TARİHTEKİ AYAKLANMALAR VE KIYAM HAREKETLERİ

Ahmed Turgut ULUCAK

16-11-2012 13:17


Tarihte ayaklanmalar veya kıyamlar 4 sebepten dolayı vuku bulmuştur: Siyasi, Sosyal, Ekonomik, Dini. Ayaklanmalar; var olan yönetime karşı isyan anlayışı ile gasp edilen haklara yönelik hak arama mücadelesi şeklinde genelde ortaya çıkmıştır. Ayaklanma ifadesi tarihte eleştirel anlam bulurken; meşru olmayan bir durum olarak algılanmıştır. Ayaklanmaların tarihteki yansımalarına baktığımızda; Müslüman olmayan toplumlarda, köleliğe ve toprak ağalarına karşı düzenlendiği genelde görülmektedir.

  1. Batı merkezli hareketler

Spartaküs’ün Başlattığı Ayaklanma

Spartaküs’ün başlattığı isyan, M.Ö 73-71 yılları arasında yaşanmış ve 3 yıl sürmüş büyük bir isyandır. Bu isyanın önderliğini liderlik yeteneği gelişmiş, zeki bir Trakyalı köle olan Spartaküs yapmıştır. Gladyatörlerin, sahipleri için bir güvence ve para aracı olduğu yıllarda bu dövüşçüler birçok olayda kullanılmıştır. Roma’da yaşanan iç savaşlarda ve iktidar çekişmelerde, siyasetçiler gladyatörden yararlanmıştır. Böylece gladyatörler Roma’da siyasi hayata yön vermişlerdir. Ölümle burun buruna yaşayan bu adamların isyan etme olasılığını göz önünde bulunduran senato, bazı uygulamalar gerçekleştirmiştir.

İşte Spartaküs böyle bir ortamda Roma ordusundan kaçıp haydutluk yapmıştır. Daha sonradan yakalanıp köle olarak satılmıştır. Spartaküs kötü koşullara ve baskıya daha fazla dayanamayarak köleliğe karşı duran ve efendilerine boyun eğmeyen insanların yıllarca örnek alıp anlatacağı destansı bir isyanı başlattır. Spartaküs ve arkadaşları sığındıkları Venüs Yanardağında küçük bir Roma birliğince kuşatılır; ancak uçurumdan aşağıya inerek orduyu şaşırtırlar ve ablukayı yarıp kaçarlar.

Spartaküs ve arkadaşları, silah arabalarına el koyarlar. Giderek çoğalırlar ve halk tarafından destek görürler. Spartaküs 100.000 adamıyla Lucania şehrine yürür ve büyük bir mücadele ile sonunda Publius Variunis'u yener. Şehirlerden ganimetler alır. Spartaküs artık Güney İtalya'ya egemen olmuştur. M.Ö 72'de iki konsül birlikleri Spartaküs'ün üzerine gönderir; fakat Spartaküs orduları imha eder. Alpler'e doğru yürüyüşe geçer onu durdurmak isteyen Cisalpina Valisinin askerlerini yener ve yürüyüşüne devam eder. Köle ordusu artık Alpleri aşmıştı Herkes dağılabilir, evine gidebilirdi; ancak kimse gitmek istemedi. Spartaküs güneye yürüdü bu durumda. Lucinia’ya geri dönen Spartaküs, sayıca ve teçhizat bakımından çok üstün olan Crassus komutasındaki orduya yenilir, ağır kayıplarla Messina'ya çekilir. Sicilya’ya geçmeyi planlar. Onları kaçıracak olan korsanlar sözünde durmaz. Crassus, Spartaküs ve adamlarını kuşatır. Çok ağır kayıplar veren Spartaküs, kuşatmayı yarar ve geri çekilir. M.Ö 71'de savaşmaya devam etmek isteyen köleler, Romalılarca kılıçtan geçirilir. Spartaküs’de Crassus’a saldırmak üzereyken ağır yaralanır ve 4.000 adamıyla yakalanır. Roma'dan Capua'ya giden yol üzerinde çakılan sehpalar üzerinde idam edilir. Spartaküs’ün damarları kesilir ve tüm kanı çekilinceye kadar sehpada asılı kalır.

İşte tarihin ilk köle isyanı böyle seyir etmiş; Spartaküs ve adamlarının ölümü ile sonuçlanmıştır. Spartaküs'ün başlattığı, “efendilere boyun eğmeme” girişimi günümüze kadar sürmüştür.

Fransız İhtilali

Fransız ihtilali dünya çapında ciddi değişimlere sebep oluşturmuş olup tarihsel bir sürece etki etmiştir. Dönemi içinde ve sonrasında birçok kırılmaları beraberinde getirmiş olan ayaklanma hareketi olarak Fransız ihtilali öne çıkmaktadır.

Avrupa, 16. yüzyıldan beri katı bir mutlakıyetle yönetiliyordu. Kral, Tanrı'dan başka kimseye hesap vermek zorunda değildi. Adaletsiz ve güç kullanılarak toplanan vergiler, kralın zevk ve eğlencesine ayrılıyordu. Fransa'da halk, birbirine eşit olmayan, ayrı hak ve imtiyazlara sahip soylular, rahipler, burjuvalar ve köylüler olmak üzere sınıflara ayrılmıştı.18. yüzyıl sonlarında halk, bu duruma isyan etmiştir. Toplumda eşitliğin olmaması, soyluların ve rahiplerin geniş imtiyazlara sahip olması, zenginleşerek devlete vergi ödeyen burjuvaların siyasal haklar istemesi, hiçbir hakkı olmayan ve en ağır işlerde çalışan köylülerin burjuva sınıfını desteklemeleri, Fransız İhtilâli'nin çıkmasında etkili olmuştur.

Bu sorunların yanında 18. yüzyılda Fransa'da birçok aydın yetişti. Aydınlar, Fransız İhtilâli'nin fikir altyapısını hazırladılar. Monteskiyö (İran Mektupları ve Kanunların Ruhu Üzerine), Volter, Dalamber, Didero ve Jan Jak Russo (Sosyal Mukavele), yazdıkları eserlerde Fransız rejimini eleştirdiler, yeni çözüm yolları ileri sürdüler. Aydınların bu çalışmaları, Fransa'da halkın krallık rejimine karşı durmasına; bu duruş da ihtilalin zeminin oluşmasını zemin sağlamıştır.

Fransız İhtilali’nin en önemli nedeni, ekonomik durumun bozulmasıdır. Bunun başlıca nedeni; Fransa'nın özellikle 18. yüzyılda katıldığı savaşlar ve devletin gereksiz harcamalarıydı. Bu dönemde vergiler ağırlaştırılmış, halk geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştır. Maliyeyi düzeltmek amacıyla alınan tedbirler sonuç vermeyince Fransa Kralı 16. Lui, Fransa'nın bir çeşit milli meclisi olan Etejenero'yu toplantıya çağırarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir (1789). Bu toplantıda soylular ve rahipler ile halkın temsilcileri arasında anlaşmazlık çıkınca, halkın temsilcileri Etejenero'yu, Milli Meclis ilan ettiler. Milli Meclis, kendi onayları olmadan vergi toplanmaması kararı aldı. Kral, bu kararı kabul etmediği gibi kuvvet kullanarak Milli Meclis'i dağıtmak istedi. Bu gelişme karşısında halkın temsilcileri, anayasa hazırlamadan dağılmamaya karar verdiler. Milli Meclis, anayasa hazırlıklarına başladıktan sonra kendisini Kurucu Meclis ilan etti. Kral, yabancı askerlerle Meclis'i dağıtmak isteyince ayaklanan halk, Bastil Hapishanesi'ni basarak siyasi tutukluları serbest bıraktı. (14 Temmuz 1789) Böylece bütün dünyayı derinden etkileyecek sonuçları ortaya çıkaran Fransız İhtilali başlamış oldu.

Fransız İhtilali'nin Sonuçları

Fransız İhtilali ile birlikte yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı'dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktı. İlkel şekli Yunan şehir devletlerinde, gelişmiş şekli İngiltere ve ABD'de görülen demokrasi, Kıta Avrupa’sında da gelişmeye başladı ve Batı medeniyetinin vazgeçilmez unsurlarından biri haline geldi. İhtilalin genel sonuçlarına bakacak olursak;

  1. Egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi.
  2. Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu devletlerin parçalanmasında etkili oldu.
  3. Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başladı.
  4. Şahsi güçlere, zekâya ve girişim yeteneğine ortam hazırladı.
  5. Fransız İhtilâli, sonuçları bakımından evrensel olduğundan Yeniçağ'ın sonu, Yakınçağ'ın başlangıcı kabul edildi.
  6. Dağınık halde bulunan milletler, siyasi birliklerini kurmaya başladılar.
  7. İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürüldü.

Fransız İhtilali’nin yaydığı fikirlere karşı İhtilâl savaşları (1792-1815) başladı. Önce Fransa, Avusturya ve Prusya arasında başlayan bu savaşlara İngiltere ve Rusya'da daha sonra katıldı. Savaşlar Napolyon'un yenilgisiyle sonuçlanıp Viyana Kongresi ile Avrupa'nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir. (1815)

Bolşevik Devrimi

Bolşevik devrimi; 20 yüzyılın en önemli olaylarından birisi olup Rusya'da gerçekleşmiş. Batı Avrupa demokrasilerinden farklı bir yapıya sahip olan Rusya, bu dönemde mutlakıyetle yönetiliyordu. Büyük çoğunluğunu fakir köylü nüfusunun oluşturduğu Rusya'da, yüzyılın başında gelişen fabrika sistemiyle beraber işçiler de önemli bir yer tutmaya başlamıştı. Çok ağır yaşam koşulları içinde yaşayan bu geniş işçi kitlelerin huzursuzluğu, daha 1905 yılında çıkan ayaklanmayla hissedildi. Petersburg ve Moskova'da "İşçi Sovyetleri" kuruldu. Aralık ayı içinde bu ayaklanma, çok sert bir şekilde bastırıldı. Bunun sonunda Çar, Duma'yı açarak bazı özgürlükler tanıdı.

Sosyal ve ekonomik sıkıntıların yanında Birinci Dünya Savaşı, Rusya'da büyük bir yokluk ve sefalete yol açtı. Rus yönetimi, boğazların kapalı oluşu yüzünden dış yardım alamıyordu. Tüm bu sıkıntıların yanında 1916-1917 kışı çok sert geçmiş; açlığın artması, yakacak, giyeceğin bulunamaması, bütün Rusya'yı etkilemişti. 8 Mart 1917'de, Petersburg'da yaşanılan olumsuzluklara karşı gösteriler başladı. Grevler yaygınlaştı. 12 Mart'ta "İşçilerin ve Askerlerin Sovyet’i" kuruldu. Komutanlar Çar'a, tahttan ayrılmasını öneriyorlardı. 15-16 Mart'ta Çar, tahttan ayrıldı. Yerine “devrimci hükümet” kuruldu. Nisan'da Petersburg'a gelen Lenin, "Ekmek, barış, özgürlük" sloganıyla geniş kitlelerin desteğini sağladı. Devrimci Sosyalistlerden Harbiye Bakanı Kerensky'nin Temmuz'da Alman Cephesi'nde taarruzu başarısızlıkla sonuçlanınca, yeni ayaklanmalar patlak verdi. Bolşeviklerin lideri Lenin kaçtı ve Trotsky tutuklandı. Hükümet düştü, Kerensky, Başbakan oldu ve 14 Eylül 1917'de de cumhuriyet ilan edildi. Artık ülkenin iç durumu iyice karışmıştı. Hükümet hala savaştan vazgeçmemekle en büyük hatasını yaptı.

Köylülerin başlattığı ayaklanma ile tüm Rusya karıştı. Bundan yararlanan Bolşevikler (aşırıcılar), ordunun da devrime karışmasından yararlanarak, "Askeri Devrim Komiteleri" kurdular. 7 Kasım 1917'de hükümet darbesi ile Bolşevikler iktidarı ele geçirdiler ve 8 Kasım'da Lenin Petersburg'a geldi. Ekim devrimi 1917’de, I. Dünya Savaşı sırasında Rusya'da gerçekleşen devrimin adıdır. Ekim Devrimi'yle dünyadaki ilk sosyalist yönetim işbaşına gelmiştir.

  1. İslami Ağırlıklı Kıyamlar

Buraya kadar anlattıklarımız, seküler algıya sahip olan cahili toplumların ayaklanmalarıdır. Müslümanları yakından ilgilendiren birçok kıyam hareketine baktığımızda, genellikle zahiri anlamda başarısızlıkla sonuçlandığını görürüz.

Emeviler Dönemine Genel Bir Bakış

Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra Müslümanların biat ettiği Hz. Ali halife olmuştur. Muaviye ve yandaşları Hz. Osman'ın katillerini bahane ederek; Hz. Ali'ye yüklenmeye başlamışlar ve bu dönem kargaşalara sahne olmuşlardır. Hz. Ali ve Muaviye'nin Sıffin savaşında karşı karşıya gelmesinden sonra Hz. Ali ordusundan ayrılanlar, hariciler, Hz. Ali ve Muaviye taraftarlarının Allah'ın sınırlarını aştıklarını, hükmü Allah'tan başkasına verdiklerini iddia ederek her iki tarafa da karşı durmuşlardır.  Bunun neticesinde üç tane fedai belirleyip bir sabah namazı çıkışında Hz. Ali'yi şehit etmişlerdir.

Hz. Ali'nin şahadetiyle birlikte kargaşa daha da artmış, Muaviye Şam valisi iken Şam'da halifeliğini ilan etmiştir. Bunun yanında Hz. Ali taraftarları, halife olarak Hz. Hasan'a biat etmişlerdir. Hz. Hasan, daha fazla Müslüman kanı akmaması için karşılıklı anlaşma ile hilafeti Muaviye'ye teslim etmiştir. Muaviye'nin hilafeti devralmasıyla birlikte tarihte Emeviler dönemi başlamıştır. Emevilerle birlikte İslam'ın tasvip etmediği saltanat sistemi de başlamıştır. Bunlarla birlikte Muaviye yönetimine yapılan eleştiriler şunlardır:

- Yerine sarhoş ve eğlenceye düşkün olan oğlu Yezid'i atamıştır.

- Kufe ve Basra valisi Ziyad b. Ebih'i kendi nesebine katmıştır.

- Hz. Ali'ye sürekli söven Muğire b. Şube'ye karşı çıkan Hucr b. Adiyy'i şehit etmiştir.

- Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e Cuma namazlarında lanet okutmuş ve sövdürmüştür.

- Rasulullah'ın Medine'den sürdüğü ve asla Medine'ye girmesine izin vermediği Mervan b. Hakem'i affetmiş ve Medine'ye vali tayin etmiştir. Muaviye'nin bu uygulamalarına tevhid ehli birçok Müslüman karşı çıkmıştır. Bunların başında Hz. Ayşe, Hz. Hüseyin, Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Abdurrahman b. Ebu Bekr gelmektedir.

Emevi Devleti'nde hilafetin saltanata dönüşmesiyle yanlış uygulamalarla birçok hata yapılmıştır:

- Hilafet makamı zorla kılıç gücüyle elde edilmeye çalışılmıştır.

- Halifelerin yaşayışında kibir ve lüks yaşam gibi değişmeler olmuştur.

- Beyt-ul Mal haraç kurumuna dönüşmüş, sultan keyfi tasarrufta bulunmuştur.

- Emr-i bil Maruf Nehy-i anil Münker yasaklanmıştır.

- Yargı bağımsızlığı sona ermiş, kadılar sultanın emrine girmiştir.

- Irkçılık ve kavmiyetçilik had safhalara çıkmıştır.

Gayri İslami olan bu uygulamalardan sonra, halk içinden adalet ve zulüm ayrımını yapabilen, Kur'an hassasiyeti yüksek olan takvalı insanlar zaman zaman ayaklanmalar başlatmışlardır. Bunlar; Kufe'de Hz. Hüseyin, Medine'de Abdullah b. Hanzala, Mekke'de Abdullah b. Zübeyr, Said b. Cübeyr, İmam Zeyd'dir. Bu ayaklanmalar şiddetle bastırılmıştır. Bu ayaklanmalar sonucu Emevi ordusu şehirleri yağmalamıştır. Ayaklanmalar sonucu birçok sahabe ve çocukları şehit edilmiştir. Kâbe muhasara altına alınmış, mancınıklarla taşlanmış; hatta atılan ateşle Kâbe’nin örtüsü ve ahşap kısmı yanmıştır. Hz. Hüseyin ve taraftarları Kerbela yakınlarında ağır muhasara ve zulüm sonucu şehit edilmiş; Hz. Hüseyin'in kafası kopartılarak Yezid'e getirilmiş ve sokaklarda tekmelenmiştir. Bu zulümleri yapan Emeviler dönemleri boyu meşruiyetlerini sağlama gayesiyle birçok hadis uydurup dini tahriplere ve zulümlere de neden olmuşlardır.

Hz. Hüseyin’in Kıyamı

Tarihte bizi derinden hüzne boğan, bir kıyam önderi olarak tüm zamanlara ışık tutan Hz Hüseyin’in kıyamı, kıyamlar tarihi içerisinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Şüphesiz ki İslam tarihinde en büyük ve etkin inkılâpçı hareketlerden başında Hz Hüseyin’in kıyamı gelmektedir. Bu kıyamın rehberi olan İmam Hüseyin hayatı boyunca (zülüm ve hilekârlık karşında) uzlaşmaz bir çizgi takip etmiş ve babasının yanı başında Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşlarına bizzat katılmış biridir.

Hz. Hüseyin’in kıyamının öncesindeki olaylara bakmamız bu kıyamın anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır:

H. 6. yılın Recep ayında, Muaviye ölünce önceden hilafetini Müslümanlara zorla kabul ettirilen Yezid babasının yerine geçti. Medine valisi Velid b. Utbe, Yezid’in emri üzere Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr’den biat almaya kalkıştı. Ama İmam Hüseyin Velid’e hitaben şöyle buyurdu: “Biz nübüvvetin Ehl-i Beyti, risalet maddeni, meleklerin gidip geldiği yeri ve rahmet nedeniyiz. Allah İslam’ı bizimle başlattı ve bizimle noktaladı. Yezid ise fasık, şarapçı, katil ve fasıklığını açığa vurmaktan çekinmeyen biridir. Benim gibi birisi O’na nasıl biat edebilir.’’(İbn-i A’sem c.5, s.17)

Abdullah b. Zübeyr hemen Medine’den çıktı. İmam Hüseyin H. 60 yılının Şaban ayının üçüncü günü Muhammed b. Hanefiye dışında risalet hanedanın tüm fertleriyle Medine’den çıkarak Mekke’ye doğru yola koyuldu. İmam’ın bu hareketini haber alan Kufeliler de harekete geçtiler. Üst üste toplantılar yapıp, ateşli nutuklar attılar. Süleyman b. Süred, Kufe halkından kıyam için söz aldı. Süleyman, Museyyib b. Necabe, Habib b. Mezahir, Rifed b. Şeddad ve Abdullah b. Val gibi Kufeli büyüklerin imzaladığı bir mektubu Hz. Hüseyin’e gönderip O’nu Kufe’ye ve bu kıyama önderlik yapmaya çağırdılar. Mektupların ardı arkasının kesilmediğini gören Hz. Hüseyin, emin olabilmek için Müslim b. Akil’i Kufe’ye gönderdi. Ondanda olumlu cevap alınca İmam hemen Kufe’ye yöneldi. Ama Kufe bir anda değişmiş ve halk verdiği sözü tutmamıştı. İmam Hüseyin, Emeviler aleyhine kıyam etmeye kararlıydı. Zira Emeviler İslam’ı tahrif ediyor, kendi sapık düşünce ve hareketlerini İslami olarak lanse etmeye çalışıyordu. Toplumda fesat, fitne, ayyaşlık ve bozukluklar her yeri kaplamış; artık her türlü kötülük normal görülmeye başlanmıştı. İmam Hüseyin, Emeviler hakkında şöyle buyuruyordu: “Onlar (Emeviler) şeytana uyan, Allah’a itaat etmeyen, yeryüzünde fesadı yayan, İlahi hükümlerin uygulanmasına engel olan ve beytü’l-mala el uzatan kimselerdi.” (Taberi c.4, s.304)

Kufe halkı Numan b. Beşir zamanında düşünsel planda tam bir özgürlüğe sahip idiler. Ama İbn-i Ziyad onun yerine geçince Kufe halkı tam bir baskı ve istibdat dönemine girdi. Aslında o dönemde büyük İslam beldesi kan ağlıyordu ve bu kıyam için en büyük fırsattı. İmam böylesi şartlarda oturup seyirci kalamazdı. Nitekim de kalmadı. Bir avuç dostuyla zamanın fasığı ve hâkimi Yezid’e karşı kıyam ederek H.49 yılında Muharrem Ayının Aşura gününde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir vahşilikle şehit edilirler. İmam Sadık, bu tarihi kıyamı “Her ay Muharrem, her gün Aşura ve her yer Kerbela” diyerek tüm hayata yaymıştır.

İmam Hüseyin’in bu kıyamı olmasaydı; din tamamıyla tahrif olacak ve doğruların yerini hep yalanlar alacaktı. Ama Allah bu dini koruyordu. Zalimler Allah’ın nurunu zayıf üfürükleriyle söndüremezlerdi. İmam Hüseyin, boğazına kadar fesada gömülmüş bir toplum ile karşı karşıyaydı. Yeryüzünün zalimleri, gökyüzünün seçkinleri ve halk düşmanları Allah’ın has kulları haline gelmişti. İmam Hüseyin İslam’ın bu kadar saptırılmasına izin veremezdi ve vermedi. Tekrardan şunu ifade etmeliyiz ki Emevi saltanatına karşı yapılan ayaklanmaların en önemli sebebi; onların hilafet kurumunu gasp etmeleri ve İslam'dan uzaklaşmalarıydı.

Emeviler dönemindeki kıyamlar sadece Hz Hüseyin ile sınırlı kalmadı. Bu dönemde hariciler de Emevi Devleti'ne karşı değişik zamanlarda ayaklanma başlatmışlardır. Özellikle Zeyd bin Ali’nin kıyamı çok önemlidir.

Zeyd bin Ali’nin kıyamı

Zeyd b. Ali'yi destekleyenlerin başında “Zeyd'in kıyamı Resulullah'ın Bedir'e çıkışı gibidir.” diyen Ebu Hanife ile “Zeyd'in yolu haktır. Ona yardım etmeyene ve onunla savaşana eyvahlar olsun” diyen İmam Bakır (as) gibi şahsiyetler yer almaktaydı. Zeyd b. Ali tüm taraftarlarını bir araya toplayarak onlara şöyle dedi: Biz sizleri Allah'ın kitabına, Resulullah'ın sünnetine, zalimlerle savaşmaya, mustazafları savunmaya, mahrumların hakkını almaya, beytülmali taksime, zorla alınmış malları iade etmeye, hakkımızı tanımayıp bizlerle savaşan kimselerle savaşmaya davet ediyoruz. Bu esas üzere bizlere biat ediyor musunuz?

Orda olanların hepsi bu ilkeleri kabul ederek Zeyd b. Ali'ye biat ettiler. Taberi, Zeyd'e biat edenlerin beş yüz kişi civarında olduğunu söylüyor. Elbette ki Zeyd b. Ali'ye binin üstünde insan kendisiyle birlikte kıyam edeceğine dair söz vermişlerdi.

Zeyd, zâlim Emevi sultanı Hişam bin Abdulmelik aleyhine kıyam ettikten ve kahramanca savaştıktan sonra kendisine biat eden insanların yardımlarını sakınmalarından dolayı yenildi. Hişam’ın emri ile Kufe valisi Yusuf bin Ömer Sekafi tarafından şehit edildi. Zeyd ölümünün yakın olduğunu gördüğü zaman “Dinimi kamil kılan rabbime hamd olsun. Ben iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma farzını yerine getirmeden kıyamet gününde Kevser havuzunun kenarında peygamber ile karşılaşmaktan utanırım” diyordu. Hişam b. Abdulmelik b. Mervan zamanında Zeyd b. Ali, Kehane adlı bir yerde Şam ordusuyla şiddetli bir savaşa girdi. İlk etapta Zeyd'in askerleri Şam ordusunu yenilgiye uğrattı ve hızla ilerlemeye başladı. Ama çok geçmeden Şam'dan yardımcı birlikler yetişti ve bir anda durum tam tersine gelişmeye başladı. Zeyd'in cesur ve kahraman ordusuyla savaşamadığını gören Şam ordusu, onları ok yağmuruna tuttu. Başından aldığı bir darbeden dolayı şehit oldu ve o sırada yanında bulunan oğlu Yahya, Zeyd’e hitaben dedi ki: “Babacığım! Sana müjdeler olsun ki Peygamber, Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin ile karşılaşacaksın.” Zeyd de bunun üstüne: “Evet oğlum. Peki, sen ne yapacaksın?” dedi. Yahya da dedi ki: “Allah’a yeminler olsun ki kimse bana yardımcı olmasa bile yine de onlarla savaşacağım.” Zeyd oğlunu övdü ve Emevilerle savaşa teşvik etti. Sonra da alnına saplanan oku çıkardı ve yüce şahadet makamına ulaştı.

Zeyd şehit olunca taraftarları da bozguna uğradı. Zeyd'in en büyük askeri hatası taraftarlarıyla vadeleştikleri zamandan çok daha önce kıyam etmesiydi. Zira önceden kararlaştırıldığı üzere Sefer ayının başında kıyam edilecekti. Ama Zeyd 23 Muharrem'de kıyam etti. Dolayısıyla Medain, Basra ve Hire'deki birçok dostu bu kıyama iştirak edemedi. Ama Zeyd b. Ali'nin şahadetiyle davası ve yolu bitmedi. Zeyd'in taraftarları onun yolunu sürdürdüler. İmam Hüseyin (a)'ın kabri bu inkılâpçıların karargâhı ve askeri hareket üssü konumundaydı. Nitekim Zeyd'in oğullarından Yahya, Hüseyin ve İsa sırasıyla Emevi sultasına karşı inkılâpçı bir kıyam gerçekleştirerek babaları olan Zeyd'in haklı davasını sürdürmeye çalıştılar. Cinâyetkar Emevi zalimlerinin Zeyd’e zarar vermemesi için cenazesini bir mezrada veya bahçede toprağa verdiler ve üzerinden su geçirttiler. Fakat Yusuf bin Ömer’in bazı casusları bundan haberdar oldular. Cenazesini topraktan çıkarıp Kufe’de darağacına astılar. Dört yıl boyunca cenazesi darağacına asılıydı. Hişam’ın ölümünden sonra Velid, Yusuf bin Ömer’den Zeyd’in bedenini darağacından indirip yakmasını ve küllerini havaya savurmasını istedi.

Yahya bin Zeyd’in Kıyamı ve Şahadet

Yahya, babasının şahadetinden sonra Medain’e gitti. Yusuf bin Ömer onu yakalamak istediğinden Rey şehrine kaçtı. Oradan da Nişabur’a geçti. Sonunda Serhas’a gitti ve Hişam bin Abdulmelik ölünceye kadar altı ay boyunca orada kaldı. Velid bin Yezid, Nesr bin Seyar’ı Yahya bin Zeyd’i yakalamakla görevlendirdi. Memurlar, Yahya’yı Belh’te yakaladılar. Fakat Velid herhangi bir fitnenin çıkmasından korktuğu için onu serbest bıraktı. Yahya, Cuzcan’a gitti. Orada beş yüze yakın insan kendisine biat etti. Nesr bin Seyar, Sâlim bin Ahuz’u Yahya ile savaşmaya gönderdi. Üç gün süren savaştan sonra Yahya’nın bütün dostları öldürüldü. On sekiz yaşında olan Yahya, Hicri 125’te şehit edildi. Başını bedeninden ayırıp annesine gönderdiler. Bedenini de darağacına astılar. Ebu Müslim Horasani’nin ayaklandığı güne kadar bedeni darağacında asılı kaldı. O Yahya’nın bedenini darağacından indirip kefenledikten sonra toprağa verdi. Horasan ahalisi Yahya’nın şahâdetinden sonra yedi gün boyunca matem tutarak o günden sonra çocuklarına Zeyd veya Yahya adını verdiler. Matem tutarak siyah elbiselere büründüler. Böylece Horasan bölgesi Emevi karşıtı Şii hareketinin merkezi oldu.

Nefsu’l-Zekiye’nin Kıyamı

Nefsu’l-Zekiye adıyla meşhur Muhammed bin Abdullah bin Hasan bin Ali, Hicri yüzüncü yılda dünyaya gelip Hicri 145’te Mansur Abbasi tarafından şehit edildi. O Benî Haşim’in önde gelen şahsiyetlerinden biriydi. Mansur ve Safah’ın içinde olduğu bir grup Abbasi ve Alevi, Beni Ümeyye ile mücadele için Nefsu’l-Zekiye’ye biat ettiler. Mezhep âlimleri ve kelamcılar da Emevilerle mücadelede onun önderliğini benimsemişlerdi. Nitekim Vasıl bin Ata ve Amr bin Ubeyd’in içinde olduğu bir grup Mûtezilî, İmam Sadık’ın (a.s) yanına gelip Emevilerin içinde bulundukları kötü durumu hatırlattıktan sonra Abdullah bin Hasan’ın oğlu Muhammedi, Emevîler aleyhinde olacak bir kıyamın önderliği için önerdiler.

Hilafet Abbasilerin eline geçtikten sonra Beni Ümeyye’nin zulüm ve ihanetleri artarak devam etti. Muhammed ile biatteki ahitlerini unuttular. Bundan dolayı Muhammed Nefsu’l-Zekiye Abbasilerle mücadele etme kararı aldı. Halkı Mansur aleyhinde ayaklanmaya davet etti. Birçok kişi kendisine biat etti. Ehl-i Sünnet’in iki büyük fakihi İmam Ebu Hanife (Irak’ta) ve İmam Malik (Medine’de) Muhammed’in kıyamını onaylayıp halkın Mansur ile olan biatinin zorla olduğunu söyleyip bunu geçersiz saydı.

Muhammed, Medine’yi Abbasilerin elinden aldı ve Medine valisini zindana attı. Halka hutbe okuyup onları zâlim Abbasi devleti ile mücadeleye davet etti. Mansur; Muhammed, kardeşleri, çocukları ve taraftarları için emanname gönderdi. Fakat Abbasilerin ahde ihanetini bildiği için Muhammed bunu kabul etmekten sakındı. Mansur, İsa bin Musa ve Hamid bin Kutbe’yi Muhammed ile savaşmaya gönderdi. Muhammed, Mansur’un ordusunun saldırısından şehri korumak için Medine’nin etrafına hendekler kazmıştı. Fakat bu onun ve Medine ahalisinin mahsur kalmasına ve erzak konusunda sıkıntılara duçar olmalarına neden oldu. Muhammed bu durumu görünce halk üzerindeki biatini kaldırdı. Küçük bir grup dışında herkes onu terk etti. Şahadetinin yakın olduğunu bilen Muhammed, hemen evine gitti ve taraftarlarının kendisine yazdığı mektup ve defterleri ateşe attı. Abbasi halifesinin o mektup ve defterleri teslim etmesi karşılığında hayatta kalacağına dair sözünü de kabul etmedi. Bu yüzden kendisine Nefsu’l-Zekiye lakabı verildi.

İbrahim bin Abdullah’ın Kıyamı

İbrahim bin Abdullah kardeşi Muhammed gibi ilim ve amelde Beni Haşim’in mümtaz şahsiyetlerinden biriydi. Muhammed Hicaz’da Mansur’a karşı ayaklandığında o da Basra’da ayaklandı. Kıyamını Hicri 125’te ve Ramazan ayının ilk gününde başlattı. Tanınmış büyük şahsiyetler ve âlimler ona biat ettiler. Hatta Ebu Hanife bu kıyamı onaylayıp yardım için dört bin dirhem İbrahim’e gönderdi ve Abbasi devleti ile savaşması için onu teşvik etti.

Mansur, Muhammed Nefsu’l-Zekiye’nin şahadetinden ve Medine ahalisinin tekrar kıyam etmeyeceğinden emin olduktan sonra Basra’da İbrahim ile savaşması için İsa bin Musa’yı Medine’den çağırdı. İbrahim Basra’dan çıktı. İki ordu Kûfe şehrine yakın Bahmeri köyünde karşılaştı. İlk başlarda İsa bin Musa’nın ordusu yenildi. Fakat İbrahim’in emri ile ordu, İsa’nın ordusunu takip etmekten vazgeçip geri döndü. İsa’nın ordusu İbrahim’in ordusu kaçmış tasavvuru ile geri dönüp birçok kişiyi öldürdü. Bir ok da İbrahim’in alnına saplandı. Böylece İbrahim 42 yaşında şahadet makamına ulaştı. Başını kesip Mansur’a gönderdiler.

Şehit Fah

Şehit Fah, Beni Abbas aleyhine ayaklanan Hüseyin bin Ali bin Hasan Muselles idi. Kıyamının başlangıç merkezi Medine şehri idi. Medine’yi ele geçirdikten sonra Mekke’ye doğru hareket etti. Fakat Fah denilen bölgede Abbasilerin büyük bir ordusuyla karşılaştı. Hüseyin bin Ali bu ordunun eliyle şehit oldu. Bazı tarihçiler onun hicretin 169. yılının Zilhicce ayının sekizinde, bazıları da Hicri 170’te şehit olduğunu söylemişlerdir. İmam Cevad (a.s)’dan nakledildiğine göre Kerbela’dan sonra en büyük hadise Fah hadisesidir. Tarihçiler Abbasi halifesi Hâdi’nin bütün esirlerin öldürülmesi ve bedenlerinin Bağdat’ta sallandırılması emrini verdiğini söylemektedirler.

Yahya bin Abdullah Kıyamı

Yahya bin Abdullah bin Hasan bin Hasan bin Ali, Hüseyin Fah’ın şahadetinden sonra Mekke’den Dilem’e (Mazenderan) kaçtı. Orada Harun Reşit ile mücadeleye girişti. Bölge halkı kendisine biat etti. Harun Reşit bu durumdan korktu ve çareler aramaya koyuldu. Nihayet bu olayı bitirmek için Fazl bin Yahya komutasında büyük bir ordu gönderdi. Fazl, Yahya bin Abdullah’ı kandırdı ve Harun Reşit’in onu bağışladığını söyleyip Bağdat’a götürdü. Harun Reşit Yahya’yı âlimler meclisinde oturttu ardından zindana gönderdi. Fakat Yahya bin Abdullah iki ay zindanda kaldıktan sonra Hicri 175’te zindandan kaçtı.

İbni Tabatabai’nin Kıyamı

O, Muhammed bin İbrahim bin İsmail bin İbrahim bin Hasan Musenna’nın oğludur. Memun’un hilafeti döneminde Kufe’de ayaklandı. Ebu’l-Seraya da ona yardım etmek için ayaklandı. Önce Kufe’yi ardından Vasıt ve Basra’yı ele geçirdiler. Ayaklanma haberi Mekke, Medine ve Yemen’e ulaştı. Bu bölgelerde de Aleviler ona yardım amacıyla ayaklandılar. Ayaklanmasından dört ay sonra Hicri 199’da aniden öldürüldü.

Muhammed bin Muhammed bin Zeyd

Muhammed daha küçük yaşta Zeydiye’nin imametini üstlendi. Küçük olduğu için ordusunun komutası Ebu’l-Seraya’da idi. Kaç defa Beni Abbas’ın ordusunu yenmeyi başardılar. Fakat Hicri 200’de yenilip Horasan’a kaçtılar. Ardından da yakalandılar. Ebu’l-Seraya öldürüldü. Muhammed’i de Memun’un yanına götürdüler. Kırk gün boyunca zindanda kaldı. Sonunda Hicri 202’de yirmi yaşında zehirlenerek öldürüldü

Velhasıl Hz. Ali ve oğlu İmam Hüseyin'in zulüm ve adaletsizlikler karşısında takındıkları uzlaşmazlık ve caydırıcılık metodu tarih boyunca birçok kahraman ve özgür düşünceli insanlara ilham kaynağı olmuş ve onları zalim sulta aleyhine kıyama teşvik etmiştir. Görüldüğü gibi bütün bu kıyamlar, ilk etapta büyük bir başarıyla gerçekleşmiş, ama daha sonra çıkan nefsanî bir takım ihtilaflar veya halkın vefasızlığı sebebiyle yenilgiye uğramış olup tarihe karışmıştır.

Ebu Hanife’nin bu süreçlerdeki tutumu çok önem arz etmektedir. Ebu Hanife Hayatının 52 senesini Emeviler döneminde, 18 senesi de Abbasiler döneminde geçirmiştir. Ebu Hanife muhalif akımları desteklemiştir. İmam Zeyd'e desteği sadece sözde kalmamış aynı zamanda kıyamında maddi yardımda da bulunmuştur. İmam Zeyd Kufe'de birçok kişinin biat edeceği sözü ile kıyam eder, ancak Kufeliler Hz. Hüseyin’e yaptıkları gibi İmam Zeyd'i de terk ettiler. Etrafında binlerce kişi bekleyen İmam Zeyd çevresinde kalan az sayıda insanla birlikte şehit edildi.

Kıyamlara fiilen katılmasa da Ebu Hanife bu kıyamları sürekli desteklemiştir. Abbasiler döneminde ise Muhammed İbn-i Abdullah H.145'de Medine'de, kardeşi İbrahim ise Basra'da yönetime karşı kıyam ettiler. Bu kıyamlarda İmam Muhammed, İbrahim ve yüzlerce insanın şahadeti ile sonuçlanmıştır. Ebu Hanife her iki kıyamı da desteklemiştir.

Muhammed'in amcası Abbas Bin Abdülmuttalip'ın soyundan gelen Abbâsîler, Emevî yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Bu tarihten başlayarak Abbâsîler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular. Abbasiler döneminde öne çıkan isim Ebu Müslim Horasanidir. Horasanlı Ebu Müslim adında bir Türk, Emevilere karşı ilk ayaklanmayı başlattı. Önceden Türklerin Müslüman olanları ile olmayanlarını barıştırmış ve bunları İranlı Şiilerle birleştirerek güçlü bir birlik hazırlamış olan Ebu Müslim, Arap ordularını yenerek Emevi saltanatına son verdi.

Peygamber sülâlesinden Ebul Abbas Seffah halifeliğe getirildi (750). İlk Abbasi halifesi olan Ebul Abbas, Emevileri acımadan yok ettiği için kendisine kan dökücü anlamına gelen el-Seffah adı verildi.

Türkler ve İranlılar tarafından iktidara getirilen Abbasiler, Araplara güvenemediklerinden yönetim işlerinde Türklerden ve İranlılardan yararlandılar. Yeni devletin maliye ve yönetim işleri, özellikle Toharistanlı Bermek oğullarınca düzenlendi. Bağdat bu dönemde kuruldu ve başkent oldu 1055´te Selçuklular, Bağdat´ı ele geçirerek Büveyhoğulları Devleti´ne son verdiler, ama yine halifeleri hoş tuttular. Moğol istilâsı ile Abbasi hanedanı kesin olarak son buldu. Hulâgu, Bağdat´ı alarak son Abbasi halifesi Mustasım´ı öldürdü. Büyük umutlar beslenen Abbasiler dönemi emevi saltanatında olduğu gibi baskı ve istibdat üzerinde yürüttükleri hanedanlıkla tarihteki yerini aldı.

Şeyh Said’in Kıyamı

Kıyam tarihi açısından Şeyh Said’in kıyamı da bu coğrafya açısından değerlendirilmeye tabi tutulması gereken bir kıyam hareketidir. Şeyh Said Kürdistan’da büyük bir kıyam hazırlığına başlar. Cemiyet üyeleri kendi aralarında hepsinin bildiği bir şifre diliyle iletişim kuruyorlardı. Bu şifrelerle yaptıkları görüşmelerden birinde şifre yanlış anlaşılır ve ayaklanma hazırlığı Mustafa Kemal tarafından duyulur ve Rêxistina Azadî’nin başkanı Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya 1924 yılının Ekim ayında tutuklanırlar. Bu olay üzerine başkanlık görevi Şeyh Said’e kalır.

Şeyh Said hazırlığını yapar ve evden çıkacağı zaman hanımı ona şöyle der: Sen bizi kime bırakıp gidiyorsun”. Bu soru karşısında Şeyh Said tarihi cevabını şöyle verir:  Eğer ben ve bu bastonum yalnız da kalsak ben yine bu kâfirlere karşı çıkacağım. Ne ben Hz. Hüseyin’den daha değerliyim ne de benim ailem onun ailesinden daha kıymetlidir. Eğer ben bu kâfirlere karşı çıkmazsam zebaniler sarığımdan tutup beni cehenneme atarlar, siz o zaman bana yardım edebilecek misiniz? Onlar bana demezler mi; “Ey Said Allah o kadar mal mülk verdi sana. Sen Allah için ne yaptın? Bunlar Allah’ın emirlerini ayaklar altına almışlar. Evet, ben cihada başladım ve korkanlar, cihat edemeyecekler, hastalar gelmesinler. Bu yol korkakların yolu değildir!

Kardeşi Bahaddin ise O’na şöyle der: “Abi sen biliyorsun Kürt halkı bilgi yönünden pek gelişkin değil. Sen başaramazsın.” Şeyh Said’in cevabı takdire şayandır;  Bahaddin, Bahaddin! Hiç merak etme ben Amed’de asılacağım, sen de Kur’an’ın üzerinde şehit düşeceksin.

Bu arada Türk Hükümeti yetkilileri Şeyh Sait’e haber gönderip ifadesini almak istediklerini bildirdiler. Şeyh Sait ifade vermeye gitmeyip 27 Aralık günü Hınıs’tan ayrılıp Çapakçur’a doğru yola çıktı. 4 Ocak 1925 günü Şeyh Sait ve çok sayıda Kürt ileri geleni Kırkan köyünde bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda Şeyh Said’in fetvası şuydu: “Bizler ve Türkleri bağlayan sadece din kalmıştı, Türk Hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey kalmadı.”

Bu toplantıda alınan birinci karar şuydu: Şeyh Said; Amed, Ergani, Lice, Farqin, Darahini, ve Hani’nin ileri gelenleriyle görüşecek. Ardından Çevlik’e gelecekler ve orda kıyama başlanılacak. Şeyh Sait 12 Ocak’ta Çapakçur’da, 15 Ocak’ta Dara Heni’de, 21 Ocak’ta Lice’de ve 25 Ocak’ta Hani’de idi. Şeyh Sait buralarda halk ile ve bazı Kürt önderleri ile toplantılar yaptı. Şeyh Sait Piran’da kardeşi Abdurrahim’in evinde iken, Türk askerleri evi basıp, Şeyh Abdurrahim’e sığınmış bazı Kürtleri almak istediler. Şeyh Abdurrahim, kendisine sığınmış bu insanları, Şeyh Sait orada iken vermeyi reddettiğinden, askerler bu kişilere saldırdılar. Bunun neticesi olarak askerler ile Kürtler arasında çatışma çıktı. Böyle bir provokasyon sonucu, hareket beklenmedik bir şekilde, planlanmış zamandan önce, 8 Şubat 1925′de başladı.

Kıyam 1925 yılının Şubat başında, Kürdistan’ın bütün bölgelerinde birden başladı. Hükümet endişeye kapılarak derhal Sarıkamış’taki 9. Erzurum’daki 8. Amed’deki 7. tümenleri ve Mardin´deki 1. Urfa’daki 14. Süvari alaylarını, Van’daki 1. Süvari tümenini ve hudut birliklerini harekete geçirdiler.

Silvan, Beşiri bölgeleri Türk Hükümetinden alındı ve sonra kuzeye, Palu istikametine yönelerek Malazgirt, Piran, Bulanık ele geçirildi. Daha sonra kıyamcılar; Malatya vilayeti istikametinde ilerleyip, Pötürge’yi de kurtararak Çemişgezek’i aldılar. Öte yandan da Siverek istikametinde ilerlediler. Kıyam güçleri hemen ardından, Amed’e doğru ilerleyerek, hem kuzeyden hem de güneyden taarruza geçtiler. Her iki taarruz da başarılı oldu ve Mardin kapısının yeraltı geçidinden şehre girildi. Sürpriz ile karşılaşan Türk Hükümet birlikleri, kaçarak İç kaleye sığındılar. Kürtler orada bulunan silah ve cephane depolarını zapt ederek, silahların bir kısmını orada çarpışan Kürtlere, diğerlerini ise dışarıya yolladılar.

T.C askerleri Amed’in etrafında başarı elde edememişti, her taraf kıyamcılar tarafından kapatılmıştı. Fransızlar, Türk Hükümeti askerlerine güneyden girebilmeleri için yol açmışlardı. Bundan dolayı yollar Mücahitlere kapatılmıştı. Bazı aşiretler hükümet askerlerinin yanına gittiler. Şeyh Said çaresizce geri çekildi. Hükümet onların her anından haberdardı. Şeyh Said ve arkadaşları İran’a çekilmeye karar verdiler.

Şeyh Sait’in kuvvetleri Genç’in kuzeyinde zor durumdaydılar. İran’a çekilmek için şiddetli çarpışmalar yaşayarak, Türk Hükümetinin birliklerinin cephesini yarıp Varto yakınlarına varabildiler. Bu olaydan sonra çeşitli kollar halinde ve çeşitli istikametlerden çok sayıda Türk Hükümeti kuvvetleri ilerleyip Şeyh Sait’i tekrar muhasara altına aldılar. Birçok kanlı çarpışmalardan sonra Şeyh Sait yeni bir taarruz yaparak Türk kuvvetlerinden kurtulmak istediyse de başarılı olamadı. 15 Nisan’da Şeyh Sait Bacanağı Binbaşı Kasım’ın ihbarı üzerine, Muş ve Varto arasındaki Abdurrahman Köprüsünde, büyük bir kısmı yaralı olan diğer liderlerle birlikte Türk Hükümetinin eline esir düştü ve hep beraber Amed’e gönderildiler.

 Bu arada Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya asılmışlardı. Bu durum savaşçıların moralini bozmuştu. Daha sonra anlaşıldı ki devlete ajanlık yapan kişi tam da yanlarındaydı. Bu kişi Şeyh Said’in bacanağı Kaso’ydu.

Şeyh Said’i arkadaşlarıyla beraber 5 Mayıs günü Amed’e getirirler. Yargılandıkları zaman karar zaten belliydi. 28 Haziran’da Şeyh Said ile beraber 46 arkadaşı idam edildi. Asılacağı sırada bir kâğıdın üzerine Arapça şöyle yazıyor: “Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslâm içindir.”

İlmik boynuna geçirildikten sonra, Kürtçe söylediği son söz ise; “Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler.” Onların şehadeti yıllardır mazlumların maruz kaldığı zulmün katmerleşerek artmasına sebep oldu.

T.C kuvvetlerinin sayısı yaklaşık 200.000’di. Şeyh Said’in ordusu ise yaklaşık 20.000 idi. Bu zulüm 1927’ye kadar devam ediyor.  Bu kıyamın sonucunda 14 şehir, 700 köy, 9000’e yakın ev harabeye döndü. 50.000 kişi göç ettiriliyor, yaklaşık 7.500 kişi zindanlara atılıyor 660 kişi idam ediliyor. 80.000 Kürt öldürülüyor. Birçok yerde insanlar ahırlarda toplu bir şekilde yakılıyorlar. Zalimler için çocuk, ihtiyar, kadın veya hayvan hiç fark etmiyor ve öldürülüyor. Kıyam sırasında onlara destek veren insanlar da zulümden kurtulamadılar. Sistem bu şekilde kendilerini garantiye alıyordu.

Sonuç Olarak; Bu sunumumuzda Ayaklanma ve kıyamların tarihsel boyutlarında kesitler sunmaya çalıştık. Elbette ki kıyam tarihi sadece bahsettiğimiz ayaklanma veya kıyamlarla sınırlı değildir. Yukarıda bahsettiğimiz hareketlerden yola çıkarak anlıyoruz ki bir inkılâbın başarıya ulaşmasında en önemli faktör; inkılâpçı unsurların vahdeti ve halkın inkılâp ruhuna olan bağlılık ve vefadarlığıdır. Elbette ki kıyamlarda düzen ve planlı bir hareketin de büyük bir rolü vardır. Zaten bu yüzdendir ki kâfirler daima Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarıyor, halkı âlimlerden koparmaya, batıcı aydınlara bağlamama çalışıyor. Halk ile âlimler arasında büyük bir uçurum meydana getirmek istiyorlar. Böylece de kendi sultalarını sürdürmeye mahrum halkları sömürmeye devam ediyorlar. Halk âlimlere âlimler de halka güvenemiyor. Radyo televizyon ve gazetelerde hep batıcı aydınlar boy gösteriyor. Sanırsın ki bu ülkede bir tek âlim yok. Görülen âlimler de rejimle uzlaşmış ve toplumda hiçbir etkinliği olmayan kimselerdir. Hatta rejim bazı halk kıyamlarında bu âlimlerden istifade ediyor ve mahrum halkın taşan hınç ve kinini bu din adamlarının uzlaştırıcı ve barıştırıcı nasihatleriyle dindiriyor. Ama bilinmelidir ki; Müslüman ve mustaz'af halk ile gerçek âlimler (din adamları değil) birleşmedikçe, halk âlimlere âlimler de halka teveccüh etmedikçe hiç bir birlik ve beraberlik sağlanamaz. Vahdet ve birlik sağlanmadıkça da bu ülkede hiç bir adım atılamaz. O halde ilk iş halk ve âlimlerin birbirine teveccüh etmesi ve âlimlerin mustaz'af halkın dertleriyle yakından ilgilenmesidir. Bugün artık ihtilaf ve fitne en büyük günahtır. İslam'ın tehlikede olduğu bir ülkede grupsal çıkarların söz konusu edilmesi affedilmez bir suçtur.

 Dolayısıyla böyle bir ortamda Müslümanlar olarak kâfirler, fasıklar ve münafıklar karşısında birleşmek zorundayız. Küfür tek bir millet olduğu halde bizler de tek bir millet olmakla yükümlüyüz. Halk sorunlarının çözümü için âlimlere gitmeli, camiler halkın dertlerinin dinlenildiği bir merkez haline gelmelidir. Kardeşlik ruhu toplumda hâkim hale gelmediği müddetçe hiç bir olumlu çaba içine girilemez. Bugün mahrum ve mustaz'af halkımız kan ağlıyor. Tüm ülke bir kaç vurguncunun eliyle talan ediliyor, acımasızca yağmalanıyor. Halk yavan ekmek bulma derdinde iken, mutlu azınlık milyarlarca dolarları yoldan geniş boğazlarına indirmenin zevki içinde. Bütün bu olanlara ise bir halk olarak seyirci kalıyor; Grupsal çıkarlarımızla uğraşıyoruz. İntiharlar, fuhuş, fesat ve zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe büyüyor. Bütün bunlara dur demenin zamanıdır! O halde ilk önce İslami manada kardeş olmalıyız. Bütün bu olanlardan hepimiz sorumluyuz. İnkılâplar veya kıyamlar; baskı ve zorlayıcılıktan ziyade, zihinlerin ve yüreklerin zulme ve tuğyana karşı bilinç ve direnç içerisinde Allah’ın kitabına bağlılık esasları ile gerçekleşmelidir. Kuran’a baktığımızda değişimler ve dönüşümlerin meşakkatli ve zor olduğunu görmekteyiz.

Allah, sınırlı sayıda peygambere iktidar nasip etmiştir. Bugünlerde Ortadoğu’daki gelişmeler zalim diktatörlere karşı bir ayaklanma olarak görmemiz mümkündür. Lakin bu ayaklanmalara kıyam dememiz veya intifada İslam baharı gibi tanımlamaların gerçeği yansıtmadığını bilmemiz gerekir. Önemsenmesi gereken bir durumdur. Tarihsel dönemde kıyamların ve ayaklanmaların uzun soluklu bir netice getirememesi iyice değerlendirilmelidir. İran inkılâbı ve sudandaki gelişmeler ayrı bir dosya konusudur.

Yüreğini kuşatamadığımız hiçbir insanın bizim insanımız olamadığını bir kez daha görmemiz gerekir. Zamansız ve hikmetsiz ayağa kalkışların ümmete daha ağır bedeller ödettiğini de görmemiz gerekir. Kıyam ruhu; zulme ve tuğyana karşı izzetli duruşumuz, hayatımızın kulluğunda temel eksenimizi oluşturmalıdır. Peygamberlerin tamamı Allaha kullukta engel olan tüm unsurları ortadan kaldırma noktasında mücadele etmişlerdir. Birkaç asırdır, mücadeleyi veren, kanı dökülen, malını feda eden Müslümanlar olmasına rağmen Müslümanlara sürekli beşeri sistemlerin egemen olması, süreçlerin Müslümanların hanesine yazılmamış olması acı gerçeği önümüzde durmaktadır.

“Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.” (Ali İmran 160)                                                    

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN