Osmanlı millet sistemi: İşleyişi ve çözülüşü

Osmanlı devletinin, egemenliği altındaki toplulukları, din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetmesine “millet sistemi” denir. Osmanlıda bu sistem İslam hukukuna dayanmaktadır. Osmanlı bu kavramı Müslümanlar ile Gayr-ı Müslimleri tanımlamak için kullanmıştır. İslam’da millet kavramı din, mezhep; bir din ve mezhebe bağlı topluluk manalarına gelir. Bu kavram Kur'an'da din ve şeriat anlamında 15 yerde geçmektedir.

24-05-2011


Mehmed Maksut
 İslam ve Hayat
 

ÖZET:

600 yıl boyunca Osmanlı topraklarında Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar birlikte yaşadılar. Klasik dönemde bu yaşayış barış içerisinde geçti. O kadar ki Osmanlıya karşı haksız iddialarla ortaya çıkan bazı batılılar bile bu dönem için “Osmanlı barışı” deyimini kullanıyordu. 19. yüzyıldan itibaren bu yapı bozulmaya başladı. 2. Mahmut "Ben teb’anın Müslüman’ını camide, Hrıstiyanının kilisede, Musevisini de havrada fark ederim. Aralarında başka gün bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evladımdır.” diyerek düzeni toparlamaya çalışmış; fakat istenilen sonucu alamamıştır. Müslüman olmayan toplulukların asıl istediği daha geniş hak ve özgürlükler değil, tamamen bağımsız olmaktı.

GİRİŞ:

Osmanlı devletinin, egemenliği altındaki toplulukları, din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetmesine “millet sistemi” denir. Osmanlıda bu sistem İslam hukukuna dayanmaktadır.  Osmanlı bu kavramı Müslümanlar ile Gayr-ı Müslimleri tanımlamak için kullanmıştır. İslam’da millet kavramı din, mezhep; bir din ve mezhebe bağlı topluluk manalarına gelir. Bu kavram Kur'an'da din ve şeriat anlamında 15 yerde geçmektedir.

Şemseddin Sami Kamus-ı Türkî’sinde, din ve millet kavramlarının aynı anlama geldiğini belirttikten sonra, millet ile ümmetin farklı terimler olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre millet, bir dine bağlı olan toplulukların ortak adı iken( İslam milleti gibi) ; ümmet, bir dinde olan çeşitli toplulukların her birisi için kullanılır. Millet terimine Osmanlı belgelerinde ilk kez 1517 tarihli bir fermanda rastlanmaktadır. 1856’da ıslahat fermanında millet tabiri yerine ilk kez cemaat kullanılmıştır.

19. yüzyıla kadar millet kavramı, hiçbir zaman bir ırkı, etnik bir grubu ya da ortak bir dile sahip toplulukları ifade etmek için kullanılmamıştır.  Millet terimi Tanzimat ile birlikte önce kısmen, sonra tamamen kavimleri belirlemek amacıyla kullanılmıştır. Fransız Devriminin estirdiği ulusçu düşüncenin Osmanlı devletindeki etkileri bu dönemde görülür ve dine dayalı millet sisteminden milliyete dayalı ulus sistemine geçişin ivme kazandığı bir zamana rastlanır. Ulus anlamında kullanılan millet tanımından din ve şeriat kalkar ve süreç içerisinde millet kavramı sayısal insan topluluğunu ifade eder duruma gelmiştir.

Millet kavramının batı dillerinde tam olarak anlamı yoktur. Eğer millet, İngilizcedeki ”nation” karşılığında kullanılacak olursa, o zaman bu terim belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve ortak bir dile mensup bulunan toplumu ifade etmiş olur. Oysa Osmanlıda, millet kavramı içinde ifadesini bulan topluluklar çeşitli bölgelerde dağınık şekilde oturmakta ve yöreler itibariyle farklı dilleri konuşmaktadır. Bu topluluk aynı zamanda ırk birliğine de sahip değildir.

Öte tarafta “millet” terimi her bir Gayri Müslim topluluk liderinin dini kimliği dikkate alınarak, "kilise örgütü” (church) anlamında kullanılacaksa o takdirde bu kavram devlette ayrı bir yapıyı ve ruhani bir gücü ifade eder. Bilindiği gibi batıdaki kilise örgütü, devlette bağımsız bir statüye sahiptir. Oysa Osmanlıdaki milletler, Osmanlı siyasi yapısının bir parçası olarak örgütlenmiş. Millet liderleri, hem ruhani hem de cismani yetkilerle donatılmışlardı. Ayrıca devletin birer memuru idiler.   Bundan dolayı “Nation” deyiminin karşılığı olarak titizlikle ulus karşılığı kullanılmalıdır.

Braude’ye göre; milletin genellikle Osmanlıda Müslüman olmayanlar için kullanıldığına işaret etmektedir. Osmanlı dışarıya dönük olarak millet kavramını kullanırken; içeride ise Gayri Müslimleri ehli zimmet olarak değerlendiriyordu. Yanı içeride Yahudi ve Hrıstıyanlar, “taife ve cemaat” idiler.   2. Mahmut ile Abdülmecid’in 19. yüzyıldaki düzeltmeleriyle “millet”in Avrupa’daki anlamı Osmanlı resmi sözlüğüne açıkça girmeye başlamıştır. Fakat milletin geleneksel “Müslüman” anlamı yok olmamıştır.

Aslında Osmanlının ilk kuruluş yıllarında Gayri Müslimler imparatorluk nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyordu bu gerçek 16. yüzyılın başlarında Selim’in Suriye ve Mısır’ı fethetmesine kadar değişmedi.   Osmanlılar 20. yüzyılın başlarına kadar 3 kıtada 33 halk, 40 dil, 3 büyük dini barındıran geniş coğrafi alanda otorite olmayı sürdürmüştür.  Osmanlı toplumunun çokuluslu ve çok dinli mozaik yapısının idari ve sosyal oluşumu; İslam, Türk ve Bizans gelenek ve göreneklerinin sentezinin sonucu olduğunu Stefanos söylüyor. Millet sistemi oldukça yüksek oranda idari, dini ve kültürel özgürlük tanırken, aynı zamanda etnik gruplar arasındaki farklılığa da tolerans göstermekteydi. Sonuçta bu sosyal yapının şekillenişi, teb’anın ortak bir siyasi, idari ve mali sisteme dâhil edilmesiyle tamamlanmıştır.  Milleti birbirine bağlayan ve diğerlerinden ayıran unsur dindir. Etnik unsur tali bir öneme sahipti.

Gayrı Müslimler Osmanlının hangi toprağında yaşarsa yaşasın, hangi dili kullanırsa kullansın, hangi ırka mensup olursa olsunlar inançlara göre gruplandırılmıştır. Yönetim merkezleri İstanbul’da olan bir siyasal yapı içerisinde bir milletin üyesi olarak kabul edilmişlerdir. Osmanlılar her cemaate örf ve adetlerine göre bir düzen kurma imkânı vermişti. Cemaatler her türlü dini ve iç işlerini düzenlemede serbest bırakılmıştır. Devlet cemaatlerin dini işlerine karışmazdı. Ancak dini liderlerin aynı zamanda idari vazifelerinin olmasından dolayı bunların seçimine müdahale ederdi.  Millet başı, ister patrik, ister haham olsun devlete karşı cemaatinden, cemaatine karşı da devletten sorumlu idari görevliydi. Rum, Ermeni ve Yahudi gibi resmen tanınmış her cemaatin mali ve adli özerkliği bu görevli aracılığıyla sürdürülüyordu.  Her Gayri Müslim devlet tarafından sadece cemaatinin başkanı aracılığıyla muhatap alınırdı. Osmanlılar her cemaate örf ve adetlerine göre bir düzen kurma imkânı verdi. Devlet, cemaatlerin dini işlerine karışmazdı. Ancak dini liderlerin aynı zamanda idari vazifelerinin de olması nedeniyle bunların seçimine müdahale ederdi. Her cemaat dini liderini ve ruhani meclislini serbestçe seçer ve devletin onayına sunardı. Padişah tasdik ederse patrik göreve başlardı. Patrik cemaatin her meselesiyle meşgul olurdu. 2.Mehmet Rum Ortodoks cemaati üzerinde İstanbul patriğini reis-i ruhani olarak tayin ederken, Bizans geleneğini izlemiştir.
Özellikle Fatih döneminden itibaren gerçekleştirilmeye çalışılan bu sistem ile, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin ve hakim unsur olan Türklere diğer azınlık gruplar arasında üstün bir mevki vermeksizin “cihanşümul devlet” olma teşebbüsleri Osmanlılara hakim olmaya başladı. Osmanlıda yaşayan farklı unsurlar İslam kültür ve medeniyeti çerçevesi içerisinde varlıklarını koruyabildiler. Bu sistem sayesinde asırlarca din ve mezhep kavgalarının devam ettiği Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda asayiş sağlanabildi.

Bu genel değerlendirmeden sonra, Osmanlının özellikle kuruluş ve yükselme dönemlerinde, Müslüman olmayan toplulukların kazandıkları statü ve devletin bu konuda izlediği politikanın nasıl ve hangi esaslardan oluştuğunun açıklanması, Osmanlı devletindeki millet sisteminin temel yapısını anlamak için şarttır. Anadolu Selçuklu devleti, Anadolu beylikleri ve başlangıçta bu beyliklerden biri olan Osmanlı devletinde Gayri Müslimlere ait esaslar, İslam hukukunun sorunları çözemeyen hükümleri değiştirilmiş veya sorunların çözümü için hüküm bulunmayan durumlarda örfi hukuk kanadından hükümler konularak sorun çözülmüştür.

Osmanlı hukuk sisteminde temel kabul edilen İslam hukukunun Gayri Müslimlerle ilgili oldukça ayrıntılı hükümleri vardır. İslam hukukuna göre dünyadaki insanlar iki gruba ayrılır: Müslümanlar ve gayrimüslimlerdir. Müslüman olmayan toplulukları ise kendi içinde iki ana gruba ayırmıştır. Bunlar müşrikler ve ehli kitaplardır.  Ehli Kitap mensupları eğer İslam egemenliğinde yaşıyorsa bunlara Ehli zimmet veya zimmî denir. İslam hukukunun imamları bazı konularda farklı görüşlerde olmakla birlikti, dört din mensubunu genellikle Ehli kitap saymıştır. Bu dört din mensubu; Hıristiyanlar, Museviler, Mecusiler ve Sabilerdir. İslam hukukuna göre zimmîlerin varlıkları ve güvenlikleri İslam devletinin sorumluluğu altındadır. Bu gruplar içerisinde sayı olarak çok olan Hıristiyanlardır. Ekonomik olarak ise Museviler daha güçlü bir pozisyondaydı. Osmanlıdaki

Gayri Müslimler din ve mezhep bakımdan Hıristiyanlar iki farklı açıdan gruplandırılmışlardır:

1) Katolikler ( Gürcü, Süryani Kildanı Marunî, Kıpti ve Rum toplulukları bu mezhepten idi.)

2) Katolik olmayanlar( Ortodokslar, Gregoryenler, Nasturiler, Yakubi-Süryaniler)

Musevilerde pek çok kola ayrılmış olmakla birlikte Osmanlı topraklarında üç ana Musevi mezhebi vardı. Bunlar; Rabbaniler, Karailer ve Samirilerdi.

Osmanlı içindeki farklı etnik gruptan insan yaşıyordu. Bunlar; Rumlar, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Karadağlılar, Bosnalılar, Arnavutlar, Romenler, Macarlar, Çingeneler, Ermeniler, Gürcüler, Araplardı.  Din, mezhep ve etnik olarak bu durumda olan Gayri Müslimlerin kurumsal işleyişleri ise şöyle idi.

Osmanlılar başından beri, fethettikleri ülkelerin Hıristiyan ve Yahudi halklarını ne köleleştirmek için ne din değiştirmek için zorlamışlardır. Fethedilen bölgelerdeki uyruklara kendi kurumlarını, dillerini ve dinlerini yaşama izni vermişlerdir. Zorla Müslümanlaştırılanlara örnek gösterilecek tek Hıristiyan grup; sultanın köleleri olarak hükümet ve orduyu oluşturan, Türk aristokrasisine katılmak üzere eğitilip yetiştirilerek devşirme sistemine alınan delikanlılardı. Ama sağladığı güç ve zenginlik nedeniyle bu tür din değiştirmelerin ödülü çok büyük oluyordu; öyle ki Hıristiyan ana ve babalar çocuklarının bu yolla devşirme sistemine alınması için çabalamakla kalmıyor birçok Müslüman ana ve baba da oğullarını devşireme sistemine katabilmek için Balkanlardaki Hıristiyan köylerine gönderiyordu.

Toplu halde Hıristiyanların din değiştirdikleri tek yer Bosna olmuştur. Slavların yaptığı kıyımlara karşılık Fatih Sultan Mehmet Bosnalıları bu kıyımdan kurtarmıştır. Bosnalılar da Osmanlının bu kurtarıcılığına karşılık topluca şükranlarını dile getirmek niyetiyle Müslüman olmuşlardır. Başka yerlerde, egemen dinin çıkarlarından faydalanmak için tek tük şahıslar Müslüman olmuşlardı; fakat bunun dışında Hıristiyanlar Hıristiyan, Yahudiler Yahudi olarak kalmışlardır.

Osmanlılar dünya tarihi boyunca başka yerlerde başka istilacıların yaptığı gibi, istila ettikleri yerlerde yaşayanları din değiştirmeleri için zorlamayı reddetmemiş olsalardı, Osmanlı İmparatorluğu’nu zaafa düşürecek hiçbir azınlık sorunu 19. Yüzyıla gelindiğinde olmayacaktı. Oysa Osmanlılar Gayri Müslimleri kendi dini önderleri yönetiminde kendi dillerini, dinlerini, geleneklerini, okullarını, mahkemelerini, yetimhanelerini hastanelerini koruyup sürdürerek, sultanın koyduğu yasalara uydukları, istenen vergileri ödedikleri, imparatorluğun içinde güvenlik ve düzeni sağladıkları sürece Osmanlı egemen sınıfıyla pek az bir ilişki içinde, yaşama hakkı tanıdılar. Bu nedenle Gayri Müslimlerin karşılaştığı zorbalık ve kötü yönetim Osmanlı yöneticilerinden değil, kendi dini liderlerinden geliyordu. Osmanlılar eğer Müslüman olmayanlar üzerinde kötü yönetimiyle suçlanacaklarsa bu onların doğrudan uyguladıkları baskı ve zorbalık nedeniyle değil, yalnızca özerk tolumların iç işlerine bu tür zorbalık dönemlerinde müdahale ederek bunları önleyememeleri yüzünden olabilir.

Kendi topraklarında başka din mensuplarına da geniş hayat hakkı tanıyan İslam hukukunun bu temel anlayışı, tarih boyunca devam edip Osmanlıya kadar gelmiştir. Bu anlayışın en somut delili Osmanlının hâkim olduğu yerlerde hala diğer dinlerin varlıklarını sürdürmekte olmalarıdır. İnsanların akıl, gönül ve vicdanlarının silah zoruyla fethedilemeyeceğini kabul eden İslamiyet; ”dinde zorlama yoktur” düsturuna bağlı kalmıştır.  Müslümanlar fethettikleri yerlerdeki insanları, İslam dinini kabul etmeye sadece davet ederler. Daveti kabul ederek Müslüman olanlar, diğer Müslümanlarla aynı haklara sahip olurlar. Bu daveti kabul etmeyenler ise “zimmî” statüsünü kabul ettikleri takdirde kendi dinlerinde kalırlardı. (Cizye vermek ve kamu düzenini sarsmamak kaydıyla) Hiç kimse silah zoruyla din değiştirmeye zorlanamazdı. Gayri Müslimlere karşı koruyucu olan Osmanlı, Sünni mezhebin dışındaki İslam anlayışlarına karşı kollayıcı olmamıştır.   Kendi halkına karşı özellikle ibadet noktasında fazla özgürlükçü davranmamıştır. Mesela Kuran’da namazın terk edilmesiyle ilgili tavrı baskıcı olmamıştır. Kuran-ı Kerimin Meryem süresinde namazın terki hakkında şöyle buyurur: “Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki bunlar namazı bıraktılar; nefislerine uydular. Bu yüzden ileride azgınlıklarının cezasını çekeceklerdir.”  Kuran’da namazın terkine yönelik ahirete bırakılan ceza, Osmanlıda ertelenmeden uygulanmıştır. Namaz kılmayanlar dayak ve para cezasına çarptırılmış.  Bunun ilk örneklerinin Fatih döneminde “yasakçıların” tayiniyle başladığını görmek mümkündür.

İslam hukukçuları, insanları önce ikiye ayırmıştır: 1) Ehli Harb,  Ehli Ahd. Ehli Ahd olanlar da üçe ayrılır. 1) Zimmîler (İslam devletinin himayesini kabul edenler) Yahudi ve Hıristiyanlar bu gruba girer.  2) Ehli kitap olmayanlar. Puta tapan müşriklerle Mecusiler bu gruba girer.   İslam ülkesinde sürekli yaşayan insanların hepsi, bu ülkenin vatandaşlarıdır. İster Müslüman ister Gayri Müslim olsunlar İslam devleti içten ve dıştan gelebilecek, her türlü tehlikeye karşı “zimmî”leri korumayı onların can, mal, namuslarını korumayı üstlenmiştir. Zimmîler hür insan olarak kabul edilmekte, savaş esiri veya köle muamelesine tabi tutulmamaktadırlar.

Prof. Dr. Nükhet Adıyeke’ye göre Gayri Müslimlerin dinlerinde serbest bırakılması, bir din özgürlüğü, bir inanç özgürlüğü gibi görülse de bunun amacı toplumları dinlerine göre sistemleştirerek toplumsal denetimi, insanların kendi inançlarıyla sağlamaktır. Osmanlı, geleneksel yapıyı kiliseler aracılığıyla ayakta tutmuştur. Zaten Gayri Müslimlerin Müslüman olması devlet için büyük bir mali kayıp anlamına geliyordu.

Devlet başkanlığı, ordu komutanlığı veya hâkimlik gibi doğrudan doğruya hükümranlıkla ilgili üst düzey görevler, Gayri Müslimlere verilmez. Ancak İslam devletine düşmanlıkları görülmeyen zimmîlerin devlet hizmetinde çalıştırılmalarında bir sakınca yoktur. Gayri Müslimlerin çalışma, diledikleri yerde ikamet etme, seyahat etme ve toplanma hürriyetleri vardır. İnanç, ibadet ve öğrenim hürriyetlerine dokunulmaz. Her türlü sosyal ilişkilerde ayırım gözetilmez.  Devletin himayesinde olan ve kamu hizmetlerinden yararlanan zimmîler, askerlik hizmetinden muaf tutulur. Buna karşılık ”cizye” adlı baş vergisini öderlerdi. Cizye veremeyecek durumda olanların cizyesi kaldırılırdı. Mükellef eziyet veya hapisle cezalandırılmazdı. Müstemenlerden de cizye alınırdı. Kadın, çocuk, akıl hastası, ihtiyar, fakir ve din adamlarından cizye alınmazdı. Cizye mükellefi, Müslüman olursa kaldırılırdı.

Aile hukuku açısından, zimmî ve müsteminlerin kendi aralarındaki nikâh akitleri geçerlidir. Miras hukuku açısından; aynı dinden olan zimmîler, birbirlerine mirasçı olabilirlerdi. Borçlar ve ticaret hukuku bakımından, zimmî ve müsteminler, hukuki ve dünyevi işlerde aynen Müslümanlar gibidirler. Müslümanlarla Gayri Müslimlerin birbirlerinin işlerinde çalışmaları caizdir. Zimmîlerde vakıf ve hayır kurumları yapabilirlerdi.

Yargılama usulü açısından; şer’i mahkemelerin yetki alanı, hem Müslümanlarla hem de Gayri Müslimlerle ilgili bütün davaları kapsamaktadır. Şer’i mahkemeler, ülkede yaşayan her vatandaşın cezai ve hukuki davalarına bakardı. Dini nitelikli olan, aile hukukuyla ilgili davalarda ise taraflar isterlerse şeriat mahkemesine başvurmakta serbesttir. Gayri Müslimler, Müslümanlarla ilgili davalara bakmak üzere hâkim tayin edilemezler. Ancak dini mahiyetteki aile hukuku davalarına bakmak üzere kendi cemaat mahkemelerine hâkim tayin edebilirlerdi.

Kısaca Gayri Müslimler kamu düzenini ilgilendiren konularda İslam hukukuna tabi olup kendi inançlarından kaynaklanan özel hukuk kurallarında ise serbest bırakılmışlardı. Bu da insan hakları, inanç ve vicdan hürriyeti için o devirlerde önemli bir gelişmeydi.

OSMANLI İÇİNDE GAYRİMÜSLİMLERİN SOSYAL YAPISI VE OSMANLININ GAYRİMÜSLİM ALGISI

Osmanlıdaki milletler, her biri kapalı bir kompartıman tarzında oluşturulan gruplardan müteşekkildi. Bu kapalılık aynı dili konuşmalarına rağmen mezhep ayrılığına dayanarak oluşmuştu. Her millet grubunun yaşamı, dışla etkileşimi, minimum olup köy ve kentteki mahallesi de kapalı birer mekândı. Farklı yapıdaki mezhepler aynı mahallede oturmazdı. Birbirlerinin okullarına gitmez ayrı yapıdakilerle evlenmezdiler.   Millet organizasyonunu oluşturan kompartımanlar Osmanlının Bizans’tan aldığı geleneğe dayanıyordu.

Gayri Müslimler dinlerini koruma hakkına sahipti. Ancak din ya da mezhep değiştirmeleri büyük ölçüde engellenmiştir. Çünkü din ya da mezhep değiştirmek kompartımanlar arası geçişi sağlayacaktır. Bu durum ise Osmanlı millet sistemine ve “geleneksel yapısına” zarar verecekti.  Osmanlı millet sisteminde, Gayrı Müslimleri ikinci sınıf olarak görme yaklaşımını da görebilmekteyiz. Bu sadece İslam hukukunun onlar için öngördüğü zimmî statüsü değil. Aynı zamanda da yaradılışları gereğidir. 4. Murat bir fermanında “… Kefere taifesinin bi-hasbü’l- beşer ve’l kanun donda ve libasda ve tarz-ı üslubde tahkir ve tezlil eyleyüp…” sözleriyle bu aşağılamayı şer’i ve örfi hukuka ve insanın yaradılışına dayandırmaktadır. Gayri Müslimlerin yaradılış itibariyle aşağılanması şekle yansıtılmış ve onların giyimlerini, sokaktaki yaşantılarını kalın çizgilerle belirlemiştir. Gayrı Müslimler şehirlerde, ayrı mahallelerde oturur, Müslümanlarca kutsal sayılan yerlere yakın ev yapmaları yasaktı. Özellikle İstanbul’a özgü olarak şehrin içinde ata binemezlerdi. Müslümanların yüzünü sildiği havluyla yüzlerini silemezlerdi. Giyim ve kuşamları Müslümanlardan ayrı ve farklı olduğu gibi farklı cemaatler içinde farklı renk ve tarzda olması öngörülmüş.

Gayrı Müslimlerin aşağılanmasına işaret eden bir başka olgu, ceza hukukuna ilişkin yaptırımlarda gözlenir. Adî suçtan dolayı bir Gayri Müslime ikinci sınıf olduğunun bir kanıtı olmak üzere bir Müslüman’a uygulanan cezanın yarısı uygulanırdı. İdam edilen bir Müslüman’ın başı koltuk altına konularak teşhir edilirken bu eğer bir Gayri Müslim ise başı bacaklarının arasına konularak teşhir edilirdi.

OSMANLIDA MİLLET SİSTEMİNİN SARSILMASI

Millet sistemi, imparatorluğu oluşturan halklar arasındaki dinsel farklılıkların milli bir nitelik kazanmaya ve milli amaçlara hizmet etmeye başladığı 18. yüzyılın sonlarına kadar pek fazla bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır. Ancak 18. yüzyılın sonlarından sonra geleneksel toplum yapısını bozan, esnekliğini tehdit eden bazı gelişmeler olmuştu. 18. yüzyılın hemen başında, imparatorluğun batıyla ticari faaliyetlerin artmasıyla birlikte Osmanlı ile Batı Avrupa devletleri arasında ekonomik ilişkiler kuruldu. Aynı dönemde yerel yönetimlerde, yerel yönetimlerdeki paşaların başını çektiği ayrılıkçı hareketler, Osmanlı hükümetinin bir zamanlar sarsılmaz olan merkezi gücünü tehdit eder duruma gelmiştir. Toplumsal ayaklanmalarla ayılan iç tehdit, Rusya’nın saldırganlığıyla da birleşince Osmanlının çok uluslu yapısını sarsılmıştır.

Ekonomik alandaki bu değişimlerle bağlantılı bir şekilde ortaya çıkan bir diğer önemli değişim ideolojik alanda yaşanmıştır. Bu gruplar ekonomik açıdan güçlü olsa bile siyasi olarak pek de güçlü değillerdi. Bu nedenle dilsel, dinsel ve kültürel farklılık, milli bir hareket için uygun koşullar oluşturup geliştirmek ve sonunda milli bir devlet kurmak niyeti ön plana çıkmaya başlamıştır.

Büyük Fransız devrimi sonrasında gelişen milliyetçilik düşüncesi, komşu devletlerin Osmanlı imparatorluğunu parçalayıp kendi topraklarını genişletme çabalarıyla birleşerek yayılmasıyla ulusal uyanış ve ulusal bağımsızlık hareketlerinin odağı olmaları kaçınılmaz olmuştur. Özellikle Rusya, Balkanlar ve Anadolu’daki Hıristiyan teb’anın, hiçte kendi bağımsızlıklarını kazanmak için değil, ama sürekli genişleyen Rus imparatorluğunun parçaları olmak için, ayaklanma sağlamaya çalıştı. Bunun sonucunda Rumlar ayaklanarak Yunan isyanının çıkartılar.

Avrupa ülkelerine birbiri ardına verilen kapitülasyonlar ve buna bağlı olarak Osmanlı askeri gücünün zayıflaması, batılı devletlerin Osmanlıya müdahalesine mani olamadı. Batı emperyalizminin Ortadoğu’ya ticari, siyasi, askeri ve kültürel alandan sarkmış olması Osmanlının gerçekleştirmek istediği “cihan şümullük” fikrini sarsmıştır. Ayrıca Osmanlıda görev alan Gayri Müslimler, İslam medeniyetini çok iyi bildikleri gibi 18. asırda batı kültür ve medeniyetiyle de temasa geçmişlerdi. Batı etkisi bu süreçten sonra Hıristiyanların üzerinde etkisini göstermeye başlamıştır.

Batılı devletler kapitülasyonlarla elde ettikleri imtiyazlarla Gayri Müslim teb’a üzerinde bir himaye hakkı elde ettiler. Bu konuda ilk önemli adımı atan Fransa’dır. Fransa’nın himayesi ve imtiyazları, Osmanlı Gayri Müslimlerine cazip gelmiştir. Fransa’nın yardımıyla misyoner okulları ve matbaalar açılarak yoğun bir propaganda faaliyeti başlatmışlardır. Rusya ise 1774 ‘teki Küçük Kaynarca anlaşmasıyla Ortodoks teb’a üzerinde bir himaye hakkı elde etmiş oldu. Dini himayenin siyasi önemini anlayan İngiltere, Osmanlıdan bir Protestan kilisesinin kurulması için yoğun bir faaliyet içine girdi. O sıralar Osmanlıda Protestanlar olmadığı için Bab-ı âli bu talebi kabul etmemiştir.

Osmanlıdaki Gayri Müslimlerin 19. asrın başında itibaren birer millet olarak ortaya çıkmak için birtakım faaliyetlere başladıklarını görürüz. Bu milletlerin batı kültürüyle tanışmaları, kapitülasyonların verdiği imtiyazlar ve batılı devletlerin himayeci politikaları sayesinde bu milletlerin iktisaden kalkınmış olması bu ayrılık düşüncesinin en önemli sebepleridir. Tüm bunlara bağlı olarak Gayri Müslim unsurlar yeni bir ticaret sınıfı olarak ortaya çıktılar. Osmanlı cemaatleri içinde, bilhassa Rumlarda bir ticaret burjuvazisi gelişti. Buna paralel olarak bu cemaatlerin bağımsızlaşma akımları da arttı.

Osmanlı var olan dağılmayı Tanzimat ile durdurmak çabasındaydı. Fakat 3 Kasım 1839’da ilan edilen “Tanzimat Fermanı”nın esasları böyle bir birliği sağlamaktan uzaktı. Millet sistemi Islahat Fermanının ilanına kadar varlığını sürdürmüştür. 

KAYNAKÇA
1)      Adıyeke, N,(1997) “Osmanlı siyasal söyleminde cemaat-millet ve Anadolu uygulaması”,  Tarih ve Milliyetçilik (içinde), Mersin Üniversitesi 1. Ulusal Tarih Kongresi
2)      Adıyeke, A,N (1999)“ Osmanlı millet sistemi uygulamasında gelenekselciliğin rolü” Düşünen Siyaset Dergisi,  sayı: 7-8
3)      Akçam, T (1995) Siyasi kültürümüzde zülüm ve işkence, İletişim Yayınları, İstanbul
4)      Berkes, N (1978)  Türkiye’de Çağdaşlaşma,  İletişim Yayınları, İstanbul
5)      Braude, B (1987) “Millet sisteminin ilginç tarihi 1,” Tarih-Toplum Dergisi, sayı, 40
6)      Ercan, Y (1985) “Osmanlı devletinde müslüman olmayan topluluklar ( Millet sistemi)”, Osmanlı Toplum Dergisi, sayı,21
7)      Eryılmaz, B (1989) Osmanlı yönetiminde Gayrimüslim tebaanın yönetimi,  Risale Yayınları, İstanbul
8)      Küçük, C (1985) “Osmanlılarda millet sistemi ve Tanzimat,”  Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c. 4
9)      Ortaylı, İ (1996) “Osmanlı İmparatorluğunda Millet” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, c.4
10)     Stanford, S (1985) “Osmanlı İmparatorluğunda azınlıklar sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c. 4
11)     Stefanos, P.P (2006) “Rum Ortodoks cemaatinin evrimi: Rum milletinden Yunan milletine” , Toplumsal Tarih Dergisi, çev, Seren Akyoldaş
 

Etiketler : #Osmanlı   #millet   #sistemi:   #İşleyişi   #ve   #çözülüşü   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN