Cemil ARSLAN

22 Ocak 2007

SADDAM HÜSEYİN NİÇİN İDAM EDİLDİ?

SADDAM HÜSEYİN NİÇİN İDAM EDİLDİ?

 

 

Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin, 30 Aralık 2006 Cumartesi sabahı işgalci güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından apar-topar idam edildi. İdamın yapıldığı gün, Türkiye’ye göre Arefe günü; Arap dünyasına göre ise Mübarek Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Ölüm cezasının bilhassa böyle bir günde gerçekleştirilmesi oldukça kuşkulu, anlamlı ve aynı ölçüde düşündürücüdür.

            Saddam, elbette bir vatan haini, kukla, satılmış, işbirlikçi, emperyalist, diktatör, otoriter, zalim, birileri tarafından zamanında kullanılmış ve dolayısıyla kullanım tarihi geçmiş bir nesne ya da insandı. Ama asla özne vasfını taşımamıştı. Halkını hep boş umutlarla kandırmış, ezmiş, bazı kesimleri etnik temizliğe tabi tutmuş, milletinin sesine hep kulak tıkamış, sırça saraylarında hüküm sürmüş, halkıyla asla bütünleşememiş, bir avuç imtiyazlı zümreyle iktidarını geçiştirmiş, bazen en küçük bir muhalefeti bile en ağır şekilde cezalandırmıştır.

            Ama bütün bunlar, Saddam’ın dünyanın en kötü, vahşi, gaddar ve kalleş insanı olduğu, anında yok edilmesi gerektiği, dünyanın kâbusu konumunda olduğu, öldürüldüğü takdirde tüm sorunların çözümleneceği sonucunu asla doğurmamalıdır.

            Keza sorun, bundan böyle daha çıkmaz boyutlara ulaşacak, mezhep mücadeleleri daha da yaygınlaşacak, ölümler ve yaralanmalar artacak, Irak’ın bölünme tehlikesi ortaya çıkacak, maddi ve manevi kayıplar çoğalacak, petrol savaşları zirveye ulaşacak ve adeta taş üstünde taş kalmayacaktır.                           

“Irak’ın hiçbir lideri yatağında can veremedi. Saddam Hüseyin’in idamı, Irak’ın bir özelliğinin asla değişmediğini gösterdi: Bağdat’ta 73 seneden bu yana var olan ve Iraklı liderlerin yataklarında can vermemeleri ve makamlarını mutlaka darbeyle, suikastla yahut kuşkulu kazalarla bırakmaları âdetinin hala devam ettiğini...

Ben, Saddam Hüseyin’in de dün sabah aynı akıbete uğraması üzerine gelecekteki liderlerin, meselâ kâğıt üzerinde de olsa Irak’ın hâlen cumhurbaşkanlığını yapan Celâl Talabani’nin ve ondan sonrakilerin akıbetlerini merak ediyorum.

Tarihin ceberutlar resmigeçidinde, Saddam Hüseyin de yerini aldı. Muhabirlik yıllarımda Ortadoğu’da senelerce yaşadım, daha birçok ülkede, en acımasız diktatörlerin hüküm sürdüğü memleketlerde bulundum ama Irak’tan başka hiçbir yerde Saddam Hüseyin’in rejimi kadar baskıya, kana ve gözyaşına dayalı bir idare görmedim.

Dicle sahilindeki balık lokantalarında beraberce hoş zamanlar geçirdiğiniz bazı dostlarınızı Bağdat’a bir sonraki gidişinizde hayatta bulamamanın hüznünü ifade edebilmek çok zordur. Hatta sadece dostlarınızın değil, evlerinin bile idamlarından hemen sonra buldozerlerle yok edilmiş ve ailelerinin kaybolmuş olduklarını öğrenmenin ıstırabını kelimelere dökmeye çalışmak, boş bir gayret gibidir. Kaybolan tanıdıklarınızın başlarına nelerin geldiğini gayet iyi bildiğiniz halde akıbetlerini merak edip sorduğunuzda etrafınızın bir cüzamlıdan kaçarcasına boşalmasını hissedebilmeniz için, o anı yaşamanız gerekir.

Saddam Hüseyin’in iktidarı yüz binlerce kişiye işte bütün bu üzüntülerin çok daha ağırını yaşatmış ve Irak, her gün çıkartılan milyonlarca varil petrolün geliriyle mükemmel bir refah toplumu olabileceği halde korkunun, baskının ve terörün hüküm sürdüğü bir kan ve gözyaşı beldesi haline gelmişti.” (1)

Irak, gerçekten böyle bir hazin trajediye sahne olmuştu. Irak’ı savaşların öncesinde gezip dönenlerin anlattığına göre değerlendirdiğinizde Irak ülkesine hayranlık duymamak mümkün değildi. Hakikaten önemli bir refah ülkesi konumunda bulunan Irak, ne yazık ki başta 1980 yılında başlayan ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı, 1991 Kuveyt İşgali; yine 1991 yılında ABD ile Birinci Körfez Savaşı ve daha sonra tam bir drama dönüşen 2003 yılındaki savaş sonrası tam bir bozguna, yıkıntıya ve çöküntüye uğradı. Çünkü maddi refah ve iktidar sarhoşluğu bu ülke yöneticilerini ve yöneticilerin etrafındaki zengin zümreyi iyice zıvanadan çıkarmış, şımartmış, azdırmış ve kudurtmuştu. Durum bu olunca, bir de dış güçlerin tazyikinin etkisiyle savaşlar “kaçınılmaz ve önlenmez bir son” olmuştu.

İnsanlar, sokaklarda rahat dolaşamamakta, faili meçhul cinayetler, kutsal mekânlara yapılan şüpheli ve intikam kokan saldırılar, hırsızlıklar, adam kaçırmalar, baskı ve zulümler, ölüm ve yaralanmalar sıradan bir hadise haline gelmişti.

Bütün bu olup bitenlerden sonra idama mahkûm edilen Saddam Hüseyin, elbette adil bir şekilde yargılanmammış, yargı süreci baltalanmış, Saddam’ın bazı avukatları öldürülmüş ve yargıçlar taraflı davranmışlardı. Saddam, sadece tek bir davadan idama cezasına çarptırılmıştı. Hâlbuki İran-Irak Savaşı, Kuveyt İşgali, Halepçe Katliamı, kendi halkına yaptığı mezalimler, Şiilere ve Kürtlere karşı yapılan baskı ve zulümler işin içine hiç ama hiç katılmamıştı. Elbette Amerika ve İngiltere ile ilgili gizli bilgi ve belgelerin, çirkin pazarlıkların, hain birlikteliklerin ve emperyalist ilişkiler ağının kamuoyuna ve tüm dünyaya duyurulmaması ve kamufle olabilmek için bu olay oldu-bittiye getirildi ve yıldırım hızıyla idam cezası anında infaz edildi. Keza Saddam’a varıncaya kadar idam edilecek ya da cezalandırılacak liderlerin veya diktatörlerin sayısını bile tespit etmek oldukça güçtür.

Amerika’nın bu idamı jet hızıyla gerçekleştirmesinin en önemli nedenlerinden birisi ve belki de en önemlisi şudur: ABD hegemonyasına karşı yapılacak en küçük bir söylem veya eylem en ağır bir şekilde cezalandırılacaktır. “Bakınız, benim direktiflerimin dışına çıkarsanız anında sizi yok ederim, mahvederim, perişan olursunuz”, mesajı net bir şekilde verilmek istenmektedir. “O halde, ben ne dersem o olacak; şayet benim varlığıma karşı en küçük bir mukavemet gösteren en elim yaptırımlarla karşılaşır, ya hizaya gelirsiniz ya da ben hizaya getirmesini gayet iyi bilirim”, şeklindeki baskılar, yıldırmalar, dikteler veya dayatmalar bilhassa İslam dünyasının, 3. Dünya milletlerinin yahut anti-emperyalist ülkelerin liderlerine en etkili şekilde projekte edilmektedir.

“Saddam Hüseyin’in Yüksek Mahkeme’nin idam kararını onaylamasından sadece dört gün sonra Arefe günü asılması, dünyada büyük tartışma yarattı. İngiliz The İndependent gazetesinin tanınmış yazarı Robert Fisk, “Amerika tarafından yaratılan ve yok edilen diktatör" başlıklı yorumunda “Saddam’ın işlediği en büyük savaş suçu olan 1980 İran işgalini kim cesaretlendirdi? İran ve Kürtlere sıktığı kimyasal silahların bileşenlerini ona kim sattı? (Biz yaptık)” sorusunu sordu.

Ortadoğu uzmanı Robert Fisk, “Amerika tarafından yaratılan ve yok edilen diktatör" başlıklı yorumunda Saddam’ın idamının, “Bağdat hayvanı", “Dicle Hitler’i" olarak adlandırılan Saddam’dan daha çok hak eden pek kimse bulunmadığı savları ile savunulacağını, idam gününün “büyük bir gün" olarak ilan edileceğini belirtti. Ancak milyonlarca Arap ve Müslüman ile milyonlarca Batılının bu hafta sonu kendi kendilerine çok farklı bir soru olan “Ve diğer suçlar?" soracaklarını, ancak bu sorunun Batı basınında yer almayacağını kaydeden Fisk şöyle devam etti: “Hayır. Tony Blair Saddam değil. Düşmanlarımıza gaz sıkmıyoruz. George W. Bush da Saddam değil. İran veya Kuveyt’i işgal etmedi. Sadece Irak’ı işgal etti. Ancak yüz binlerce Iraklı sivil ve binlerce Batılı asker öldü.  Çünkü Bay Bush ve Bay Blair ile İspanya Başbakanı ve İtalya Başbakanı ile Avustralya Başbakanı 2003 yılında bol yalan ve atmasyona dayanarak savaşa girdiler ve kullandığımız silahlara bakılırsa büyük bir vahşet olduğu kesin. Irak’ta son yıllarda işlenen Ebu Garib olayları gibi, işkence ve vahşi cinayetlerin unutulması istenirken diktatörün sallanan cesedinin alkışlanması beklenmektedir.”(2)

Bu temennilere katılmamak elbette mümkün değil. Acaba gerçek diktatör kim? Kimler insanlığı felaketin kucağına itenler, dünyamızı yakıp yıkanlar ve cehenneme çevirenler, masum sivilleri yaralayanlar ve katledenler, maddi menfaat uğruna insanlara yapmadığı kötülüğü bırakmayanlar, ikiyüzlü politikacılar, insani değerlerden nasibini alamayan zalim insan müsveddeleri? Diye sormak geliyor, insanın içinden…   

“İnsanlığa karşı işledikleri suçlardan insanlığın vicdanında mahkûm olan Amerika, bir başkasını insanlık suçundan yargılayabilir mi? Ellerinde yüz binlerce insanın kanı olan bir cinayet şebekesi, hangi toplumun haklarını savunabilir? Ve sizin, onunla nasıl bir ortaklığınız olabilir? Kötülüğe daha büyük kötülükle, cinayete daha çok cinayetle, katliama daha acı katliamla, insanlık suçuna daha çirkin insanlık suçuyla karşılık veren hangi toplum iflah olur? Aynı suçlara ortak değil misiniz? Saddam on binlerce insanı öldürdü. Burada onu savunacak değiliz. Kötülük her zaman kötülüktür. Cezasını bulur, bulmalıdır da. Ama Irak'ta öldürülen 700 bine yakın insanın katili sadece Amerika mı? Siz! Saddam'ı asanlar! Siz kaç bin insan öldürdünüz? Ondan daha büyük ölüm yaşatmadınız bu ülkeye? Ondan ne farkınız kaldı?

Saddam'ı astınız, öldürmeye devam edeceksiniz? Bunun dinle, imanla, ahlakla, Müslüman olmakla ne ilgisi var? Asla! Hiçbir ilgisi yok. Bu yüreklerinizdeki intikam duygusunun kontrolden çıktığının, içinizdeki insan sevgisinin yok olduğunun, Allah için yaptığınız mücadelenin aslında dünyevi bir iktidar mücadelesi olduğunun, acımasızlıkta “kâfir” diye nitelediklerinizden çok da farklı olmadığınızın kanıtı değil mi?” (3)

Bu değerlendirmelerden sonra Saddam’ın idamı sonrası vuku bulabilecek muhtemel olayları şöyle sıralayabiliriz:

  • Saddam artık bundan böyle bir diktatör, tiran, baskıcı, zalim ve otoriter bir lider olarak değil; adeta bir “halk kahramanı” vasfıyla değerlendirilecektir. Çünkü bu ölüm cezası evrensel düzlemde ve insanlığın vicdanında asla meşruiyet kazanmayacaktır. İnsanları adeta bir paçavra gibi zamanında kullanıp, işine gelmediği anda yok etmek acaba hangi insanlık değerleriyle bağdaşabilir? Doğrusu merak ediyorum. İdamın tümüyle Amerika’nın pompalamasıyla gerçekleştirilmesi ve Irak Hükümetinin pasif bir figüran rolünde oynaması olsa olsa Saddam’ı “seçkin, üstün ve şanlı bir lider” konumuna yükseltecek ve yüceltecektir. Şayet olay tam tersine Irak halkının iradesinin bir yansıması sonucu gerçekleşmiş olsaydı aynı durumdan söz etmemiz kesinlikle mümkün olmayacaktı.
  • Ortadoğu tam bir kan gölüne, drama ve vahşete dönüşecektir. Ölüm ve yaralanmalar artacak, fail meçhul cinayetler devam edecek, Amerikan askerleri daha fazla saldırıya uğrayacak, işkence, baskı ve zulümler çoğalacak, sokaklar, caddeler ve alış-veriş yerleri bombalanmaya devam edecek, petrol savaşları giderek yaygınlaşacak ve kızışacak, kaos yaşamın bir parçası haline gelecek, neticede işler tam tersine gidecektir. Dünyamızın sosyal ve siyasi dengesi tümüyle bozulacak, yozlaşacak ve yıkıma uğrayacak, medeniyetler arası çelişki, ayrışma, çatışma ve çözülmeler gün geçtikçe artarak sürecektir.
  • Irak, parçalanmanın veya bölünmenin eşiğine gelecek, mezhepler savaşı İslam düşmanları tarafından yoğun bir şekilde kışkırtılmaya çalışılacaktır. Etnik temele dayalı, zayıf, pasif, güçsüzleştirilmiş ve etkisizleştirilmiş Şii, Sünni ve Kürt devleti olmak üzere 3 ayrı devlet kurdurulmaya özen gösterilecektir. Neredeyse pamuk ipliğine bağlı olarak geliştirilen ve sürdürülen, oldukça kaygan bir yapı görünümünde olan Irak’taki siyasi süreç ister-istemez sekteye uğrayacaktır. Bazı uzmanların tespitine göre; Irak’ın bölünmesi Türkiye’nin bölünmesiyle aynı anlama gelmektedir. Çünkü mevcut yapılanma, Türkiye’yi ve genelde tüm İslam coğrafyasını direkt ve derinden etkileyecektir. Bu, kaçınılmaz bir süreçtir.

Netice itibarıyla; Saddam’ın idam edilmesi, kimsenin işine yaramayacak, tam tersine işleri iyice içinden çıkılmaz bir konjöktüre sürükleyecektir. Başta Türkiye ve İslam ülkeleri maddi ve manevi bilânçolarla karşılaşacak, yoğun bir göç dalgası yaşanacak, savaşın acıları bütün evrenimizi kapsayacak, ABD liderliğindeki pragmatist, materyalist ve emperyalist ülkeler, kendilerini muzaffer bir asker edasında görseler dahi bu durumdan kendileri de zararlı çıkacaklar ve bu süreç hemen herkesin aleyhine tezahür edecektir…        

 

 

 

        

DİPNOTLAR:

 

1)       Murat BARDAKÇI: Hürriyet Gazetesi: 31.12.2006

2)       Milliyet Gazetesi: 31.12.2006

3)       İbrahim KARAGÜL: Yenişafak Gazetesi: 02.01.2007