28-04-2023 00:58

İslam açısından laiklik ve demokrasi

Gerçekten ne laikliğin ne de demokrasinin İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmamaktadır. Hatta daha öteye giderek söylemek mümkündür ki, gerek laiklik gerekse demokrasi İslâm’ın zıddı olduğu gibi İslâm da bunların zıddıdır.

İslam açısından laiklik ve demokrasi

Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan, Fransızca Laic veya Laixue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din adamı olmayan, ruhâni bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılır. Laiklik ise özünde; din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirlerinden ayrılmaları, birbirine karışmamaları anlamına gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak kişileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazlık alanı da çizer. Kişilerin dinsel inanç ya da inançsızlıktan, din buyruklarını yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamasını, ayrım görmemesini, serbestçe ibadet edebilmesini, ibadete zorlanmamasını v.b. öngörür.

Başta Fransa olmak üzere Batı dünyasında, yani din’i hıristiyanlık olan dünyada gelişen laiklik, dinsel dogmaların bilim, sanat, felsefe ve siyaset üzerindeki baskılarını gerileten Rönesans ve Aydınlanma çağının düşüncesinden kaynaklandı; özellikle Katolik kilisesinin merkezî ve baskıcı yapısına karşı duyulan Tepki’den doğdu. Yani Tepkisel’dir. Kilise ve Ruhban’ın katı disiplin ve ahlak kurallarıyla toplum ve bireyler üzerinde kurduğu sıkı denetim, kendi karşıtlarını da yarattı; Usculuk(Rasyonalizm) ve Olguculuğun(Pozitivizm) yanında Siyasal Liberalizm gibi akımların gelişmesine yol açtı. Bu düşünsel kaynaklardan beslenen laikliğin sınıfsal bir anlamı ve işlevi de vardı. Federal-aristokratik toplum ve siyaset yapılarına karşı çıkarak iktidara yükselen burjuvazinin ideolojik, siyasal ve kültürel özlemlerini dile getiriyordu. Özellikle tanrısal egemenlik anlayışına dayalı mutlak monarşilere karşı çıkan ve kapitalist değerlerin yaygınlaşmasında somut çıkarı bulunan bu orta sınıflar, egemenliğin kaynağının ve kullanılışının dünyevîleştirilmesi (Millî Egemenlik İlkesi) ve toplumlardaki değer yargılarının dinsel temellerinden uzaklaştırılarak laikleştirilmesi sürecini de başlattı. Laiklik ilkesine yöneliş, özellikle Fransa’da (1793) militan bir nitelik kazandı. İspanya (1868-1976), Portekiz (1908-1917), Fransa etkisindeki Meksika (19. yy) ile Türkiye (1920 sonrası) gibi cumhuriyetçi rejimlerde oldukça köklü değişimlerle uygulamaya konuldu.

Batı toplumlarının ve devlet düzenlerinin laiklik doğrultusundaki evriminin özü, devletin belli bir dini (Batı için yalnız hıristiyanlığı) temsil etmekten çıkarılması, din ve devlet ayrılığının sağlanması ve devletin her türlü inanç karşısında tarafsız ve eşit davranmasıdır. Bu, öncelikle devletin belli bir din ve mezhebe bağlı olmaması; herhangi bir din veya mezhebin savunuculuğunu ve yayıcılığını yapmaması ve belli bir din ya da mezhebin örgütlenmesine karışmaması demektir. Başta Fransa ve ABD olmak üzere laik devlet sistemleri, kamu kurumlarının, din ve mezheblere ve bunlara bağlı kuruluşlara yardımda bulunmalarını yasaklamıştır. Devlet nasıl dinsel alana karışmamak yükümlülüğünde ise, din kurumu ve örgütleri de dünyevî ve siyasal alana müdahale edemezler.

Laik devlet, din ve ibadet, inanma ve inanmama özgürlüklerini güvence altına alır. Kişilerin dinsel inançlarını seçmek, bunların gerektirdiği bireysel ve toplu ibadetleri yerine getirmek ya da hiçbir dinsel inanç beslememek ve bundan ötürü de kınanmamak konusunda mutlak dokunulmazlığı ve özgürlüğü vardır. İbadet özgürlüklerinin çerçevesi, kamu düzeni anlayışıyla çizilmiştir. Bugün İngiltere ve Norveç gibi bazı devletlerin kurumsal düzeyde belli bir din -hıristiyanlık- ve mezheble geleneksel bağımlılıklarını sürdürüyor görünmesi, gerçekte laik olmalarını engellememektedir.

Bütün bu yukarıda anlattıklarımız, din’i hıristiyan olan Batı dünyasının oluşturduğu ve kabullendiği, özellikle de kendi dinleri olan hıristiyanlığın paganist değerlerle meczolmuş inanç ve uygulamalarının tüm Batı toplumunda, asırlarca geniş halk kitleleri üzerinde uygulama görmesine karşı oluşan Tepkisel gelişmelerin sonuçlarıdır. Ki, Batı toplumu İslâm’ı tanımamaktadır. Hatta özellikle de yanlış tanımakta, İslâm onlara yanlış tanıtılmaktadır. Zira Kral-Kilise ikilisinin güdümündeki Batı toplumları köken itibariyle paganist -çok tanrıcı ve putperest- toplumlardır. Roma’nın hıristiyanlığı benimsemeye başladığında siyasi iktidar Sezar’ların elinde idi. İktidarla uzlaşmaya girerek kendini topluma kabul ettirmeye çalışan hıristiyanlık, İsâ(a.s.)’a gelen mesajın özünde değişiklikler yaparak bu noktaya gelmiş; Yunan ve Roma’nın tarihsel gelişimine uygun olarak, Din Adamlığı(Ruhban sınıfı), ya da Laik Olmayan(halktan ayrı, din adamı) sınıfının dini olmuştu. Bu itibarla da, zaten başlangıcından itibaren Ruhban sınıfının yönetiminde ve tekelindeki bir dini ifade ediyordu.

Yönetici sınıfla uzlaşmasını pekiştiren Ruhban sınıf (ki sürekli olarak Kilise diyeceğiz) iktidar teorileri üretiyor ve İktidarın tanrısallığı üzerinde durarak uzlaştığı Yönetici sınıfa (ki aşağıda sürekli olarak Kral deyimini kullanacağız) yönetme yetkisinin Tanrı tarafından bağışlanmış bir hak olduğunu söylüyordu. Halk kitleleri üzerinde bu görüşünü, halkın dindarlık içgüdüsünden yararlanarak yerleştiren ve halkı güdümüne alan Kilise, Kral ile birlikte halkın üzerindeki iktidarını otoriter bir şekilde sürdürüyordu. 

Batı, Eski Yunan’da ve Roma’da aynı geleneğe sahipti. Yönetici kadrolar hep Ruhban sınıfını iktidarları süresince yanlarında bulundurmuşlar, iktidarların himayesinde dindarlık yapılmış, âyinler yönetici sınıfın Ruhban sınıfı ile birlikte öncülük etmesi ile uygulanagelmiştir.. Paganizmin iliklere işlemiş bu uygulaması, Batı’yı hıristiyan olduktan sonra da bırakmamış ve hıristiyanlık, paganist geleneklerin içinde mezcedildiği bir iktidar, ibadet ve Ruhban sınıfının buyruklarından oluşan dünyevî davranışlar düzeninden ibaret hâle gelmiştir.

Daha başlangıcında siyasal iktidarla uzlaşmayı kabullenen hıristiyanlık; daha sonra simgeselleşen ve kendisini “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya veren” bir din haline gelmişti. Bu anlayış hıristiyanlığın özünde bulunan bir anlayış değil, paganist -çok tanrılı, putperest- anlayışın hıristiyanlaştırılmasının bir ürünü idi. Tanrı tek başına hakların tümünün belirleyicisi ve sahibi olamayınca, iktidarının -haklarının- bir kısmı Sezarlara -yöneticilere- verilmek zorunda kalınmıştı. Zira İsâ(a.s.)’a gelen din -vahiy- onun en yakın arkadaşları tarafından tavizler verilerek değiştirilmiş ve çok tanrılı yönetimin köküne aşılanmıştır. Müşrik kökenden büyüyen bu aşı büyüdükçe aşılandığı kökün özelliklerini daha bariz olarak göstermeye başlamış ve tek tanrı inancı esasına dayalı olarak gelen hıristiyanlık, sonuçta yine esas itibariyle çok tanrılı (Teslis) bir din haline getirilmişti. Böylece, Batı insanının tanrılarında bir azalma olmuş, belki sayıları sınırlandırılmıştı.

İsâ(a.s)’a gelen mesaj daha başından bozulmaya başlayınca ve bu işi yapanların tekeline girince, bunu yapanlar rahatlıkla bu yeni dinin de Ruhban sınıfını oluşturmuşlar, çok tanrılı devirlerdeki imtiyazları da ellerinde kalmıştı. Yine halkı Tanrı’ya -veya tanrılara- yaklaştırmayı, halkın tanrıların gazabından kurtulmasında aracı olmaya, bunun için ibadetleri -ayinleri- yönetmeye devam ediyorlar, saltanatları sürüyordu. Çok tanrıcılık döneminin ibadetlerini tekellerinde bulunduranlar, hıristiyanlıkta da bunu becermiş ve halk bir türlü Allah’ın kulları olamamışlar, yine kendi cinslerinden bazılarının kulu olmaya devam ettirilmişti. Çok tanrılı dinlerin ayinlerini yöneten Ruhban sınıf; nasıl o ayinlerde Tanrı’yı gazabından vazgeçirmek, insanlara şefkat ve rahmetini temin etmekte aracı idi iseler, şimdi de bu işlevleri devam ediyordu. Ne var ki daha organize ve bu defa Kral’ı da -yöneticiyi- yanlarına alarak. Kral’ı yanlarına alabilmeleri, kralların yönetim hakkının tanrı tarafından kendilerine bağışlanmış bir hak olduğunu söyleyerek, yani iktidarlarını takdis ederek yapıyorlardı bu işi. Böylesi bir pekiştirilmeden tabiidir ki memnun olan Kral, yönetiminde daha da rahat hareket edebiliyor, Ruhban sınıfının desteği yanında, halkın Ruhban sınıf tarafından belirlenen inançlarının da yardımına mazhar oluyordu. Keyfemâyeşâlık alabildiğine güç kazanmış, kurumlaşmıştı. Zavallı halkın, insanların söyleyebileceği, yapabileceği hiçbir şey yoktu. Olamazdı da. Zira şimdi artık Tanrı-Kral-Kilise üçlü ittifakı karşısında bulmuştu kendisini. Kendinden yana kimse yoktu. Tanrı da, Kral da, Kilise de kendilerine karşı idi. Nasıl ve ne şekilde bu üçlü ittifaka karşı gelebilirler, kendilerinin de hakları bulunduğunu söyleyebilirlerdi. Bu, ne teorik olarak ne de pratikte mümkün değildi. Zaten hele birileri kıpırdasın ve halkın üzerinde Kilise’nin tanrı adına belirlediği gerçeklere(!) bir karşı çıksın da görürdü gününü. Tanrı böylelerinin diri diri ateşlerde yakılmalarını emrediyordu. Tabii Ruhban sınıfının uyduruk tanrısı böyle istiyordu. Halkın gerçekten sığınabileceği herhangi bir sığınak, herhangi bir ümit ışığı da görünmüyordu. Böylece bütün ortaçağ boyunca Avrupa koyu karanlıklar içinde, Kral-Kilise ikilisinin tanrı ile yaptığı(!) ittifakın sonucu yönetildi durdu.

Örneğin Kral oğluna veya kızına düğün mü yapmak istiyordu. Bu düğün de büyük masraflar mı gerektiriyordu. Bu takdirde, iktidarları kendilerine tanrı tarafından bağışlanmış bu insanların arzuları da, tanrı tarafından belirlenmiş arzular olmalı idi ve bu masraflar tanrı adına, tanrı için halk tarafından karşılanmalı idi. Kralın askerleri köylere dağılır ve bu masrafları karşılayacak malları köylünün elinden alır, toplar getirirlerdi. Yine koca sarayların masrafları da aynı yöntemlerle karşılanırdı. Halk yiyecek ekmek bulmakta, günlük hayatını sürdürebilecek yiyecek bulmakta zorlanırken, kralları her türlü nimetlerin içinde yüzmeli idiler. Zira tanrı adına krallık yaptıklarına göre ve tanrılar böyle istediklerine göre elbetteki tanrı, kulları gibi olamazdı ve bütün nimetlerin zaten sahibi idi. Bu nimetleri de istediğine vermekte kendisi karar sahibi idi. Bu kararını da Ruhban sınıfına bildiriyor, onlar da halka iletiyordu. Öyle ise nasıl karşı gelebilirler ve kendilerinin de ihtiyacı bulunduğunu söyleyebilirlerdi. Tanrıları, onların neye ne kadar ihtiyaçlarının olduğunu bilmez mi idi? Madem ki kıt kanaat geçinmelerini istiyordu tanrı, o takdirde nasıl buna karşı çıkılır, itiraz edilirdi. Ahireti beklemeden bu dünyada diri diri ateşte yanmak var olunca insanlar ister istemez boyun eğiyorlardı. Sızlansalar da.

Bütün ortaçağ böylesi bir uygulamanın kesif koyuluğunda geçti. Bir topluma uzun asırlar zulüm uygulanırsa o toplumda ihsası(duyarlılığı) kuvvetli insanlar çıkar ve ağırlığını kişi ve toplumun üzerinden bir lahza bile kaldırmayan bu uygulamalardan kurtulmak için yollar ararlar. İsabetli veya isabetsiz olabilir bu yollar. Ama insanları, içinde bulundukları darlıklardan kurtulma yolu aramaktan kimseler alıkoyamazlar. Tarih boyunca da insanlar hep böylesi yolları aramışlardır. Zira yaşamlarının sıkıntısı, doğaları gereği insanları bu sıkıntılardan kurtulmaya sevketmektedir.

Bazı düşünürler, kendilerinin de dahil bulunduğu geniş halk kitleleri üzerindeki bu sonu gelmez sıkıntının nereden kaynaklandığını, bununla nasıl başedilebileceğini düşünmüşlerdir. Ve sıkıntının kaynağının Kilise olduğunu keşfetmişlerdir. Zira halkın yaşadığı bütün sıkıntılar, Kilise’nin istediği tasarruflarda bulundurabildiği tanrı tarafından Kral’a verilen hakların(!) kullanılmasından doğmaktadır. Kral’ın toplayacağı vergiye halk itiraz mı etmektedir. Yiyecek bir şeyimiz yok, bize de yaşama hakkı veriniz, yaşayacak kadar olsun bir şeyler bırakınız bari diye sızlanan halkın sızlanmaları köyün papazı tarafından “Bu dünyada fakir olan ahirette zengin olacaktır, krala karşı çıkmak tanrıya karşı çıkmaktır” şeklinde özetlenebilecek sözlerle bastırılıyordu. Pek özet olarak söylemek gerekirse, her ne kötülük yapılırsa hikmetinden sual olunmamalı, tanrının isteğinin böyle olduğu kabul edilmeli idi. Uygulama uzun asırlar hep bu anlayışın halk üzerinde baskın olarak bulundurulmasının sonucu olarak yaşayabildi, uygulama gördü.

Bu duruma çözüm aramak için düşünenler, tüm melanetlerin kaynağının Kilise olduğunu (tek din olan hıristiyanlığın temsilcisi olan Kilise) görüyor ve Kilise’nin temsil ettiği şeyin de din olduğu gerçeğinden hareketle kurtuluşun ancak insanları -halkı- dinden, dinin etkisinden uzaklaştırmakla, dine itibar etmemekle mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Zira karşılarındaki gerçek böyle idi. Bütün sıkıntıların kaynağı gerçekten din idi, halkın dine itibar etmesi idi. Şayet halk dine itibar etmezse, din adamlarına -Ruhban sınıfa- itibar etmemiş olacak ve sonuç olarak da Ruhban sınıf halkın üzerindeki etkisini kaybedince, ister istemez Kral -yönetici- halkı ezemeyecekti. Halkın dağınık da olsa gücü, mutlaka Kralınkinden fazla idi. Hatta Kral yanında bulundurduğu yardımcılarının, askerlerinin de masraflarını halktan aldığı vergilerle karşılamıyor mu idi? Vaziyet böyle olunca, halkın dinden uzaklaştırılması sonucu halk Kilise’ye, yani Ruhban sınıfa itibar etmeyecek, onların sözlerini dinlemeyecek ve Kral’a karşı, Kral’ın tasarruflarına karşı gelecek ve Kral’ın en azından her istediğini yapmayabilecekti. Böylece de halkın üzerinden baskı, zulüm doğal olarak azalacak ve kalkacaktı. Bütün mes’ele bu kilidi açmaktı. Yani amaç halkın üzerinde bütün ağırlığı ile bulunan dinin baskısını hafifletmek, kaldırmaktı. İş yine zulme uğrayan halkta bitecekti. Şayet halk bu düşünceye -çözüme- yakınlık gösterir ve bu düşüncenin sahiblerine destek verirse istenilen olur ve halk kitlelerinin üzerindeki bu basınç, en azından azalır ve sonuçta da tümüyle kalkabilirdi.

Bu sebeble düşünürler, içinde bulundukları şartların kendilerine alternatifsiz olarak gösterdiği çareyi uygulamaya koyuldular. Halka yapılan zulmün sebebinin din adamları olduğunu, bunun da dinin kendisinden -tabii ki hıristiyanlıktan- kaynaklandığını söylemeye başladılar. Bu sözler, kendilerine yapılan zulme karşı sözler olduğu için sempati ile karşılanıyor, fakat tümüyle destek görmüyordu. Zira insanların dindarlık içgüdüleri onları dine karşı çıkmaktan alıkoyuyordu. İnsan kendisini, karşısında aciz hissettiği şeylere itibar eden bir varlık olarak görmektedir. Zira, insan gerçeği böyledir. Hakikaten insan acizdir. Sığınmak, korunmak ve varlığını -bekâsını- temin etmek onun yapısının özelliğidir.

Düşünürlerin, her gün halkın çektiği azaba, sıkıntıya çare olarak onlara öncülük etmeye çalışması, az da olsa bazı insanların onların yanında yer almasına sebeb oluyor ve başlangıçta dışa pek vurulamasa da içten destek görüyordu. Dine karşı çıkmak şeklinde değil ama, din adına yapılanlara karşı çıkmak şeklinde algılanma daha ağır basıyor ve düşünürler böylece halkı etkileyebiliyorlardı. Zira sıkıntıyı bizzat yaşayan halk idi. Halk bu sıkıntıyı çektiği sürece, halka bu sıkıntıdan kurtulmak için önerilen çareye kulak vermesi de kaçınılmazdı.

Bu düşünce sahiplerinin ve buna yakınlık gösterenlerin diri diri yakıldığı, ağır cezalarla yıldırılmaya çalışıldığı uzun yıllar yaşandı Avrupa’da (zira o asırlarda Batı yalnız Avrupa’dan ibaret idi). Engizisyon mahkemeleri kuran ve tanrı adına onun kullarını cezalandıran Ruhban sınıfının bütün baskısına rağmen, halk öyle de olsa böyle de olsa eziyetten başka yol bulamayınca, yavaş yavaş da olsa bu düşünce daha çok taraftar bulmaya başladı. Yönetim’e karşı ayaklanmalar, Kilise’ye karşı çıkmalar çoğaldı.

Düşünürler şöyle de özetlenebilecek bir tez ileri sürüyorlardı: “Din yoktur ve (din olmayınca) Hayatta da yoktur”. Yani bu demekti ki Din’in varlığının -tabii hıristiyanlığın- kabul edilmesi halinde, var olan ve varlığı ile kabul edilecek bu din yine zulmünü sürdürecektir. O zaman hiçbir şey değişmeyecektir. Zira din demek Kilise demektir. Kilise demek ise zulüm (veya) zulmün başdestekleyicisi, zulmün icazet aldığı makam demektir. Durum bu olunca, ister istemez “Din yoktur” demekten başka çare de görünmemektedir. Din olmayınca da hayatta bulunması diye bir şey olamaz. Yani hayatı, kişi ve toplum hayatını tedvir etmesi, düzenlemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Öyle düşünmenin tabii sonucu olarak, “olmayan dinin” hayatta da bulunmaması gayet tabiidir. Olmaması gereken din zalim bir dindir. Olmaması gereken din, zulmün kendisinden icazet aldığı dindir. Reddedilen din, düşünen ve düşünmeyeni ile, düşünür ve düşünür olmayanının bildiği tek din, yani hıristiyanlık idi. Zira başka bir din bilinmiyor, hayal bile edilmiyordu. Her ne kadar zaman zaman İslâm’ın adı duyuluyorsa da, Ruhban sınıfı bu duyulanların hakkından geliyor ve müslümanlığı sapık, şeytanın işi olarak gösteriyordu. Divinia Komedia -ki o asırların, bugün bile meşhur olan anlayışını aksettiren bir eseridir- müslümanların ve İslâm’ın peygamberinin cehennemde nasıl yakıldığını anlatan bir eserdir. Zaten halkın bir şeylerden haberi yok iken, aristokrasinin de böylesi bilgilerle beslendiği bir ortaçağ Avrupasının başka bir şansının da olmadığı rahatlıkla düşünülmelidir. Böylesi çaresizlikler içinde yüzen Avrupa insanının yapabileceği başka bir şeyin bulunabileceğini düşünmek herhalde hayalci olmak demektir.

Düşünürlerin halka çare olarak sundukları “Din yoktur ve Hayatta da yoktur”(uygulaması olmamalıdır) tezine karşı Kral-Kilise ikilisi de “Din vardır ve Hayatta da vardır”(yani uygulanmalı, hayat dine göre düzenlenmelidir) diyorlardı. Burada Kral-Kilise ikilisinin düşünürlere göre avantajı, insanların dindarlık içgüdüsü sahibi olmaları ve bu yüzden dini büsbütün kafalarından çıkarıp atamamaları iken, düşünürlerin de avantajı dinin hayatta uygulanmasının zulüm anlamına geliyor oluşu idi. Yani tezlerinin “Din vardır” kısmı ile halkı yanında bulan Kral-Kilise ikilisi karşısında, uygulaması zulüm olarak tezahür ettiği için tezlerinin “Din Hayatta yoktur”(hayata uygulanmamalıdır) kısmı ile halkın desteğine mazhar olan düşünürler arasındaki mücadele, halkın katılması ile uzun yıllar sürdü ve giderek Batı bir uzlaşmanın içine doğru sürüklendi.

Başlangıçta “Din vardır ve Hayata uygulanmalıdır” tezinin bütünüyle iddiacısı olan Kral-Kilise ikilisi, uzun yıllar süren mücadele sürecinde halk tarafından büsbütün dışlanmamak için olacak, tezlerinin “Din Hayatta vardır” bölümünü terennüm etmekten yavaş yavaş vazgeçmişler ve bütün ağırlıklarıyla “Din vardır” kısmı üzerinde basa basa durmuşlardır. Böylece Kral-Kilise ikilisinin tezi yalnızca “Din vardır”dan ibaret hâle gelmiştir. Yani, din inkar edilmemeli, varlığı kabul edilmeli denilmeye gelmiştir iş.

Diğer yandan, mücadelesini halkın kısmî de olsa desteğini yanına alarak sürdüren düşünürler, yine halktan tümü için destek bulamadıkları “Din yoktur, (sonuç olarak) Hayatta yoktur” şeklindeki görüşlerinin “Din yoktur” kısmını geçiştirmeye ve ısrarla “Din Hayatta yoktur” bölümünü vurgulayadurmuşlardır. Zira dinin yokluğunu kabul ettirebilmek hususunda insan doğasını karşılarında bulmuşlardır.

Mücadele başladığında, taraflar görüşlerinde taviz vermeden yürürlerken, fıtrî gerçekler onları aslı itibariyle fıtrata aykırı olan tezlerinden taviz vermeye, uzlaşmaya sevketmiştir. Bunun sonucu olarak da “Din vardır ama Hayatta yoktur” şeklinde ifade edilebilecek bir sonuç ortaya çıkmıştır ki bu bir “Uzlaşma”dır.

“Uzlaşma ne demektir?” sorusuna kısaca cevap vermekte zaruret görüyoruz. Bir iddia ile, bu iddianın tam tersi olan bir iddianın arasını bulmak, birinci iddianın bir kısmı ile ikinci(tam karşıt) iddianın bir kısmını birleştirmek, bu birleşim üzerinde birleşmek demektir uzlaşma. Dikkat edilirse uzlaşma olabilmesi için mutlaka iki iddianın varlığı ve mutlaka iddianın birinin, diğer iddianın tam tersinin ifadesi olması gerekmektedir.

“Din vardır ve Hayatta da vardır” iddiası Kral-Kilise ikilisinin iddiasıdır. Ve asırlardır uygulayageldiği şeyin ifadesidir. “Din yoktur ve Hayatta da yoktur” iddiası(tezi) ise ikinci iddiadır ve birinci iddianın tam karşıtı, yani birinci iddiaya(teze) tam anlamıyla bir tepkinin ifadesidir. İşte böylesi bir konumda uzlaşma söz konusudur ve bu uzlaşma, konumuz itibariyle “Din vardır”(birinci tezin yarısı) ile “Din hayatta yoktur”un(ikinci tezin yarısı) birleştirilmesi, mezcedilmesi olarak karşımıza çıkan ve “Laiklik” olarak günümüzde anılan şeydir.

Şimdi prensip olarak yukarıda anlatmaya çalıştığımız uzlaşmanın ne derecede bir gerçeğin ifadesi olabileceği üzerinde duralım. Bir konuda gerçeğin bir tane olduğu gerçeğini baz alarak düşünürsek -ki düşünürler arasında genel geçer bir gerçektir, bir konuda gerçek bir tanedir gerçeği- bu takdirde yukarıda anılan iki tezin, ya birincisi veya ikincisi tümüyle doğrudur denilmek gerekir. Zira tezler, ifade ediliş şekilleriyle ve kapsadıkları anlam itibariyle birbirlerinin tam tersini ifade etmektedirler. Durum böyle olunca da, ya birinci tez delalet ettiği konudaki doğrunun ifadesidir veya ikinci tez yine delalet ettiği konudaki doğrunun ifadesidir. Birincisi doğru ise, mutlaka onun tersi olan ikincisinin tümü yanlıştır. Şayet ikincisi doğru ise, yine mutlaka onun tam tersi olduğundan birincisi yanlıştır. Bu gerçekten hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bir doğrunun yarısı ile bir yanlışın toplamı -birleşmesi- kesinlikle bir doğrunun ifadesi olamaz. Hakezâ, bir yanlışın yarısı ile bir doğrunun yarısının birleşmesi sonucu ortaya çıkan şey de bir doğrunun ifadesi olamaz. Her iki halde de sonuç için ancak, bir kısmı doğru bir kısmı yanlış bir bütün demek mümkün olabilir.

Yukarıda ifade ettiğimiz formülümüzde, bazı ifadelerin yerlerine ifade ettikleri gerçek değerlerini koyarak sonuca açıklık getirmeye çalışır isek şunu görürüz:

Din yerine hıristiyanlığı koymamız halinde -ki konulacak başka bir şey söz konusu olamaz. Zira konumuz laikliktir ve laiklik Batı’da gelişip büyüyen ve giderek dünyayı istilâ eden bir düşünce ve uygulamadır. Bu sebepten, din yerine bir başka dini koymamız örneğin müslümanlığı koyabilmemiz kesinlikle kabil değildir. Formülümüz şu şekilleri alacaktır:

1- “Hıristiyanlık vardır ve hıristiyanlık hayatta vardır”
(Kral-Kilise ikilisinin tezi)

2- “Hıristiyanlık yoktur ve hıristiyanlık hayatta yoktur”
(Düşünürlerin görüşü)

3- “Hıristiyanlık vardır ama hayata uygulanmamalıdır”
(Laik görüş -uzlaşma sonucu ortaya çıkan-)

Bu üç görüşün sahipleri için de din olarak yalnızca hıristiyanlık söz konusudur. Başka bir din kesinlikle söz konusu değildir. Zira düşüneni veya düşünmeyeni ile Avrupa için tek din vardır, o da hıristiyanlıktır. Bütün olup bitenler, gerek din adına gerekse dine karşı olsun, din yalnızca hıristiyanlık olduğundan bununla ilgili tezler, ya da uzlaşma ile ortaya çıkan sonuç bakımından, teoride ve pratikte hıristiyanlığı ilgilendiren hususlardır başkasını değil. Her ne kadar dünyanın başka yörelerinde de bazı dinler vardır ve esas itibariyle paganist olduklarından, çok tanrılı bulunduklarından Ruhban sınıfının tekelindedir ve bu sıfatları gereği hıristiyanlık için konuşulan, düşünülenlerin kendisine uyması sonuçta söz konusu ise de, bu gerçek bütün dinler için uygulanabilirliği kabil olmayan kısmî bir gerçektir ve dinlerin de ancak Ruhban sınıfı bulunan kısımları(çeşitleri) için geçerli olabilir.

İslâm’a gelince

İslâm, ilk peygamberi olan Adem(a.s.)’den son peygamberi olan Hz.Muhammed(s.a.v)’e gelinceye değin Tevhid esası üzerinde seyretmiş bir dindir. Bütün peygamberler, bu gerçeği vurgulamadan hiçbir başka tâlî gerçeği açıklamamışlardır. Zira bütün tâlî gerçekler, bu esas gerçeğin üzerine bina edilmeleri ile anlam ifade etmişlerdir.

Tevhid, Allah’ı (Tanrı’yı) birleme; gerek zâtı itibariyle, gerek sıfatları itibariyle birleme anlamına gelmektedir. Kur’an, tevhide tealluk eden açıklamalarıyla bunu mufassalan anlatır ve açıklar: Örneği, eşi, ortağı bulunmadığını, yalnızlığın kendisi için bir sorun olmadığını, varlığının başlangıcı bulunmadığı gibi sonunun da bulunmadığını, yoktan varetme’nin(yaratmak) yalnızca kendisine ait bir özellik olduğunu, yarattıklarının tümünün rızkının kendisi tarafından üstlenildiğini, gaybı ve (kıyamet) saatini yalnızca kendisinin bildiğini, her şeye kâdir ve her şeyi bilenin yalnızca kendisinin olduğunu, insanları ve cinleri kendisine kulluk yapmaları için yaratanın kendisi olduğunu, hükmetme yetkisinin tartışmasız kendisine ait olduğunu, şeriat koyucunun (hüküm koyucunun) esas itibariyle yalnızca kendisi olduğunu, peygamber veya devlet başkanının emirler koysa bile Kendisi’nin belirlediği esaslar dairesinde kalmak kaydı ile hüküm koyabileceğini belirleyen bir Allah’ın varlığını kabuldür Tevhid. Ve buna göre hareket etmektir tevhidi korumak.

İslâm denildiğinde Kur’an akla gelir, gelmelidir. Allah’ın koruması altında kıyamete kadar tahrib olunmadan varlığını sürdürecek olan bu Allah kelamı açık açık okunduğunda, kesinlikle Allah ile kulu arasında bir aracının -Ruhban sınıfının- olmadığı hemen görülür. Bu gerçek, sokaktaki insanın bilgisinde bile demirbaş halindedir.

Kendisinde Ruhban sınıfı bulunmayan bir dinde Ruhbanlık yok demektir. Allah ile kul arasında aracı yok demektir. Bu, pratikte kulun gerek ibadet özel ismini taşıyan namaz, oruç, hacc, zekât gibi ibadetlerini icra etmesi sırasında, gerekse kendisi ile nefsi ve yine kendisi ile başka nefisler -kamu- ile arasındaki ilişkilerinde bir aracının bulunmaması demektir. Yani insan, doğrudan Rabb (terbiye edici) kabul ettiği Allah ile ilişkilerinde aracısız demektir. Böyle olunca da, doğrudan ve öncelikle Allah’a karşı sorumludur. Esası böyle olan bir dinde şayet zulüm varsa, bu zulüm doğrudan Allah’ın (ruhban sınıfının değil, zira ruhban sınıfı yoktur) zulmü olur. Allah ise kullarına zulmeden değil, merhametli olandır. Zira O’nun zulmederek hükümranlık kurmaya ihtiyacı yoktur. Zulmetmek acizliğin bir sonucudur. Bu gerçeğin üzerinde herkes ittifak etmektedir. Aciz olan yaratıcı her şeye kâdir olmayacağına göre zalim de olamaz. Zira zulmeden, bir acizdir; Allah ise aciz değildir kâdirdir.

Bu açıklamalar ışığında açıkça ve kesin olarak söyleyebiliriz ki; Kur’an’da zulüm yoktur. Vardır diyebilmek, ya ona insan sözü karışmıştır diyebilmekle mümkündür ya da Allah acizdir diyebilmekle mümkündür. Başka bir alternatif söz konusu değildir. Kur’an’a bir insan sözü karışmadığına ve Allah da aciz olmadığına göre; İslâm’da zulüm vardır, Kur’an’da zulüm vardır diyebilmek, aklen mümkün olmadığı gibi naklen (Kur’an’a göre) de mümkün değildir.

Kur’an’da zulmün ne olduğu hükmü vardır. Zalimlerin bazılarının isimleri vardır. Yaptıkları zulümlerin bazılarının tarifi vardır. İnsanın kendisine zulmetmesinin ne demek olduğu vardır. Zulm; bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koyma demektir. Bu ifade geneldir. Bu ifadeden hareketle, bir hakkı müstehakından başkasına verme anlamına da gelir. Örneğin, canı veren Allah’tır ve yine verdiği canı almak hakkı da yalnızca esas itibariyle O’na aittir. Gerçek bu iken, bir insan bir başkasını öldürürse bu zulümdür. Kendi nefsini keşişlik, riyazet ve intihar yoluyla öldürmesi de zulümdür. Canı alıcı olan Allah’ın yerine insanın kendisini koyması demektir bir başkasını öldürme. Bu itibarla da zulümdür. Rızk’a Allah kefildir. Bir insan, müşteri veliyyinimetimdir diye inanıyorsa, müşteriyi Allah’ın yerine koyuyor demektir ki zulümdür. Bunu çoğaltmak, birçok alanlarda örnekler vermek mümkündür. Kur’an’daki gerçekler bize bu hususta yol göstericidir. Bir insanın ne gibi durumlarda öldürülebileceğini, yine ona canını veren belirlemelidir. Hak budur. Bu hak olunca da O’nun belirlediği ölüm nedenleri sabit olduğunda bir insanın hayatına son vermek zulüm olmaz, hak(adalet) olur. Çünkü, birisinin emanet olarak verdiğini alması zulüm olamaz ancak hak olabilir.

Zulüm(zulm), bir şeyi kendi yerinden bir başka yere koyma demek olduğuna göre, örneğin hükmetmek makamında bulunan Allah’ın yerine insanı koymanın da zulüm olduğu açıkça anlaşılıyor değil midir? Zira hükmetmek Yaratıcı’nın hakkıdır. Hükmetme yeri(makamı) Allah’ın makamıdır. Bu makama o makamın sahibi olmayan geçerse, bu takdirde gerçekten zulüm yapmış, yani bir şeyi(kendisini), kendi yerinden başka yere(Yaratıcı’nın yerine) koymuş olacağından zulüm etmiş olur. Süvarinin yeri atın üzeridir. At’ın yeri süvarinin üzeri değildir. Bu gibi konularda insanlar yerlerini pek iyi bilirler ve bildiklerini tecavüz etmezler iken, kendilerine mühlet verilen hususlarda, acizliğinin sonucu makam(yer) tecavüzlerinde bulunmakta ve gerçekten zulmetmektedir. Zulmeden yalnızca kendisine zulmetmekle kalmamakta, başkalarına da zulmetmektedir. Zulüm böylece yaygınlaşınca, kimse onun(zulmün) verdiği sıkıntılardan kurtulamamakta, giderek toplum ifsad olmakta(bozulmakta)dır. Toplumlar bozulunca, içinde sağlam kalan fertleri de bozulmaya zorlamakta ve zincirleme bozulma süreci işlemektedir.

Zulüm kavramını genişletmekte, daha doğrusu birçok yönleriyle örneklendirerek açıklamakta zaruret vardır. Bu zaruret bize, üzerinde durmaya çalıştığımız konunun boyutları hakkında da fikir verecektir. Sonuç olarak içinde yaşadığımız dünyamızı aydınlıktan karanlığa çeviren zulmün ancak, “Her şeyin yerli yerine(ait olduğu yere) konulmasıyla sona ereceğinden” emin olmak, buna inanmak gerekmekte ve bu inancın gereğini yerine getirmek gerekmektedir. İnsanlığın bugün şeklini, biçimini değiştirmiş olarak içinde yüzdüğü zulüm, ortaçağda Avrupa insanının içinde yaşadıklarından hiç de az ve aşağı değildir.

Batı’da meydana gelen yukarıda bahsettiğimiz köklü değişiklik, Fransız ihtilâli sonucu Avrupa ülkelerinde ve giderek de hemen bütün dünyada uygulanır oldu. Laikliğin uygulamasının dünyanın diğer, özellikle de hıristiyan olmayan -hassaten de müslüman olan- ülkelerine yayılması ve uygulama alanı bulması, emperyalist Batı’nın gücüyle ve bu emperyalistlerin adamlarının eliyle gerçekleştirildi. Kendine güvenini yitiren toplumları oluşturan fertler ve hele ileri gelenleri, bir güçlü büyüğe dayanmadan var olmayı mümkün göremezler. Bu itibarla da kendilerini yönlendirenlerin yönlendirdikleri istikamette hareket ederek varlıklarını koruyacaklarını ve hatta kalkınarak kendilerini yönlendirenlerin yönetiminden kurtulabileceklerini sanırlar. Hatta bu konuda o kadar ileri giderler ki Batı’yla yarışacaklarını, Batı’yı geçeceklerini bile söyleyenleri olmuştur.

Şimdi burada bir ara vererek Demokrasi’den bahsetmenin gereğine değinelim. Avrupa’da laiklik olarak ortaya çıkan uzlaşmanın ortaya resmen çıkışından önce, ferdi ve toplumu yönetip yönlendiren dinin (hıristiyanlığın-Ruhban sınıfının) elinden alınacak bu yetkinin kime verilmesi, ait olması gerektiği gündeme geliyordu ister istemez. Zira bir boşluk doğacaktı: Yasama Boşluğu..

Yasama Boşluğu – Demokrasi

Laikliğin ortaya çıkışına kadar yasama işleri hemen tümüyle Kral-Kilise ikilisinin elinde bulunuyor, Kral söylese Kilise tasvib ediyor, Kilise söylese Kral’a uygulattırıyordu. Bu işbirliği bu alanda asırlardır sürüyordu.

Din’in hayattan ayrılma mücadelesi süreci devam ederken, düşünürler doğacak bu boşluğu doldurmak gerektiğini de düşünerek teoriler geliştiriyorlar, eski Yunan’da, Atina’da Batı’nın fikir babalarının mirasını karıştırıyorlar, çareler araştırıyorlar ve bunlardan hareketle de yeni teoriler ortaya çıkarıyorlardı. Bu alanda en meşhur ve hâlâ düstûr niteliği ile algılanan “Kanunların Ruhu”(De L’esprit des Lois), “Sosyal Sözleşme”(Le Contrat Social)’den bahsetmeden geçmek mümkün değildir. Montesquieu (1689-1755) Kanunların Ruhu isimli kitabında “Tabiat Hali” olarak varsaydığı bir nazariye geliştirmekte ve insanların doğal olarak analarından dört esas hürriyetle dünyaya geldiklerini, bunu onlara kimsenin vermediğini, doğuştan sahibi bulundukları bu hürriyetlerini istedikleri gibi kullanabileceklerini söylemenin yanında, yine tabiat halinde mevcut eşitsizlikten bahsederek, insanların kiminin diğerinden daha güçlü, daha akıllı olduğunu vurgulamakta ve hürriyetlerinden gereği gibi yararlanmamanın bu eşitsizlikten kaynaklandığını, bu eşitsizliği giderebilmek için insanların yalnızca hürriyetlerini gereği gibi kullanabilmelerine yardımcı olacak bir örgüt(devlet)leşmeye ihtiyacı bulunduklarını söylemektedir. Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ise İçtimâi Sözleşme isimli yukarıda andığımız kitabında Montesqieu’yu tamamlarcasına, insanların(toplumun) aralarında bir toplumsal sözleşme akdettiklerini varsaymakta ve bu sözleşme ile birlikte yaşamayı amaçladıklarını, bunu sağlayan devleti teşekkül ettirdiklerini kitabında kurmaktadır.

Charles de Montesquieu’nun 1734 yılında yayınladığı “Kanunların Ruhu Üzerine” isimli eserinin Sorbon tarafından mahkum edilmesinden sonra, Kilise tarafından 1751’de yasaklandığını biliyoruz. Protestan bir ailenin çocuğu olan J.J.Rousseau, Du Contrat Social’ini 1762’de yayınlamıştı. “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” isimli eseriyle günün Fransa’sında şaşkınlık yaratan Rousseau’nun, Emile isimli kitabındaki dinle ilgili bölümü de Fransız parlamentosu tarafından yakılmaya mahkum edilmişti. J.J.Rousseau’nun, eserine önsöz yazan İngiliz filozofuyla arası açılmış, daha sonra Rousseau “Yaradan’ın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanın elinde yozlaşır” ana fikrinden yola çıkarak Toplum Sözleşmesi’nde “Hürriyet ve zorunlu eşitliği” savunmaktadır. Bu savları ile Montesqieu ve Voltaire’dan daha ileri gidiyordu Rousseau.

Biri diğerinden etkilenen bu düşünürler, bir yandan da birbirlerini tamamlamaya çalışıyor ve dinin hayattan ayrılacağı dönemin fikrî hazırlıklarını oluşturuyorlardı. Tabiidir ki ait oldukları Batı toplumu için yapıyorlardı bunu, bir başka dünya düşünmeden.

Demokrasi eski Yunan’da, Atina’da zaten mahdud sayıdaki vatandaşın oylarının çokluğu ile eğri ve doğruların belirlendiği bir siyasi rejim olarak Batı tarafından tanınıyordu. Bunu Batı’ya tanıtan, yaptıkları tercümelerle müslüman düşünürlerdi.

Kilise’nin kanun koyuculuğunun ortadan kalkması sonucu doğacak boşluğu dolduracak parlamentonun, aynı zamanda bir Yasama Meclisi görevi de olacaktı. İnsanlar eskisi gibi değil, kalabalıktı artık. Bu kalabalıklar, temsilciler seçerek parlamentoya yolluyorlar ve halk temsilcileri(vekilleri) vasıtasıyla temsil ediliyordu. Bu milletvekilleri(halkın temsilcileri) halkın adına halkı yönetecek yöneticileri seçtikleri gibi, onların hayatını düzene koyacak kanunları da çıkarıyorlardı. Kilise’nin yasamadaki yerini parlamento almıştı. Bütün bu olup bitenler yalnızca hıristiyan dünyası için geçerli şeylerdi ve gerçekten hıristiyan camiası, sıkıntılı uzun asırların sıkıntısından böylece kurtulacaklarını sanıyorlardı ve bu yola girdiler. Parlamenter laik demokrasiler artık Batı’nın vazgeçilmez rejimleri olmuştu. Norveç ve İngiltere’de hâlâ Kilise teorik olarak yönetimin kendisine tâbi olduğu kurum olarak bulunuyorsa da, pratikte zaten hayatı tedvirden uzak ve bu uzaklığını Ruhban sınıfın asırlardır doldurmasından şikayetçi bir toplum olarak Batı insanı tümüyle laikliğin etkisi altında bulunmaktadır. Bildiği ve inandığını söylediği tek dinin hıristiyanlık olduğunu bildiğimiz Batı, kendisi için, kendi dini için biçtiği bu yeni elbisesini, gelişen ekonomisi ve canavarlaşan iştihasının ona sağladığı imkânlarla bütün dünyaya yaymaya çalıştı ve sonunda başardı da.

Batı’daki bu gelişmelerin yanı sıra İslâm alemi de, Batı ortaçağının başlangıcından bu yana sanki anlaşmışlar gibi, İçtihad kapılarını kapatıyordu. Yani dinini anlamak ve hayatın gereklerini çözmek için gayret sarfetmeye son vermişti. Kendilerine, içtihadın kapılarının açık olduğu zamandan ellerinde ne kaldı ise onlarla iktifa etmeye ve hayatlarını böyle sürdürmeye başlamışlardı.

Abbâsîlerin son günlerinde Abbâsîler’de gördükleri İslâmlıkla tanışan ve bunu bağırlarına basan Türkler, o günden bugüne kendilerine İslâm diye tanıtılan şeyin uğrunda canlarını, mallarını ve verilebilecek her şeylerini vererek bugünlere gelmişlerdir. Ortaasya’dan şamanist dinleriyle göçerek İran üzerinden Anadolu’ya kafile kafile gelen Türkler, İslâm’ı Abbâsîler’den tanımışlardır. Abbâsîler’in gününde ise İslâm, Peygamber’in Allah katından getirip bütün canlılığı ve tazeliği ile uygulanan İslâm değildi. Emevîler’in gününde ve bir asra yakın zaman, devletin gündeminin ilk sırasından indirilen İslâm, Abbâsîler’in zamanında da bu konumunu korudu ve fevc fevc İslâm’a giren başka din sâliklerinin, eski dinlerinden getirdikleri ile arı-duru İslâm Halic’i(*) kirlendi. İslâmî olmayan düşüncelerin, inançların, amellerin içinde yüzdüğü bir kirli Haliç haline geldi. İğfâl edilmiş, esasından saptırılmış İslâm’ı(!) tanıyanlar, tanıdıklarına bin yıldan beri bütün varlıkları ile sahib olmaya çalışmaktadırlar. Asırlarca haçlılara bu iman ile karşı koyanlar müslüman Türkler olmuşlardır. Bu arada müslüman Kürt Selahaddin Eyyûbî’yi ve Eyyûbîleri de unutmak mümkün değildir.

Burada şöyle bir misal ile konumuza açıklık getireceğimizi düşünüyoruz: Bir semt pazarının ilk açıldığı sabahın erken saatlerini düşününüz. Her şey bütün tazeliği, örselenmemişliği ile pırıl pırıldır. Aynı pazara akşama doğru giderseniz seçilmiş, ellenmiş, örselenmiş, çürüğü çarığı kalmış şeyler bulursunuz. Ve ne kadar seçseniz yine de sabahın erken saatlerinde pazara gidenlerin bulabildiklerini bulamazsınız. İşte bu misalimizi İslâm için uygularsak şunu görürüz: Peygamber’in İslâm’ı Allah katından getirdiği pazarın ilk saatlerinde her şeyin pırıl pırıl olduğunu, âyet ve Peygamber sözlerinin karıştırılmadığını söylemek gerekecektir. Daha sonraki dönemlerde, Arab olan Emevîlerin ve Abbâsîlerin bu pazarı bozduklarını, yabancı kültürlerden, dinlerden nice şeyin bu pırıl pırıl İslâm Halici’ne akmasına siyasi ikballeri uğruna göz yumdukları ve hatta yardımcı olduklarını biliyoruz. Eski Yunan feylesoflarının ne idüğü belirsiz düşüncelerini Arabçaya tercüme eden Süryanilere kucak dolusu paralar bağışlıyorlardı. Varsın toplum, İslâm toplumu, ne idüğü belirsiz şeylerle meşgul olsundu. Kendileri için lazım olan, siyasi iktidarları ve bunu ellerinde bulundurabilmek idi. Böylesi bir ortamda kaynaklar, ilk tekkenin, hıristiyanlara “Sizde daha dindar olmak için ne yaparlar?” sorusuna aldıkları “Riyazet içinde bir lokma, bir hırka ile yaşayan, manastıra kapanan rahipler tarafından yaşandığı” cevabı üzerine kurulduğunu yazmaktadırlar.

Peygamber’den sonra, Ebû Bekir ve Ömer’in zamanında genişleyen İslâm toplumu, eğitilmekle başedilemeyecek derecede İslâm’a girenlerle karşılaştı. Hassaten Hz.Ömer zamanında genişleyen İslâm topraklarının fethi sırasında iyi yetişmiş, İslâm’ı iyi bilen nice insanın harblerde şehid olduklarını biliyoruz. Bir yandan eğitilecek insan sayısı çoğalırken, diğer yandan eğitecek durumdaki yetişkin insanın(müslümanın) azalması, benzetme yerinde ise sınıf mevcudu çoğaldıkça eğitim seviyesinin düşmesi gibi bir sonuç doğurmuş, İslâm’a girenler eski kültürlerinden taşıdıkları kirliliklerle kalmışlar. Emevî ve Abbâsî dönemlerinde ise İslâm, hiçbir zaman (Ömer ibni Abdülaziz’in günü hariç) devletin gündeminin birinci maddesi olamamıştı. Arablar, İslâm öncesi kabile üstünlüğü duygularını devletin gündeminin birinci maddesi haline getirmişlerdi yine. Bu dönemden itibaren İslâm’ı tanıyan kavimlerin ise bahtsızlığı burada başlıyordu. İnsanlar, kendilerine bir şeyi öğretenlerin öğrettikleri gibi öğrenirler öğretilenleri. Ve öğretildiği gibi korumaya özen gösterirler. Türklerin tanıdığı İslâm, onlara tanıtılan İslâm, kendisine birçok İslâmî olmayan şeyin karıştırıldığı bir halita idi. Bu halitaya, Ortaasya’dan getirdikleri şeyleri de karıştırdılar. Komşu oldukları Anadolu hıristiyanlarından da birçok şeyi (Tevhidi gereği gibi devralmadıklarından) bu yeni dinlerine kattılar ve bugünkü Anadolu müslümanlığı meydana geldi: Biraz şamanizmden getirilenler, biraz hıristiyanlardan adapte edilenler ve Abbâsîler’den öğrenilen muharref İslâm. İşte Anadolu insanı asırlardır bu dini din olarak bellemiş, bu dinin uğruna can vermiş, mal vermiş, evlat vermiştir. Ana unsurları bunlar olan Anadolu müslümanlığının içinde, İran’ın zerdüştlüğünden ve İran üzerinde geçerken alınanlar da bulunmaktadır.

Bu tarihi bilgi ve yorumlardan sonra, İslâm’ın fert ve toplum hayatını tedvirde ortaya koyduğu esaslardan bahsetmenin sırası gelmiştir.

İslâm, esasında Ruhban sınıfının bulunmaması sonucu laik(din adamı olmayan, ruhban sınıfına dahil) bulunmayanlarının da kendisinde bulunmadığı bir dindir. İslâm’da her insan, Rabbi olan Allah ile vasıtasız olarak muhatabdır. Allah kullarına şah damarlarından daha yakındır ki bir başka varlığın(insanın) bu araya girebilmesine imkân yoktur, bulunmamaktadır. Din adamı, yani Ruhban sınıfı olmayınca Ruhban olmayan bir sınıf da yoktur İslâm’da. Bu itibarla, Peygamber başta olmak üzere, İslâm’da kimse Ruhban değildir. Allah buna imkân bırakmamıştır. Örneğin Peygamber’in bile kimseyi bağışlama yetkisi yoktur. Hatta daha ötesinde, “Biz insanlara soracağız, peygambere de soracağız”(Araf 7/6) buyuran Allah buna imkân bırakmamıştır.

Kendisinde Ruhban sınıfının bulunmadığı bir dinin ve bu dinin kurduğu düzenin kesinlikle Ruhban sınıfınca yönetilmesi, yönlendirilmesi diye bir şey de bahis konusu değildir, olamaz. Bu sebeble, Peygamber’in başkanı bulunduğu ilk İslâm devletinin, ne teokratik bir devlet ne de bir laik devlet olmadığını biliyoruz. Zira teokratik devlet, Allah’ın adamı olanların yönettiği devlet demektir. İslâm’da ise kimse Allah’ın adamı, yani ruhban değildir. Bu itibarla da İslâm bir teokrasi değildir. Teokrasi olmayınca da, devleti teokratların elinden çekip alma diye bir şey söz konusu olamayacağından, laik bir devlet olması da söz konusu olamaz. Aklen de böyledir bu, naklen de böyledir.

İslâmî devlette, Peygamber hem peygamberdir, hem devlet başkanıdır, hem camide imamdır, hem müslümanların aralarındaki nizaları Allah’ın kendisine gönderdiklerini esas alarak çözen, hükme bağlayan bir hakimdir. Aynı zamanda savaşta başkomutandır. Nitekim bugün de devlet başkanları, savaşların teorik olarak da olsa başkomutanlarıdır. Peygamber’den sonra müslümanlara devlet başkanı olan Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer de yine peygamberlik hariç diğer bütün görevleriyle görevli kimselerdir peygamberin. Dolayısıyla bu görevlerinde O’nun halifesi idiler. Peygamber’i Allah seçtiği halde, halifeleri onları yönetecek insanlar seçiyordu. Devlet başkanını seçmek, her zaman ve her kişi için ayrı ayrı olarak, o devletin (İslâm devletinin) halkının hakkı idi. Halk her defasında bu hakkını kullanmak hakkına sahiptir. Müslümanlar, aralarından birini kendilerine devlet başkanı seçmekle ona kendisinden sonra kimi seçeceği ile ilgili hakkını da devretmiş olmuyordu. Böylesi bir devir söz konusu değildir İslâm’da. Lâkin Emevîler ve Abbâsîler, İslâm’ın bu esasını değiştirdiler, cahiliyye dönemine döndüler bu konuda. Ümmetin elinden devlet başkanlarını seçme hakları gasbedildi. Zira Emevîler’in, Abbâsîler’in veya Haşimîler’in böylesi hakları(!) ancak cahiliyye devrinde var idi. İslâm böylesi hakların bulunmadığını belirledi.

Konuyu burada keserek yine laikliğe geçelim. Emevîler ve Abbâsîler devrinde yapılan köklü değişiklikler ve İslâm Halici’ne akıp duran atık düşünce ve davranışlar, ilgisizlik ve resmî bakımsızlığın da tesiri ile İslâmlaşmış(!) ve asırlardan beri süregelmiştir. Sonuçta İslâm teorik olarak Ruhban sınıfına yer vermeyen, Allah ile kulu arasında bir vasıtayı asla kabul etmeyen bir din olduğu halde, sanki böylesi bir sınıf var imiş gibi uygulamalar görmekteyiz. Giderek cami görevlileri, müftîler derken şeyhülislamlık gibi görevler ihdas edilmiş ve halifenin yanında görevli olarak bulunmuşlardır. Halife sanki devlet işlerinden, şeyhülislam da din işlerinden sorumlu kişilermiş, yani devlet işleri ayrı din işleri ayrı imiş gibi, görevlileri pratikte ayrılır olmuştur. Ruhban sınıfın varlığını düşündürtecek her ne ki var olmuşsa bütün bunlar İslâm dışı dinlerden sürüklenip gelen, getirilip, sanki İslâmlaştırılan şeylerdi. Zira İslâm’ı biz orijinal haliyle Peygamber’in uygulamalarından ve ona uygun, ondan sonra gelenlerin uygulamalarından biliyor, tanıyoruz. Tanıdığımız İslâm’da ise kesinlikle Ruhban sınıfı yoktur. Peygamber bile ruhban değildir. Allah ile kulu arasında bulunarak istediğini cennete, istediğini cehenneme sokan, dilediklerinin günahlarını bağışlayan bir peygamber yoktur İslâm’da. Bu dinin peygamberinin bile bu tür yetkileri bulunmuyor iken peygamberden başkalarının bulunuyor olması hiç söz konusu olamaz.

“Şunu açıkça söylemek gerekir: Din temeline dayanan bir devlet düzeninin demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bilindiği gibi, İslâm dini ve onun temelini oluşturan Kur’an, sadece iman ve ibadetle ilgili kurallar getirmekle kalmaz. Bunun dışında devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar arasındaki ilişkilere ve kişilerin davranışlarına yön veren geniş kapsamlı hukuk kuralları da getirir. Bu hukuk kuralları toplum yaşamının her yönünü kapsaması bakımından “bütüncü”, bugünkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik taşır. Egemenliğin halka ya da millete ait olması diye bir şey söz konusu değildir. Egemenlik sadece ve doğrudan Allah’a aittir. Herkes O’nun mutlak ‘iradesine’ boyun eğmek zorundadır.”(Prof.Dr. Münci Kapanî, Cumhuriyet Gazetesi, 18.01.1990)

Yukarıda yaptığımız iktibasın da ifade ettiği gibi, gerçekten ne laikliğin ne de demokrasinin İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmamaktadır. Hatta daha öteye giderek söylemek mümkündür ki, gerek laiklik gerekse demokrasi İslâm’ın zıddı olduğu gibi İslâm da bunların zıddıdır. Nitekim Kur’an hemen birçok âyetinde, insanları “Hevâlarına uymak”tan uzak durmaya sevketmekte ve Allah’a teslim olmaya çağırmaktadır. Böyle yapması halinde dünya ve ahiretinin kendisi için mutlu olacağını söylemektedir. Hevâlarına (gerek kendi hevâsına gerekse başkalarının hevâlarına) uyanların ise hüsrana uğrayanlar olacağını belirtmektedir.

İslâm, hayatı tümüyle kapsayan ve tümünü düzenleyen bir bütün bulunduğu ve bunu din adamları -ruhban sınıfı- aracılığıyla yapmadığı için, hayatı düzenlemenin dinin ya da din adamlarının elinden alınması diye bir şey söz konusu değildir İslâm’da. Aklen bu mümkün değildir. Zira sokaktaki insanın anlayacağı şekilde ifade etmek gerekirse, kulu olan insan Rabbi olarak kabul ettiği Allah’a diyecektir ki “Bir takım emir ve nehiylerin başımın üzerine ama diğer bir kısım emir-nehiylerini dinlemeyecek ve yasama meclisinin yaptığı kanunlara riâyet edeceğim.” Tek başına hüküm koyucu olduğunu Kur’an’da bildiren Allah, böylesi bir isteği kabul eder mi? Etmesi mümkün mü? Hangi sebeb ve geçerli gerekçe ile böylesi bir düşüncenin kabul göreceği düşünülebilir? Allah hiçbir şeyde kendisine ortak kabul etmediği gibi Hüküm Koyma’da da bir ortak kabul etmemektedir.

(*) Editörün notu: İslam Halic’i ifadesi ile, bir dönem kirliliği ile meşhur olmuş, İstanbul’daki Haliç körfezine atıf yapılmaktadır.

(Ercümend Özkan / İktibas, sayı 137, 138, 139)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !