kısmen de olsa- yalanlamış ola­cağından mü'minlik vasfını kaybeder.

Bu durumda, her müslümanın Türk Milliyetçiliği ideolojisi­ni reddetmesi, İslam'ın dünya görüşünü benimsemesi, yasama, yargı, devlet, idare, ordu, iktisad ve benzeri hususlarda da vaz edilen hükümlerine razı olması, imanını koruması için şarttır. Binaenaleyh "müslüman vasfını" korumak isteyen bir mükellef, Milliyetçi ideolojiler ile vahiy arasında tercih yapmak hususun­da muhayyer değildir, Allah'ın dinini doğrulaması, tağutlarm (ideologların) hurafelerini inkar etmesi şarttır.

Milliyetçiliğin,İslam'a Aykırı Olmayan Şekli Yoktur
      
Hayatları boyunca cahili eğitim ve yayınların propaganda fırtınasına maruz kalan müslümanlar, kendilerine yıllarca doğru diye tanıtılan birçok batılın yanlışlığını kabulde güçlük çekmekte, "asabiyyeti cahiliye" hastalığından tamamıyla kurtul­mayı becerememektedirler. Maruf doğruları olduğu gibi kabul etme yerine, ihlasla bağdaşmayacak bir şekilde, İslami değerlere kayıtsız şartsız teslim olmayarak, sıkı sıkıya pazarlık halinde bulunmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu hastalığın bir te­zahürü de Milliyetçilik ismi etrafında belirginleşmektedir. "Bizim savunduğumuz Milliyetçilik, ideoloji manasında olmay­an, İslam'a aykırılık arz etmeyen şekildedir" gibi, muğlak ve her türlü tevile müsait bir düşünceyle, hurafe ve bidatlere açık kapı bırakılmak istenmektedir. Bilerek veya bilmeyerek bu mugala­tacıların tesirinde kalan birçok gafil insan; "Benim Milli­yetçilikten kastım, Türklerin İlayı Kelimetullah davasını yürütmeye ehil bir kavim olmalarını benimsememdir veya kav­mimi sevmektir, tebliğde önceliktir veya İslam'a olan hizmetlerinden dolayı, beğenmektir veya sıla-i rahimin öngördüğü kavmiyetçiliktir”gibi abeslikleri masum birer metod olarak algılamakta  vazgeçilmez bir yol olarak  görmektedir. Bu iddiaların tahlilini  yapacak olursak; bunların öyle zararsız ve mazur görülecek düşünceler olmadığını, müşahade edeceğiz Bu bolümde ise, söz konusu iddiaların da esasen İslamın temel prensipleriyle çeliştiklerini ilmi delileriyle ,izah etmeye gayret edeceğiz.

İla-yı Kelimetullah Davası, Kavimlerin Değil Muhlis Mü'minlerindir

     
İslam ile cahili değerlerin sentezini yaparak yeni bir din icat etme uğraşı veren çevrelerin, batıl amellerini gizlemek için icra ettikleri demogojilerden biri de: "Bizim savunduğumuz Milliyetçilik ideolojik manada değildir, Türklerin İslam'ın bayraktarlığını yapmalarını istemektir" şeklinde tezahür etmektedir Niyetleri İslam'a ihlasla teslim olmak yerine, Allah Teala'nın diniyle -haşa- pazarlığa kalkışmak olan çevrelerin, bu tumturaklı lafları da diğer iddiaları gibi, esasen vahiyle çelişmektedir. Put haline getirdikleri "Türklüğün" bugünkü hali firaset sahiplerine malumdur. Basının yaptığı anketlerden anlaşıldığı kadarıyla, bugün Anadolu'dakilerin yarısından fazlası, Allah'ın hükümlerini kerih görerek ve tatbikine karşı olmakla irtidat etmiş durumdadırlar. Geriye kalan kesimin de çoğunluğu "kafir devletlere tabi olmak" gibi amellerden dolayı fısku fücur içindedir. Söz konusu kavimleri bugünkü halleriyle sevmemiz bile haramdır.(12) Bu insanların mü'min ve muhlis olacaklarına da garantimiz yoktur. Hidayetin, kulun iradesi ve Allah Teala'nın tevfikiyle olacağı kati nasslarla sabittir. İslam davası kavimlere değil, muhlis mü'minlere emanet edilmiştir.

"Allah'ın   izni  olmadıkça   hiçbir  kimsenin   iman itmesi mümkün değildir..."

"Muhakkak   sen,   sevdiğini   hidayet   edemezsin.Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir"
      
Fakihlerimiz, benzer naslardan hareketle, şu hükümleri izhar etmektedirler. "Bir kimsenin maksadı, isteği Allah'a itaat ise Allah'ın tevfikini yanında bulur, eğer gayesi isyan etmek ise Allah ona yardım etmez, O'nun yardım etmediği de dalalette kalır." "Allah'ın yardım ve iradesi olmadan hiçbir kul için taatini (ibadeti) kazanmak mümkün değildir. Hidayet ancak Al­lah'ın yardımıyla olur."Yukarıdaki ayet-i kerimelerden ve şanlı fakihlerimizin izhar ettikleri hükümlerden sarih olarak şu anlaşılmaktadır: Kulun taatte (Allah'ın emirlerini, O'nun emi-:ettiği biçimde yerine getirmesi) bulunması için Allah'ın yardımı şarttır. Bu tevfikin olabilmesi için de kulun maksadının, isteğinin Allah'a itaat olması zaruridir. Eğer insanların niyeti ve isteği Allah'ın emrini emrettiği şekilde yerine getir­mek yönünde değilse, o şahısların hidayete ermesi mümkün değildir. Çoğunluğu, İslam nizamına karşı olan günümüzdeki 1 ürklcrin de gelecekte Allah'ın şeriatını benimseyeceğini, Ilayı Kelimetullah davasına sahip çıkacağını, hiçbir mahluk, bilemez /e garanti veremez.
 
Allah Teala, kavminin müslüman olmasını arzu eden Resulullah'ı bile, "ancak Allah dilediğini hidayete erdirir" gerçeğini vurgulayarak uyarmıştır. Hidayet bir "hab" değil ki; Türklerin veya Arapların ağzına birer tane atalım da, Allah'ın dinine tes­lim olmalarım sağlamış olalım. Kimin iman edeceğini, kimin  kafir olacağını Allah'tan başka hiç kimse bilemez, bu bir gaybtır. Hatta, fert fert müslümanların da son nefeslerinden korkmaları farzdır...

Allah'ın nizamını, ancak, müslümanlar yaşar ve yaşatırlar İslam davası muhlis mü'minlere emanet edilmiştir. Halihazırda çoğunluğu Allah'ın nizamına karşı olan bir kavmin -Türk, Arap vb.- İslam davasını yürütmeye ehil bir zümre olduğunu kabul etmek; Vatikan Papalığının İslam Hilafetinin merkezi olduğun öne sürmek gibi yanlıştır, cahilliktir.
    
 İslam davasının öncüleri ancak muttaki müslümanlardır Bunlar; Çingene, Alman, Rus, Zenci de olabilir, hepsi İslam Milletini oluşturan unsurlardır. İla-ı Kelimetullah davası bunlara emanet edilmiştir, onların azim ve cehdi Allah Teala'nın tevfikiyle yürütülür.
    
 Hatalarını ikrar etmekte güçlük çeken bazı milliyetçiler ayıplarını meşrulaştırmak için Maide suresi 54. ayetini delil getirmek suretiyle; bu ayetteki "Kavim" deyiminden, islam da vasinin ancak kabilelerce yürütülebileceği sonucuna ulaşarak ayeti kerimede "...kınayanların kınamasından korkmayan bir ki­vim" olarak haber verilen zümreye en uygun düşeninde Tür. kabilesinin olduğunu, dolayısıyla Türkçülük yapmanın zaruri etini savunmaktadırlar.
   
"Allah'u Teala ne buyurmuş onu öğreneyim ve öyle yaşayayım" azminde olmayıp, benimsedikleri cahili tabuların tezkiye etmek düşüncesiyle, ayetleri nevasına göre tefsir edenlerin akibetini, Resullulah şu hadisle haber vermektedir. "Kim Kur'an hakkında kendi görüşüne göre söz söylerse, cehenneme yerini hazırlasın."(17)Cehennem azabından korunmak, doğru yoldan ayrılmamak için bu ayetteki haberin manasını da kavramanın tek yolu, ihlaslı bir şekilde ilmi metodu takip etmektir.

Arapça'nın haricindeki lisanlarda bulunan bazı arapça kelimelere bu dillerde yüklenen manalar ile, Kur'an'ın tefsir edilmesi e sağlıklı bir sonuca varılması mümkün değildir. Benzer diğer ayetlerde de gecen "Kavm" kelimesi, bugünkü Türkçe'de Kabile, aşiret" manasında kullanılmaktadır. Arapça'da ise, Kavm: Topluluk, millet, eş, dost" manalarında kullanılır.(18) >Öz konusu ayetlerde gecen "Kavm" kelimesiyle kabile, ırk veya aşiretin kastedilmediği, bu deyimle murat edilenin mü’minler topluluğu olduğu, Bakara suresinin son ayeti ile diğer ayetlerdeki ilahi ifadelerden de anlaşılmaktadır. "Ey inananlar,   Allah’a şöyle dua edin"...bizi affet,   bizi bağışla,   bize acı!  Sen bizim Mevlamızsın!  Kâfirler kavmine  -toplumuna-  karşı bize yardım et!' "...

Allah,     zalimler kavmine hidayet vermez."  "... Allah, fasıklar kavmine hidayet vermez." Bu kavvl-i kerimlerdeki "Kâfirler, zalimler, fasıklar kavmi" ifadesin-fen, ayetlerde gecen "Kavm" kelimesindeki mananın, ırklara ve aşirete has kılınmadığı, topluluk, gurup, zümre gibi manalarda kullanıldığı, kati bir şekilde açığa çıkmaktadır. Bakara suresinin son ayetindeki "Kavm" tanımlamasından hareketle, burada kastedilen topluluğun, sadece Ruslar veya Rumlar olduğunu öne sürmek nasıl abes bir iddiaysa, Maide suresinin 54. ayetinde Alah'u Tealanın övdüğü mü'minler kavminin (topluluğunun) Türk, Kürt veya Arap ırkı olduğunu iddia etmek de aynı şekilde sefih akıllılıktır. Yüce Allah, her iki ayette de kafir ve Mü'minler topluluğundan (kavimlerinden) söz etmekte, hak ve )atılı temsil eden iki kavmin mevcudiyetini vurgulamakta, küfür ve islam milleti gerçeğini izhar etmektedir, hakikat olan budur.

Celaleyn ve diğer tefsirlerde bu ayetin ilgili bölümü şöyle tefsir edilmektedir: "Ey iman edenler, içinizden kim di­linden  geri dönerse,  Allah,  (yerine)  kendisinin  on-lan sevdiği, onlarında kendisini sevdiği, mü'minler e karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihat eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk (Kavm) getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dile­diğine verir, Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bi­lendir." (22) ayeti, Allah'u Tealanın olacağını ezeli ilmi ile bilip, haber verdiği irtidat olaylarına işaret etmektedir. Ki gerçekten de, peygamberin vefatından sonra irtidat hadiseleri olmuştur. Allah'u Teala, dinden dönen mürtedlerin yerine, İla-yı Kelimetullah davasını sürdürecek başka müminler topluluğunu ikame edeceğini, bu nimeti dilediğine verdiğini haber vermektedir.(23) Bu ayette tarif edilen topluluğu, bir ırkla veya aşiretle özdeşleştirmek, bunu da hakikatmiş gibi sunmak, bütün in­sanlığı muhatap alan Kur'an'daki ilahi mesajı kavrayamamak ya da benimsememek anlamına gelir.
   
Bu evrensel davayı bir kavmin tekelinde görmek, öncülüğü bir ırka hasretmek, gaybı bilmeyi iddia etmek gibi kati naslara aykırı bir hurafedir. Yarısından fazlası şeriat nizamına karşı olan günümüzdeki Türklerin, yarın İslam nizamını savunacaklarını hiç kimse kesin bir şekilde iddia edemeyeceği gibi, geriye kalan kesimin de irtidat etmeyeceğini garanti edemez. Bu nedenle, hali hazırda, İslam nizamına karşı olan bu kavmin, gelecekte ila-yı kelimetullah davasına öncülük yapacağını savunmak, bu kav­min hidayete ereceğine garanti gözüyle bakmak olacağından, böyle bir itikat; hem hidayetin tahakkukuyla ilgili ilahi hükümlere, hem de gaybın bilinmeyeceğini haber veren kat'i naslara ters düşeceğinden, İslam'a aykırı bir düşüncedir. Kat'i hükümlere aykırı olan varsayımlarla strateji belirlemek, islami mücadele metodu değildir. İslami mücadelenin stratejisini, va­hiy ve ondan neşet eden helal-haram hudutları belirler.

İslami mücadelenin temel unsurunu kavimler (ırklar,aşiretler )değil müminler oluşturur.Bu da ümmetin tek temsilcisi olan hilafet ve imamet kurumunun etrafında vahdetin sağlanması ile oluşturulan organize güçlerle yürütülür.Müminlerin güçleri var ise onlarla milli devletler değil hilafet tesis etmek farzdır.Hilafet ve ümmet toplumunda milli devletlere yer yoktur.

Milliyetçilik Yapmak "Sıla-i Rahim" Değildir

İslam'ı nefsine sindirememiş bazı kimseler, cehaletin verdiği bir pervasızlıkla İslamî kavramları cahili ölçülere göre yorum­layarak, bâtılı meşrulaştırmaya çalışmakta-dırlar. Kasıtlı saptırmalarla başka mecralara sokulmak islenen kavramlardan biri de, sıla-i rahim konusudur. Hatayı teşhis edebilmek için, sıla-i rahimin ne olduğunu bilmek gerekir.
    
 Sıla-i Rahim Kavramı: "Hısım akrabayı ziyaret etmek, on­larla görüşmek, mektuplaşmak, alakayı devam ettirmek ve akra­banın kusurlarını affetmek" manasına gelir.(24) Sıla-i Rahmin, İslami ıstılahtaki manası da budur. Sıla-i Rahim yapmak her mükellefe farzdır. Sıla-i Rahimin farz olduğu hususunda icma vaki olmuştur.
      
Dikkat edilirse Sıla-i Rahim olayında esas alınan ölçü Hısım ve Akrabalık bağıdır, kavim veya ulus bağı esas alınmamaktadır. Meseleyi daha iyi anlamak için, kavim ile ak­raba aynı şeyler midir yoksa değil midir? Ona bakmak gerekir.

Kavmin veya bugünkü Türkçe'de kullanılan manada Millet de­nilen toplumun ne anlama geldiğini kaba hatlarıyla biliyoruz. Akrabanın ne manaya geldiğini, İslam ıstılahında "Akraba" kav­ramının kimleri kapsadığını anlamak için de Fakihlerimize müracaat etmek gerekir. Fıkıh kitaplarında akrabanın tanımı şudur: "Bir kimseye, babası veya anası tarafından, ilk İslam'a girmiş olan büyük ceddine kadar mensubiyeti olan, herhangi bir şahıstır. Bunda mahrem olanlar ile mahrem olmayanlar erkekler ile kadınlar, yakınlar ile uzaklar müsavidir."(25) Adı geçen fetva kitabımızda da görüldüğü gibi Akrabadan kasıt, baba ve annenin müslüman olan dedelerinden bize kadar gelen torunlarıdır. Akra­balığın şümulüne müslüman ceddimizin füruları girer. Sıla-ı ra­him de, sadece bu sülaleden gelen torunlara yapılır.
    
Temelini soyut dil ve kültür bağlarının oluşturduğu kavim denilen sosyal olgudaki belirleyici unsurlar ile islami ıstılahtaki akrabalık kavramı arasında çok büyük farklar vardır. Kavim mensubiyetinde din şartı aranmaz. Fakat dil, soy, kültür birliği özellikleri aranır ve bu unsurlar belirleyici amillerdir. Akrabalık hududu ise müslüman dedemizle başladığına göre, burada belir­leyici ana özellik imandır. Bir kimsenin İslami ıstılahtaki ma­nada akraba grubuna dahil olması için müslüman olması gere­kir. Mamafih müslüman da olsa eğer dedelerimizin füru'undan değilse yine akrabamız sayılmaz, bu gruba giren insanlara da sıla-i   Rahim   yapılmaz.   Fakat   müslüman   dedemizin füru'undaysa ayrı ayrı ırktan da olsalar, mesela zenci veya kızılderili iseler, bu zenci akrabalarımıza da sıla-i rahim yapmak farz olur. Fakat aynı dinden de olsak, dedemizin torunlarından olmayan kavmimizin bir mensubuna Sıla-i Rahim yapmamız gerekmez.
     
Yukarıdaki hükümlerden de anlaşılacağı üzere, Sıla-ı Rahim dedelerimizin müslüman olan fürülan ile sınırlıdır. Sıla-i Rahimin farziyeti ile ilgili hükmü koyan Allah Tealadır, bunun sınırını belirleyen ve tanımını yapanlar da naslardır. Hiçbir beşeri güç, bir farzın hududunu veya şümulünü değiştirmeye, tahrip etmeye yetkili değildir.
  
Cahili kavram ve değerlerle şuurunu yitirmiş, akıl emniyeti tahrip olmuş bazı kimselerin iddia ettiği gibi, Milliyetçilik yapmayı, kavimden hareketle Sıla-i Rahime bağlamak, dinden bir şeymiş gibi göstermek İslam'a iftira atmak olur. Dinin farz kıldığı Sıla-i Rahim, İslam ve hısımlıkla kayıtlı bir olaydır. Hakikat bu olmasına rağmen, Sıla-i Rahimin hududlannı tahrip ederek bir Millete şamil kılmak, dil ve kültür birliğiyle kayıtlı olan kavim denilen olguya Sıla-i Rahim yapmanın farz olduğunu iddia etmek, Allah Teala'nın bize teklif etmediği bir mükellefiyeti ihdas etmek olur ki böyle bir iddia ve külfet aklın kavanozunu parçalar, beşeriyetin takadini aşar.
 
Halbuki Allah Teala, İslami manadaki akrabalara Sıla-i Ra­him yapmayı farz kılmış, kavmiyetçilik davası gütmeyi yasak­lamıştır. Hiçbir aklı selim, Millet (kavim) kavramının şümulüne giren insanların, İslam'ın hududunu belirlediği akraba sınıfına dahil olduğunu iddia edemeyeceği gibi, mükelleflerin kendi uluslarına Sıla-i Rahim yapmalarının farz olduğunu veya . 'dinin bir emri olduğunu da iddia edemez. İslam'ı arzularımıza tabi kılmaya çalışmak yerine, arzularımızı İslam'a tabi kılmadıkça, sırat-ı müstakimi bulmamız muhaldir.

Fısku Fücur İçindeki Kavmimizi Sevemeyiz

"Benim Milliyetçiliğim, kavmimi sevmek manasınadır; bu da caizdir" şeklindeki iddiayı da tetkik edersek ortaya şu çelişki ve sapmalar çıkar:
Kişi, "ben kavmimi severim" derse ve bu sevgisini meşru görürse, mensup olduğu kavminin içindeki kafirleri, mürtedleri de sevmiş olur ki, böyle bir amel şer'an batıldır. Çünkü kafirlere buğzetmek farzdır. "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki, onlar Allah ve Re­sulüne karşı baş kaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar. Bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri isterse kendi aşiretleri olsalar dahi..."(26) Dolayısıyla, bizim de Allah ve Resulüne isyan eden kavmimizi sevmemiz haram olur.
"Efendim, ben müslüman olan kavmimi seviyorum" de­nirse ve tahsise gidilmezse kavminin içindeki fasıkları ve za­limleri de sevmiş olacak ki bu da şeriata aykırıdır. Çünkü  fasıklan da hafife almak ve buğzetmek vaciptir.(27) Zalimlere Allah için düşman olmak gerekir.
3- "Ben takva ehlini kasd ediyorum, sadece onları seviyor­um" deniliyorsa, o zaman da, sadece takva ehline karşı sevgi duyulacağı, dilin, rengin, bölgenin hiçbir öneminin olmadığı, asıl olanın Allah'a kulluk olan İslam kimliği olduğu gerçeği it­iraf edilmiş olur. İslam kimliğiyle sıfatlanmaktan başka, he­rhangi bir özellik, bizim için esasa taalluk etmeyen detaylardır. Dolayısıyle, herşeyin belirleyici ve tayin edici tek menba'ının Allah Teala'nın emir ve yasakları olduğu hakikatına teslim ol­mak gerekir.

Şunu bunu sevmenin ölçüsü ırkı veya dili olmayıp, Allah'a olan kulluktaki derecesi olduğuna göre, sevgimizi kavmimize değil muttakilere hasretmeliyiz. Muttaki din kardeşlerimiz, velevki çingene kavminden olsunlar, bize kavmimizden ve ehli­mizden daha azizdirler.

İslam'dan Çıkmakla Türklükten de Çıkılmış  Olunmaz

"Müslüman olmayan Türkleri, Türk saymıyoruz, Onlar Türklükten çıkmıştır" şeklindeki hakikatle bağdaşmayan kaçamak tevillerin de hiçbir ilmi gerekçesi yoktur.
    
Allah Teala, her insanı bir ırkın veya kavmin mensubu ola­rak yaratmıştır, insanlar, birçok inanca mensup olabilirler, on­ların bu düşüncelerinin, fizyolojik yapılarına bir tesiri olamaz. İnsanların, içinde yaşadıkları ortama ve benimsedikleri akaide göre  ırklarının  veya dillerinin  değişmesi   imkansızdır. Şahısların, fikre ve ortama göre bukalemun gibi, derilerinin renginin değiştiği vaki değildir. Nasıl ki, bir Afrikalı'nın müslüman olmasıyla, zencilikten çıkması mümkün değilse, bir Türkün İslam'dan çıkmasıyla Türklük'ten de çıkması mümkün değildir. Allah Teala onu Türk olarak yaratmıştır. Türklük bir ırkın ismidir, dinin sıfatı değildir ki İslam'dan çıkınca Türklükten de çıkmış olsun.
   
 "İslam'dan çıkanı Türk kabul etmiyoruz" demek, Allah Tea­la'nın kader ve yaratılış ile ilgili sünnetullah'ına muhalefet et­mek demektir. Hiçbir beşeri gücün, Türk olarak yaratılmış bir insanı Türklükten çıkarmaya kudreti ve hakkı yoktur. Bir Türk Hıristiyan da, Yahudi de, ateist de olsa Türklüğüne eksiklik gel­mez, kavim olarak Türk kavmindendir. Fakat inanç cihetiyle İslam Milletinden değil, kafir milletindendir

Tebliğde Öncelik Kavme Değil Çevreyedir
     
"Benim Milliyetçilikten kasdım, tebliğde kavmime öncelik vermektir" şeklinde ileri sürülen gerekçeye gelince, bu da sahih bir delilden yoksundur. Çünkü, tebliğ metodunda "öncelik şu ırka verilecektir" şeklinde bir mükellefiyet yoktur. Tebliğde öncelik "yakın olan çevreye" verilir. Ahmed Ziyauddin Gümüşhaneli, "Ehli Sünnet Akaidi" adlı eserinde, bu konuda gayet açık bir hüküm zikredmektedir. Hüküm şudur: "Mükellef önce bildikleriyle amel etmeli sonra aile fertlerine, komşusuna ve sokaktakilcre batıldan uzaklaşmalarını emretmelidir. Bazılarının kabul etmemesi kendisini -tebliği terk etme husu­ açılmalı, tebliğ sahasını genişletmelidir."(Sh. 113) Bu hüküm tebliğin şeklini ve alanını sarih bir şekilde ortaya koymaktadır. Yukarıdaki hükümden de anlaşılacağı üzere, tebliğde önceliği aşiretimize, ırkımıza vermemiz gerekir şeklinde bir metod yok­tur. Aksine çevremizdekiler başka kavimlerden de olsalar, en yakınımızdakilere tebliği ulaştırmak gerekir.
         
Mesela, Kanada'da oturan bir Japon, orada müslüman olunca "benim öncelikle kavmime tebliğ etmem gerekir" bahanesiyle ailesine, komşusuna, yakın çevresine, mahallesine, yaşadığı] kente tebliğ etmeyi terk ederek Japon adalarına gitmesi abes olur, hatta yakın çevresine tebliğ etme imkanı varken, Japon ya'daki komşularına tebliğ için yola çıkması doğru olmaz. Çünkü, tebliği almada öncelik hakkı Kanada'daki komşularınındır, onların da müslüman olma ihtimali vardır.] Japon Adaları'ndaki komşularına veya kavmine tebliğ etmek düşüncesiyle, Kanada'daki komşularına ait olan tebliğde öncelik! hakkını terk edemez, geciktiremez. Tebliğ almamış en yakın in­sana, hemen tebliğ etmek, her müslümana farzdır. Hiç kimseye,] bu farzı kendi ırkına mahsus kılması caiz olmaz.
   
Bunun gibi, "emri maruf nehyi münker" vazifesini eda et­mekte de, bir kavme veya bölgedeki insanlara öncelik] tanınamaz. Her insan çevresindeki kötülükleri önlemekle] mükelleftir. Bulunduğu çevredeki kötülükleri bırakıp, kavminin yaşadığı coğrafyaya giderek oradaki münkerleri defe yeltenmek,] çevresindeki irlikab edildiğini gördüğü cinayetlerin devamına] 0. yummak olur ki, bu da caiz değildir. Emr-i marufu ırkımıza yaptığımızda, daha fazla sevap alacağımızı haber veren bir nass yoktur. Ancak kötülükleri def etmeye çevremizden; başlamak suretiyle, Allah'ın emrini emir etiği şekilde yerine getirmiş oluruz.
     
Doğru olan yol; en yakınımızdaki insanlardan başlayarak çevremize tebliğ etmektir. Bunun haricindeki iddialar heva ve] hevese boyanmış, ihlastan uzak yollardır.
      
Yukarıdaki izahtan da anlaşılacağı üzere, "benim Milli­yetçiliği n kavmime tebliğ de öncelik vermektir" şeklindeki bir mazeret(î) de Milliyetçi olmamıza veya o adı kullanmamıza sa­hih bir gerekçe teşkil etmemektedir. Müslümanlar olarak hiçbir ideolojinin veya beşeri kaygının etkisinde kalmadan, dini Allah ‘u Tealaya has kılmak mecburiyetindeyiz

Soy ile Övünmek Caiz Değildir
              
"Atalarım ve kavmim İslam'a hizmet ettikleri için, benim milliyetçiliğim sadece kavmimi beğenmek çerçeve-sindedir. Ben bu manada milliyetçiyim" demek de hatadır.
                
Bir insan, kendini veya kavmini, velevki İslam'a hizmet etmiş olmasından dolayı olsun,- beğenirse, ucub etmiş olur. Ucub etmek de icmaen haramdır. Ucub (kendini beğenmek) kibiri, kendini övmeyi beraberinde getirir. Ucub eden, kendindeki güzel hasletlerin varlığını kendine bağlar, bu nimetlerin Allah Teala'nın nımeü ve ihsanı olduğunu unutur. Övündüğümüz ve ucub ettiğimiz şeylerin hiç birinin varlığı kudretimizle alakalı değildir. Çünkü, nesebi, güzellikleri ve taatları yaratan Allah (cc)'tır. Allah'ın birer lütfü ve ihsanı olan güzellikleri kendimiz den zannederek, kendimizi beğenmek ve kibirlenmek ha ramdır."... Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez (28)
               
 Sultanların ve zalimlerin nesebiyle ucub edenler, eğer cehennemde onların halini görselerdi, onlardan utanırlardı. Resulullah’ın nesebinden soyundan şerefli neseb yoktur. Onunla bile ucub etmek haksızlıktır. Resulullah (S.A.V.) neseble (yani soyla) övünmeyi yasak etmiştir. "Herkes ademdendir, adem ise topraktandır" buyurmaktadır.
   
 Ebu Malik, El Eş'ari'den gelen rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur "ümmetin arasında cahiliye adetle­rinden dört şey vardır, onları terk etmeyeceklerdi
1 - Soy ve sopla övünmek,
2- Soy sopa ta'n etmek ..." (Müslim'den).    
Bir hadis de şöyledir: "Allah sizden cahiliyet dönemi hayatı­nız ile övünüp durmanızı, üstünlük sağlamaya çalışmanızı ya­saklamıştır"^)

Bir kimse, kavminin mensubunda güzellikler varsa, Allah Teala bu ihsanı kavminin mensubuna verdiği için, bu güzelliği Allah'tan bilerek sevinebilir. Böylece kavmini değil, kavminin mensubunun o özelliğini beğenmiş olur. Ucub edilen şeylerin hiçbirinin varlığı kudretimizle alakalı değildir. Çünkü güzellikleri ve taati da yaratan Allah Teala'dır.(3

Kavimler, Kavmiyetçilik Yapmak için DeğiI,Tanınmak İçin Yaratılmıştır
      
Dişilerin, erkeklerin, kuşların, balıkların varlığı gibi, Sünnetullah gereği, varedilen kavimlerin, dillerin varlığını yuk­arıdaki gerekçelere benzer iddialarla, yaratılış hikmetine aykırı olarak başka mecralarda kullanmaya kalkışmak doğru bir dav­ranış değildir. "Ey İnsanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden (Adem ile Havva'dan) yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (kim olduğunuz sorulunca bağlı bulunduğunuz soy veya Milletinizin adını söyleyiniz). Bi­liniz ki, Allah katında en iyiniz takvası en ziyade olanınızdır (Şeref, soy ve nesep değildir) Şüphe yok ki Allah Alim'dir –her şeyi bilendir- Habir'dir-herşeyden haberdardır-"(31) mealinde­ki ayeti kerimeden de anlaşılacağı, üzere kavim kavim ya­ratılmamızın "hikmeti" birbirimizi tanımaktır, bu gerçek yuk­arıdaki kati nassın sarih ifadesiyle sabittir. (Bazı ideologlar, bu ayeti, Milliyetçiliğin mubah olduğuna delil olarak ileri sürmektedirler. Halbuki, bütün tefsircilerin ittifakıyla, bu ayet ile kavmiyetçiliğin red edildiği, üstünlüğün takvada olduğu sübut bulmuştur. Ayetleri heva ve heveslerine tabi kılanların fitnesinden Allah'a sığınırız). Kavimlerden bahis edilmesinden hareketle, söz konusu ayeti, kavmiyetçilik yapmaya delil göstermek de mantıksızlıktır. Bu çarpık mantıkla hareket edile­cekse, aynı ayetteki "Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" şeklindeki ilahi kelamdan hareketle, mademki erkek ve dişi sınıflaması Kur'an'da geçiyor, o halde "Erkekçilik" ve "dişilikçilik" te yapılmalıdır, sonucuna da varılır ki, böyle bir yorumun abesliğini tartışmaya bile gerek yoktur.

Sünnetullah gereği yaratılan kavimlerin varlığının hikmeti­nin, insanların birbirini tanıması olduğu nassla sabit olduğu halde, bu hakikati değiştirmeye çalışmak, cahili ölçüleri ya­ratılıştaki hikmete yamayarak gerçeği değiştirmeye kalkışmak, hiçbir kimseye fayda getirmez. Kavimlerin varlık sebebini, in­sanların birbirini tanımasının haricinde başka nedenlere bağlamak, mükellefi, kavimlerin yaratılış hikmetini inkar et­mek veya hafife almak noktasına sürükleyebilir ki, feraset sahipleri böyle bir sonucun nasıl bir felaket olduğunu bilirler.

Milliyetçiliği, İsim Olarak da Kullanamayız

Bazı milliyetçilerin iddiası da şöyledir: "Milliyetçiyiz veya Türk Milliyetçisiyiz gibi sözleri sadece taktik icabı, isim olarak kullanmaktayız, bu deyime ümmetçilik manasını yükleyerek bu maksatla kullanıyoruz" denilmektedir.

Milliyetçilik deyimine başka manalar yükleyerek o manayı kastederek kullanmanın da caiz olmadığı, aşağıdaki deliller çerçevesinde anlaşılmaktadır.

Milliyetçilik deyimi, Türkçe lugatta ve kavli örfte, kendi kavminin menfaatini ön planda tutarak, olayları ve eşyayı kav­minin menfaatlerini esas alarak değerlendiren, dünya görüşüne (ideolojisine) isim olarak vaz' edilmiştir. Milliyetçilik deyimini işiten bir kimse, hiç düşünmeden onu yukarıdaki manada anlar. Bundan dolayı milliyetçilik kelimesi, bu manada sarih bir sözdür. Ayrıca bu süzün sarihliği "hakiki manası" olan lügat manasıyla da teyit edilmektedir. D. Mehmet Doğan'ın hazırladığı "Büyük Türkçe Sözlükte, Milliyetçilik teriminin"Milliyet topluluğunu esas alan, onu sevmek ve yüceltmek anal fikrine dayanan görüş" manasına geldiği vurgulanmaktadır.

İslam'da, sarih lafların hükmü sabit olur. Sarih olan manaya  göre anlaşılır ve tatbik edilir, niyetine bakılmaz. Fıkıh usulünde bu mesele şöyle izah edilmektedir. "Sarihin manası: me­caz olsun, hakikat olsun, bir sözün manası çok kullanılması sebebiyle açık olursa, bu söze sarih denir. Sarih olan söz.j işitenin düşünmesine meydan bırakmadan anlaşılacak durum-j dadır. İster o söz konduğu manada kullanılsın (hakiki ma­nasında) ister konduğu manadan başka bir manada kullanılsın I (mecazi manada), aynıdır. Mesela, "bu ağaçtan yemem" Sözünden kastın "meyvesinden yememek" olduğu anlaşılır. (Bu söz mecazi bir sözdür, çünkü sözün aslı ağacın kendisini yememekle alakalıdır. Ama, çok kullanılması sebebiyle bu mecazi ı söz söylendiğinde, hiç düşünülmeden ağacın kendisini yemek için kullanılmadığı, meyvesinin kastedildiği anlaşılmaktadır, dolayısıyla bu söz sarih bir sözdür. "Bu ağaçlan yemem" diye yemin eden birisi, "benim bu sözden kastım ağacın yapraklarını yememekti" diyemez. Meyvesinden yerse yeminini bozmuş olur, -velev ki niyeti yaprakları yememek olmuş olsa bile-hüküm meyve üzerinde tahakkuk etmiş olur. Mecazi manası -olan bu söz böyle sarih kabul edildiği halde, "Milliyetçilik" sözünün, ideoloji manasında olan sarihliği ise, çok kul­lanılmasından dolayı olmakla beraber, hakiki manasından çıkmadan, lügat manasıyla da teyit edilmektedir.) Sarih sözlerin hükmü: Sarihin manası, söyleyenin niyetine bakılmadan ve sözün muhtemel başka manaları aranmadan açıkça anlaşılarak sabit olur, sarih olan manaya göre anlaşılır ve tatbik edilir.

Bir kimse "şu elbiseyi şu kadara sana sattım der, diğeri de "aklım" derse akit tamam olur. Elbise alanın mülkü olmuş, sa­tan da bedele hak kazanmış olur. Satanın "ben hibe veya rehin kastetmiştim" demesine itibar edilmez. Çünkü, söylediği söz alış-veriş akdi için sarihtir."(32)
  
İslam'da itikad, yemin, nikah ve diğer akidlerde lafzın sarih ligi, hükmün subut bulması için yeterlidir, failin niyetine bakılmaz. Yukarıdaki sarihin hükmüyle ilgili izahdan da anlaşılacağı üzere, "Müslüman" isminin haricinde başka isimle­ri almak, özellikle ideolojik terimlerle sıfatlanmak asla caiz değildir. "Milliyetçilik" bir ideolojiye mal olmuş, beynelmilel sahada bilinen, beşeri fikir sisteminin ismidir. Yukarıdaki seri deliller çerçevesinde de görüldüğü gibi, sarih sözlerin hükmü sabit olur. "Ben bu sözü şu manayı kasdederek söyledim, niye­tim şuydu" gibi teviller geçerli değildir. Sarih sözün hakkındaki hükmü değiştirmez.
   
Dolayısıyla, nasıl ki "ben Atatürkçüyüm" veya "ben laikim" diyen bir insan bu sözle ümmetçiliği, İslam Şeriatını kas­tediyorum diyemiyorsa, böyle bir iddia hükmün sübutuna tesiri olamıyorsa; kavmiyetçilik ideolojisinin beynelmilel ismi olan Milliyetçilik sıfatını kullanan bir kimse de, ben bununla şeriatçılığı veya ümmetçiliği kasdediyorum diyemez. Bu tevil İslam nazarında kabul görmez. Binaenaleyh "ben Milliyetçiyim" diyen bir kimseyle, "ben Atatürkçüyüm" "ben laikim" diyenlerin arasında, sözün sarihliği cihetiyle, büyük bir benzerlik vardır. Bu durumda, orta yerde itikadi bir tehlikenin varlığının da söz konusu olabileceğini, feraset sahibi insanlar görürler. Meseleye bu açıdan da bakmamız zaruridir. İdeolojik isimlerin arkasına gizlenmenin caiz olmadığı, olayın bu yönüyle de sabittir.
   
Mü'minlerin, müslüman isminin haricinde başka bir sıfatla sıfatlanmalarının doğru olmadığı, Allah Teala'nın Kur'an'da vaz'ettiği şu hükümle de kati olarak ortaya çıkmıştır. "Ey iman edenler! Allah (cc)'tan nasıl korkmak lazımsa öyle    korkun,    sakın    siz    müslümanlar   olmaktan başka (bir sıfatla) can vermeyin" (33) İslam alimleri bu ayetten çıkan hükmü şöyle izah etmektedirler: "Müslüman is­minin dışında herhangi bir isim almanın haram olduğu husu­sunda ittifak vardır."(34) Dolayısıyle bugün müslümanlann kendilerini değişik isim ve sıfat aramaları cahili bir tutumdur, (35) Nitekim cahiliye döneminde müşrikler müsİümanları bağlı oldukları kabilenin veya ailenin ismi ile anmaya gayret ediyor­lardı. "Ey iman edenler! Allah (cc)'dan nasıl kork­mak lazımsa öylece korkun. Sakın, siz, müslümanlar olmaktan başka (bir sıfatla) can ver­meyin" (36) emri ilahisi Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri arasında vuku bulan hadise üzerine nazil olmuştur. Bu hadisenin grup taassubu yüzünden kaynaklandığı, hem Evs'in hem de Hazreç'in müslüman olduğu dikkate alınırsa daha iyi kavranır ve günümüzdeki mücadelede de hataya düşmemek için, önemli bir ipucu tesbit edilmiş olur. Bugün de müslümanlar, değişik gru­plar halinde ve değişik isimler alarak birbirleriyle mücadele ha­lindedirler. Halbuki, Allah (cc) "müslümanlar" olmaktan başka bir sıfatla can vermeyi yasaklamıştır, haram kılmıştır.
             
Bu vakıa üzerinde tefekkür etmek, "ben müslümanlardanım" diyen herkesin üzerine vaciptir. Müslüman isminin dışında isimler almak yasaklandığına göre, İslami mücadele ver­diğini beyan eden bütün grupların "bid'at-lcrden" uzaklaşmaları zaruridir. İdeolojik hareketler bidat ehli müslümanlardan güç al­maktadır. Kitle eğitiminde, sünnetin önemi üzerinde durmalıyız ki bidatlerden teberri etmemiz mümkün olsun.
            
Akıl ve Din emniyetinin kalmadığı çağımızda, ideolojik hu­rafelerle zihni dumura uğrayan insanlar, cahili telkinlerle Milli­yetçiliği "Zarureti Diniyedenmiş gibi" benimsemiş bulunduk­larından, bu fitneyi terketmemek için olmadık tevillere kaçmaktadırlar. İnsanları, bu hurafecilerin şerrinden korumak, hakkı batıldan ayırmak için hassasiyetle cahiliyenin mugalata„nnın üstüne gitmek, kınayıcıların kınamasına aldırmadan in­karı aydınlatmak şarttır.

Etiketler : #Unutulmayan   #kitap:   #Milliyetçi   #miyiz   #   #Müslüman   #mıyız?   
YORUMLAR
  • mevlüt sünbül   02-04-2015 17:57

    kitap ı nerde bula biliriz bi öneride bulunabilirmisiniz

  • mehmet maksut   14-03-2010 17:07

    Verdiğiniz emekten dolayı allah razı olsun keke.Allah bizi bu tehlikeden muhafaza etsin ve ümmet şuuruyla donatsın

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN