MÜSLÜMAN VE DEVLET -I-

Said ALİOĞLU

28-06-2010 09:56


Her ne kadar yakıcı bir yönü olsa da tarih boyunca insanlar, topluluklar halinde yaşadıklarından dolayı en basitinden, en gelişmişine kadar içerisinde çeşitli kurumlara yer veren, kuvvetler ayrılığı esasına dayanan, ya da dayanmayıp bir tek şahsın, hanedanın, oligarşik yapının, veyahut ta  geniş halk kitlelerinin onayına ve kabulüne dayanıcı temeli olan devlet yapıları oluşturarak kendi iç işleyişinden, dışarı ile olan ilişkilerine, ekonomiden, hukuka kadar hayatın tüm alanlarında var olan sorunlarının çözümü ve aynı zamanda da tüm işlerinin halli için devlete ihtiyaç duymuşlardır dünden bugüne…

İlk insan en başta bir baba ve peygamber idi! Buna bağlı olarak ta ilk insan topluluğu o baba ve peygamberin Allah’tan aldığı kelimelerle(Bakara;2/31) hem İslam inancını ondan öğrenmiş ve hem de yönetim bağlamında yüzlerce yıllık birikime dayandığını bildiğimiz devlet olgusunun temellerini de atmış oldular! O günden bugüne insanlık ailesinin itikad temelli iki ayrı kampa –tevhid ve şirk- ayrılması neticesinde olmazsa, olmaz bir gereklilik olan devlet olgusu da her iki kampın almış olduğu duruma göre zaman içerisinde farklılık arzetti!

Bir yandan kendi meşruiyetini Allah’ın kelamından ve o kelamın adeta ete, kemiğe bürünmüş şekli olan dinden, İslam’dan almaya çalışan, yöneticileri muvahhid insanlar olan hak üzere olan devlet; diğeri ise zulüm temelli, meşruiyetini ise ‘kerameti kendinden menkul’ bir yolla zaten baştan beri uhdesinde bulunduran(!) güçten alan zulüm temelli batıl devlet…  Günümüzdeki modern ve seküler muhayyilenin aksine o dönemlerin tüm devletleri kendi meşruiyetlerini gerek dinden almaya çalışıp, o olguyu kendi iktidar emelleri için kullanan ve gerekse de hiçbir tevile başvurmadan direkt dini/islam’ı referans alıp, onun gereklerini harfiyen olmasa da mümkün mertebe yerine getirmeye çalışan devlet yapısı olarak ikiye ayrılırlar son tahlilde…

Birincileri için Kur’an’da da vurgulandığı gibi Firavun yönetimini tarih boyunca süregelen oligarşik yapılara örnek verebiliriz. Birde şaşkınlıkla  karşılanabilir ama, Yunan site devleti açısından müşrik Yunan muhayyilesinin ürünü olan demokratik devlet olgusunu da örnek olarak verebiliriz. Her ne kadar demokrasi kelime anlamı açısından ‘halkın yönetimi’ manasına geliyorsa da dünden bugüne bu kavramın devlet boyutu pek de halktan yana olmayıp, günümüzde de olduğu gibi sisteme yanaşık düzen durup ondan alabildiğince nemalanan seçkinleri ve seçkinler üzerinden sistem(ler)e kapı kulu olmuş geniş halk kitleleri açısından baktığımızda, bizlere çeşitli yol ve yöntemlerle yutturulmaya çalışılan demokrasinin pek de sağlam temelleri olmadığı –itikadi- ve doğudan batıya hiç de iyi bir sınav vermediği yeni sömürgecilik çağında apaçık ortada durmaktadır! Modern muhayyileye baktığımızda gerek İslam karşıtları ve gerekse de ilahiyat çalışmaları içerisinde mesai harcayan modernist İslamcı tipler İslam’da devletin olmadığını hararetle dile getirip, onu sadece ahlaki umdeler vazeden ve adeta sıradan, hiçbir iddiası olmayan bir temele irca etmeye çalışırlar! Daha da ileri gidip devlet olgunun bir realite olduğunu da yakinen bildiklerinden devleti liberal ve bulundukları ülkelerdeki İslam dışı rejimlerin politikalarına uygunluk zemininde tevhidi yönü olmayan, buna bağlı olarak ta adalet olgusunun seküler zeminlerde kotarılması gerektiğinin üzerinde duruyorlar. Allah’ın ise onları yalanladığı Kur’ an’ın şu ayetiyle sabittir; “Ey iman edenler. Allah’a itaat edin, elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de….”(Nisa;4/59) Kur’an’dan yola çıktığımızda Allah adalet olgusuna sıkça vurgu yapmaktadır.Ör.(En’am;6/152; A’raf;7/29; Nahl; 16/90; Hadid; 57/25) vb… Bu ayetler Müslümanların gerek fert olarak her zaman ve zeminde adalet üzre kalmalarını ve gerekse de toplum olarak  yürütülmesi gereken işlerinin bir sonuca bağlanması sadedinde yol göstermektedir. Ör. Mekke döneminde var olan şirk toplumunda iman etmiş fertlerin adil olmasını salık verdiği gibi(En’am; 6/152); Medine döneminde de Allah’ın Müslümanlara ‘adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emretmesi, kötülüklerden ve zorbalıklardan da sakındırması; (Nahl; 16/90) adalet unsurunu başat bir konuma irca etmektedir. Meseleyi iyi kavramak için şu noktaya dikkat çekmek gerekir; Bir defa Müslümanlar Mekke döneminde maddeten zengin olsalar bile kendi kavimlerinden olan müşriklerin zulmü, baskısı ve ezası arlında yaşıyorlardı. Bu halde bulunan bir insanın gerek kendine ve gerekse de toplumsal bazda yek diğerine yanlış yapması, zulmetmesi akıldan uzak bir şeydir! Ama kendi inancından kaynaklanan bir yönetim altında herkes farkında olsun, ya da olmasın doğru davranabileceği gibi, yanlış davranışlar içerisinde de olabilir…

İşte adı ne olursa olsun en başta Müslümanların işlerinin yürütülmesi bağlamında güç ve şartlar bağlamında kendine has özelliği bulunan bir devlet örgüsüne azami oranda ihtiyacı olacaktır. Yine adalet unsurunu ayakta tutabilmek açısından sistem içi araçları sistemin esas boyasına boyanmadan toplumun hayrına kullanma açısından da olaya baktığımızda Yusuf(a)’un yaptığı gibi; Firavun’a yönelik olarak “Beni bu ülkenin hazineleri üzerinde bir yönetici kıl. Çünkü ben iyi bir koruyucuyum ve yönetim işlerini de bilenim.” İfadesi Yusuf(a)’un şahsında ve kişiliğinde günümüzde de bizlere örnek olabilmelidir. Ve  “İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve iktidar verdik. Öyle ki orada(Mısır’da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız.” İfadeleri devlet işleyişine vurgu yapmakla birlikte, kendine güven sadedinde adalet olgusunu hak, hukuk bağlamında somutlaştırma girişimi şeklinde okunabilmelidir. Keza bu okuma eylemi tevhidi çerçevede ve ondan devşirilen Kur’ani ilkeler bağlamında hayatta bir yer tutmalıdır.

İçerisinde yaşadığımız modern dönemlerin aksine insanlığın tarihsel diliminin neredeyse yüzde doksanlık bölümünü oluşturan klasik dönemlerde doğudan, batıya, toplumlar kendilerini gerek semavi ve gerekse de gayrı semavi temelleri olsun din olgusuyla, dinsel yaşamla ve dinsel pratiklerle ortaya koymuşlardır. Pagan ve putperest toplumları bile bu olgudan vareste kılamayız. Zira onlar da  kendilerini inandıkları -gökte olana!- ilaha yaklaştırsınlar diye puta, vs. tapmakta idiler.(Yunus;10/18) Bu noktadan hareketle yıllar yılı yapılan arkeolojik kazılardan mütevellit din olgusunun insanlık tarihiyle aynı zaman diliminde başladığını çok rahatlıkla belirtebiliriz. Seküler bakış açısının iddiasına karşıtlık olarak söyler isek eğer; din olgusu insanın yeryüzü yürüyüşünde onunla hep birlikte olmuş, onu yoğurmuş, ona maddi ve manevi planda şekil vermiş ve halen bu işlevine kaldığı yerden devam etmektedir. Keza günümüz algı dünyasında oluşan ideolojilerin de aslında geçmişteki kalıcı izlerin birer devamcısı olan günümüz dinlerinden saymak açısından elimizde çok önemli kriterler mevcuttur. ‘Kim neye inanıyorsa, onun dini odur’ esprisi bu hakikati çok yalın bir şekilde yansıtmaktadır. Ör. Liberalizm, komünizm, faşizm vs.

Yukarıda insanlık yürüyüşünün dinle olduğunu ve yönetim bazında ilk nüvelerinde dinden neş’et ettiğini sarahatle belirtmiştik. Yeryüzünde insanın inşa ettiği ilk yapının –ev veya mabet- Mekke’de bulunan ka’be olduğu bilinen bir gerçektir. İlk temeli aynı zamanda da ilk insan olan Adem(a) tarafından atıldığı ve daha sonra ise o yapının İbrahim(a) ve oğlu İsmail(a)’la birlikte aynı temel üzerinden yükseltildiği Kur’an’ın bizlere bildirdiği yakin bir bilgiye dayanır… Haliyle o yapı ilk mabet, ilk ev aynı zamanda da bir yönetim binasıydı. Buna hayatın bir bütün olduğu ve bölünemezliği gerçeği de eklenince dinin ve onun işlevinin ilk insandan buyana –ideolojileri de dahil edersek- artarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Zaten tarihe ve yapıla gelen arkeolojik kazılara göz attığımızda, birde tarihsel, kültürel ve toplumsal temelli okumalarımızı orta yere koyduğumuzda ilk devletlerin birer ‘din devleti’ olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Zira hayatın merkezinde din var ve hayatın kalbi ilahi güce, ya da güçlere(!) yönelik olan ilgiyle atmaktadır hep! Dünya gezegeninde ilk yerleşim birimlerinin ortaya çıktığı Mezopotamya toprakları; Anadolu, Mısır, Orta Asya, İran coğrafyası; Yunan, Çin ve Hindistan gibi bölgelerde neredeyse atılan her adımın, alınıp salınan her nefesin bile dinle bir açıdan ilişkisi söz konusu olmuştur! İşte bu özellikten dolayı geçmişe dönüp baktığımızda en paganından, en Müslüman’ına tüm toplumların yönetim algısında dinin reddedilemez bir yeri olduğu ve yönetim biçiminin de haliyle dini temelleri baz alıcı değişmez bir yönünün olduğu gerçeği kendisini unutturmayacak kadar eski ve antik bir değere sahiptir…

Bu genel çerçeveden baktığımızda insanlığın ilk günlerinden Medine dönemine kadar hak ve batıl temelli devletler toplumsal planda kendi meşruiyetlerini yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi ya dini bir basamak olarak kullanıp, kavramlarının içeriğini boşaltıp fasitlik içre yol aldılar; ya da bizzat başında Hz. Peygamberin bulunduğu Medine devleti, onu takip eden örnek halifeler dönemi, sonra ise yine kendi meşruiyetini dinde bir nevi  klasik dönemin sonu sayılabilecek Fransız ihtilali’nin dünyada yaymaya çalıştığı ‘eşitlik ve özgürlük’ sloganıyla birlikte, yine o mantık üzere neşvünema bulan ulusçuluk vb. akımlar imparatorluklar çağının sonrasında sözde dine dayanmayan yeni devlet olgusunun da habercisi oldular!

Batıda başlayıp doğuyu ve özellikle de İslam dünyasını cenderesi altına almaya çalışan bu mantık sonucunda döneminin kendi öznel şartlarında İslam dünyasının hamisi sayılan Osmanlı devleti –Devlet-i Al-i Osman- tarih sahnesinden silinince döneminin sancısını yaşayan Müslüman alim, entelektüel ve aydınlarının kötü gidişatı en azından durdurmaya yönelik fikri çabaları sonucunda temel iki düşünce ortaya çıkmıştı; Birincisi ‘İslam’ın baştan beri bir iktidar amacı yoktu! Geçmişteki uygulamalar ya nassların farklı şekilde yorumlanmaları, ya da kendi döneminde bir mecburiyete binaen oluşan Medine örneğini ha bire örnek aldığından olacak ki(!)  artık günümüz dünyasında anlam ifade etmiyordu!’ Bu tür düşünceleri savunan aydınlara Mısırlı Ali Abdürrazık ve onu bir çalışması olan ‘İslam’da İktidarın temelleri’ kitabı örnek gösterilebilir. Ki Abdürrazık’ın bu eseri kaleme aldığı tarih Kemalist devrimin beşinci yılına yani 1928 yılına denk düşmekteydi. Ve bu kitap bizzat Mustafa Kemal tarafından Türkçe’ye tercüme ettirilmişti. Diğer cenahta ise ‘İslam Devleti’ kavramını modern zeminlerde İslam ve İslam’dan yola çıkıp en azından Müslüman toplumların yönetebilmesi adına ele alıp çalışan Suriyeli alim M.Reşid Rıza’yı örnek verebiliriz. Bu bağlamda söylersek eğer Birinci Dünya savaşı akabinde İslam dünyasında –Afganistan vs.- işgale uğramamış bir iki belde dışında doğudan batıya koca İslam dünyası savaşın galibi emperyalist güçler tarafından işgal edilmişlerdi. İkinci Dünya savaşı akabinde, klasik sömürgecilik anlayışı sonrası görece özgürlükler döneminde işgal altında bulunan İslam toprakları üzerinde, yeni konjöktüre uygun olan devletler çıkmıştı. Bunların çoğu aynı zamanda kendi potansiyelleri açısından dolayı öngörülen bağımsız birer İslam devleti formatında ortaya çıktılar, ama nihayetinde bir kısmı ise doğu ve batı blokları arasında kendi kamplarına dahil edilerek paylaşıldılar. Ör. Libya Sovyet ağırlıklı bağlantısızlar bloğunda yer aldı, Pakistan ise Nato tarafında yer aldı…

Ama zaman ilerleyince bu ülkelerdeki devletlerin bırakın bir üst kimlik olarak devlet bağlamında adının İslam Devleti olmasını, her ülkenin ve belki de her topluluğun gerçekleştirmesi pek de mümkün olan hakkaniyet temelli bazı toplumsal uygulamaları dahi beceremedikleri görüldü! Ne siyasal katılım anlamında, ne ekonomik paylaşım anlamında ve ne de doğallığı olması gereken kavmi farklılıklar açısından hiç de adil olmayan harcı alem uygulamalar gösterdi ki İslam devleti kavramı olumluluk bağlamında ete kemiğe bürünmeden bir işe yaramayacağı artık ayan beyan ortadaydı! Bu ülkelere hakim olan irade en başta tüm Müslümanların gerek gelenekten sadır olan ve gerekse de çağdaş durumlardan kaynaklanan ferdi ve toplumsal ifsada dur diyemediklerinden dolayı hayatın her alanında iyi bir örneklik sergileyemediklerinden İslam devleti kavramını da iç ettiler! İslam devleti kavramı mükemmeliyet bağlamında dört dörtlük bir içeriğe sahip olmasa da, en azından iyi ve iyiye yakın bir pozisyon içre hayırlı işlevler görebilirdi. Birde buna salt mezhep/çilik bağlamında yirminci yüzyılda yaşanan İran İslam devrimi ve Taliban örneği eklenince, haliyle düşünen beyinler bu kavramlara ve uygulamalara karşı yeni kavramsallaştırmalar peşinde koşmaya başladılar; Adalet devleti vs…

Bu kavramlar İslam devleti adı altında süregelen olumsuz birçok uygulamadan dolayı bizlere haliyle cazip gelebilir. İleriki zamanlarda önerilen bu devlet şekilleri günümüzde olduğu gibi külliyen olumsuz veya olumsuz sonuçlar verebilir mi buna bakmak gerekir. Bu bir! İkincisi ise, görünürlüğü ve elzemliği bir tarafa; dile getirilen bu tür kavramsallaştırmalar Yeni dünya düzeni kabilinden emperyalist irade tarafından İslam dünyasına biçilmek istenen dona baktığımızda adı hakikaten Müslüman dimağa hoş gelen ve sorunların çözümüne yönelik somut adımlarlı da peşinen attıran çabalar yine belirtelim kaynağını İslam dünyasının kendi iç dinamiklerinden mi alıyor, yoksa dinin, dini düşüncenin kullanımına yönelik çabaları ön plana alan profan dinci mahfilerin kendisinden mi kaynaklanıyor?! Sorumuzu ya da şöyle soralım; Kaygısı olan Müslüman fert ve çevrelerin iyi niyetli çabaları Müslüman camiada yer işgal eden bazı hoca efendilerin,  gerek yerelde ve gerekse de küresel bağlamda kendilerine sunulan birtakım dinsel projelerin ortaya konulup yürütülmesi aşamasında ‘iç’ edilebilir mi? Eğer edilebilir yönü var ise İslam devleti kavramına şerh düşmekle birlikte bu konularda da teyakkuz halinde olmak gerekir diye düşünmek gerek… Zira o hoca efendilerin büyük bölümü bir iş kotarmaya çalıştıklarında yerel zeminde bile olsa aliminden, talebesine bu ülkenin Müslüman’ıyla hiç mi hiç istişare nedir etmemişler, danışmamışlardır! Halbuki şura ehli olmak İslami bir şiar değil miydi?! İslam dünyasında ise küresel ağa takılmayan alim, aydın ve entelektüellerle hiç mi hiç istişare nedir edilmemiş, zemin hazırlanmamıştır. Amma bu ülkenin muhafazakår, laik ve seküler yönetici katmanıyla zillet içre görüş alışverişinde bulunulmuş, bazı liberal aydınlarla iç içe olunmuştur maalesef! Ör.Fethullah Gülen’in manevi önderliğinde(!) yerelde Abant Platformu, küreselde ise ‘Dinler Arası Diyalog’ toplantılarında kendi liberal tezlerini ve laikliklerini ‘Ilımlı İslam’ benzeri projeler üzerinden muhafazakår kesimlere dayatmaya çalışan bilumum aydın, entelektüel ve bir kısım da ‘din adamı’ hüviyetinde bulunan gayrı Müslim şahıslarla yıllar yılı yapılan toplantılar, alınan tavsiye merkezli kararlar bilinen yakıcı gerçeklerdendir…

Ülkemizdeki Müslümanları temel bakış açılarından yola çıkarak üç kısma ayırdığımızda karşımıza; Gelenekçiler, modernistler ve ıslah projelerini Kur’ani bakış açısınca uygulamaya çalışan Müslümanlar olarak çıkar! Bu üç Müslüman kesimi hayata, olaylara ve olgulara bakışları açısından ele alıp değerlendirdiğimizde; gelenekçi çevrelerin Selefi, Sünni ve tasavvufçu olmalarına bakılmaksızın, gelenekçilikleri artarak süregelen problemlere ciddi anlamda kavi çözümler üretemeseler bile en azından antiemperyalist bir yapı içerisinde oldukları görülür! Ör.Bazı Selefi, tasavvuf ehli gruplar ve Sünni kesimler… Bunlar bir nevi Emevi vb. uygulamaların çağdaş bir iz düşümü olarak gelenekle, yirminci yüzyılın o hengameli şartlarında kotarılmak istenen bir dille hilafet modelinden yola çıkarak İslam devleti savunusu yaparlar ve hem de bu devlet şeklinin gerçekliğin ta kendisi olduğunu üzerine basa, basa vurgularlar…

Nedense ‘anti emperyalist’ duruşları olmadığı söylenen modernist kesimi oluşturan Müslümanların başta sosyal, siyasal vb. konuları ele alışlarındaki handikaplarını bir tarafa bırakır isek, kafa patlatırcasına yüzlerce yıldır o gelenekçi kesimlerin dini totaliter bir tarzda algıladıklarını, onun kaynaklarını çoğu zaman kaynakların hilafına yorumladıkları ve geldikleri sonuç açısından da İslam dünyasını gerilettikleri, duraksattıkları eleştirisi haklılık içerir.  Bu kesimdeki aydın ve entelektüel beyinler yine haklı olarak İslam devleti adı altında biriken yanlışlardan yola çıkarak bu kavramın dışında başka kavramlar ve yorumları baz almaya çalışıyorlar!

Ama bunlarda sonuçta meramı ifade etmekle birlikte ürkek bir tarzda yeni kavramsallaştırma ameliyesi içerisinde bulunuyorlar hep! Burada en büyük handikap bir nevi çalıyı dolaşarak Müslümanlara sunulmak istenen yolların, yöntemlerin ve tarzların son raddede bir işe yarayıp yarayamayacağı kaygısıdır! Zira bu teklifler izafi ortamlarda neşvünema bulmakta ve postmodern algılarla beslenmektedir. Haliyle ontolojik anlamda var olan eksikliklerden dolayı da görünürde de sadra şifa olmamaktadır! Zira bu minvalde içinin doldurulamadığına şahitlik ettiğimiz adalet devleti, post teokratik devlet vs. bu kavramsallaştırmaya yakın, devlet modellerini içeren kavramlar, kelimenin tam anlamıyla ‘iki ucu keskin’ bir nesneye benzemektedir. Onu alıp kullanmak, kullanmak ve kullandırtmak isteyenden ziyade, onu kullanmak zorunda kalan kitlelerden ne götürüp ne götürmeyeceği söz konusudur, haliyle…

Keza Şii İmamet teorisinde öne sürülen imametin ve dolayısıyla da siyaset ve yönetim kaynağının bizzat Allah olduğu handikabı gibi, ona benzer bir bağlamda hilafetinde salt bir yönetim yönü es geçilerek Kur’anlaştırıldığı gerçeği nasıl alakasız bir şeyse ve ondan dolayı da ona karşı çıkmamız gerekiyorsa; teknik anlamının maslahat içre öne çıkarılması hakikatini de aşıcı bir tonda bizleri seküler düşünüşe zorlayıcı, dönüştürücü ve değiştirici gizli bir yönü söz konusu varsa ise eğer demokrasi olgusuna da aynı minvalde karşı çıkmamız gerekir!

Bazı teknik ve maslahat açısından olmak dışında her iki kesim dışında bir noktada kendini konumlandırmaya çalışan ve İslamcı dünya görüşüne sahip ıslah çizgisindeki Müslümanlar daha dünyada ciddi bir örnekliğinin vuku bulmadığı dönemlerin şartlarında geçmiş bazı ‘iyi’ uygulamalara atıfta bulunma yoluyla ve Osmanlı sonrası gelinen sonuç itibarıyla, yine iyi niyetlerle oluşturulmaya çalışılan ‘İslam devleti’ kavramından yola çıkarak bir noktaya gelmiş idiler. Amma bu kesimin uzun bir dönem ilgi alanında olan ‘İran İslam devrimi’ örneğinin başta Şii dini otoritelerin değiştirilmesi dahi teklif edilemez bir tarzda kendi yapıları üzerine titremeleri, Şiiliği ve Caferiliği mezhepçilik bağlamında ‘la yü’sel’ olarak telakki etmeleri sonucunda ve sair yerlerde –Afganistan vb.- hemen her konuda ıslahı ele alıp değerlendireceklerine, eski usul yol ve yöntemleri icra etmeleri bu kesim tarafından bir kırılma olarak değerlendirilmiştir. Devletin tek görevi vardı; ayağının tozuyla yasaları yürürlüğe koyup infaza girişmekti!!! İşte bu anlayış İslam devleti kavramını sakatlayan bir yöne sahipti… Yazımızın bütünlüğünde de belirttiğimiz gibi devlet kavramı yakıcı bir yöne tekabül etmekle birlikte insanlık tarihiyle yaşıttır. İşte bu yaşıtlık ete kemiğe bürünmüş bir yapı olarak devleti çoğu zaman azmanlaştırmış, onu frenlemeyi ve içeriğini yerine göre hafifletmeyi ve yerine göre de soyutlaştırmayı belki de hak edecek bir konuma itmiştir. Burada hayatın öznesi olan insan yerine göre dine olduğu gibi, devlet gibi konulara da rengini vermeye çalışmıştır. İşte mutluluk ve mutsuzlukta  bu öznellikle hep alakalı olagelmiştir! Ama ne olursa olsun, yakıcı ve sıkıcı da olsa devletten vazgeçemeyeceğimizde ortadadır! Ne demişler; Ya devlet başa, ya kuzgun leşe…”

Not: Yukarıda da görüldüğü gibi kadim bir konu olan devlet olgusunu irdelemeye çalıştık. Serimizin ikinci bölümünde ise ilgilisince önerilen kavram ve kavramları incelemeye; Üçüncü bölümde ise kendi düşüncemizi yansıtıcı bir tarzda ‘Müslüman Devlet’ kavramını irdelemeye çalışacağız, inşallah… 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN