06-02-2007 14:50

ERCÜMEND ÖZKAN

O bir prensip adamıydı. Prensiplerine uyanı alır, uymayanı dışlardı. Verdiği sözü tutar, gideceği yere zamanında giderdi.

ERCÜMEND ÖZKAN

      ERCÜMEND ÖZKAN

           Mukaddes Özkan

23 Ocak 1938 soğuk ve karlı bir gün, Kırşehir'in Mucur ilçesinde, mütevazi Anadolu evlerinden birinde sağlıklı ve gürbüz bir bebek dünyaya geldi. Babası adını Ercümend koydu. Dede, nine, halalar arasında büyümeye başladı.

Karacakurt Aşireti'nin Hadolar sülalesinden Gümüşkümbet'li Türkmen kızı Hüsniye Hanımla, Alibeyoğullarından Memili'nin torunu Mehmed Ali Bey'in ikinci çocuklarıydı. Babası PTT'de telgraf memuru olarak çalışıyor, annesi de evde çocuklarını yetiştirmeye gayret ediyordu. Mehmed Ali Bey'in sert ve otoriter tutumuna karşı, Hüsniye Hanım, akıl almaz derecede sevgi dolu, özverili ve cömert bir insandı. Babasından hak yememeyi, maddeye tapmamayı, tapılması gerekenin Allah olduğunu; annesinden sevginin ne olduğunu, onunla nasıl yaşanacağını, herkese yetecek kadar sevgi dolu olmayı nasıl başaracağını öğrendi. Ona hayatı boyunca güç veren de Allah sevgisi, dolayısıyla insan sevgisi oldu.

Babası memuriyeti sebebiyle Mucur, Kayseri, Ankara, Kırşehir çevresinde görev yapıyor, ailesini bazen yanına alıyor, bazen de Mucur'da bırakıyordu.

İkinci Dünya Savaşı sıralarında İstanbuI Yeşilköy'de görevli olan Mehmed Ali Bey ailesini de yanına almıştı. İki buçuk yıla yakın bir zaman, oraya yerleşmiş olan Ruslar'dan birinin evinde kiracı oldular. O yıllarda dört yaşında olan Ercümend'in kendilerine yaşattığı telaşlı bir günü gülerek anlatıyor babası: "Ev sahibinin aynı yaşta olan oğluyla bahçede oynarken, çocuk Ercümend'i kızdırmıştı. O da arkadaşının dolu lazımlığını alıp onun başına geçirdi, lazımlık başında sıkışıp kalmıştı, ancak hastanede keserek çıkartabildiler. Çok hareketli ve becerikli bir çocuktu. Yine o evin bahçesinde oynarken kibrit çöpleri, çamur, çakıl taşları, kiremit kırıntıtarı İle yaptığı çiftlik evini, ev sahibi günlerce korumuş; 'Ercümend büyük adam olacak süperzekası var' diyordu".

Küçük Ercümend altı yaşına geldiğinde Mucur'da Cumhuriyet İIkokulu'na başladı. Orta ve lise yılları Kayseri'de geçti. Son sınıfa kadar Kayseri Erkek Lisesi'nde okudu. Derslerin dışındaki hayatı çok renkli ve hareketli geçiyordu. Bir yandan boks çalışıyor, şampiyonluğa kadar işi ilerletiyor, diğer yandan Erciyes'te kayak, okul tiyatrosunda oyunlar, folklor çalışmaları sürüp gidiyordu. Mahalli oyunları çok güzel oynuyor, gençleri çalıştırıyordu.

Yazları Mucur'a geliyorlar, bağ bahçe işlerine bakıyorlardı. Onun çocukluk yıllarında jandarma ve karakol hakimdi taşra yaşantısında. Asayişten onlar sorumluydu kim sorarsa. Milletin bağındaki bahçesindeki meyvaları yolarlar, kadınları kızları laf atarak rahatsız ederlerdi. Ercümend, bir kaç arkadaşıyla birlikte tanınmamak için başlarına çuval geçirip, bu işi yapan jandarmaları takib eder, sonra dövüp kaçarlardı.

Cumhuriyet Halk Partisinin son zamanlarında ezanı Arapça okuyan Hocayı, peşine düşen jandarmalardan saklamak için ahırda hayvanların yemliklerinin içine yatırıp üzerini samanla örttüğünü anlatırdı.

       Daha sonra tatillerini ciltçilik, dondurmacılık, sebzecilik yaparak ve kitap okuyarak geçirmeye başladı. Çok düzenli, güzel giyinmeyi seven genç bir adam olmuştu artık. Kolleksiyon yapmayı seviyor, pul, para, kalem biriktiriyordu. Daha sonraları bu kitap sevgisine dönüştü, evinin bütün duvarları kitapla kaplanmış haldeydi ölmeden önce.

Lise son sınıfta iken Kırşehir'e tayin olan babasıyla birlikte ailece oraya yerleştiler. Hayat onun için zorlaşmaya başlamıştı. Annesi bir yıldır felçIi yatıyor, kendinden küçük altı kardeşiyle birlikte bazı sorunların üstesinden gelmeye çalışıyordu, Bu arada okul bitmişti. Ne yapacağını, hayatını nasıl kazanacağını düşünürken boks kursu açmak gelmişti aklına. Bir müddet gençleri boks çalıştırmıştı. Daha sonra da Kırşehir'e yakın olan Hirfanlı Barajı'nda çalışmaya başlamış, aldığı ilk maaşla da annesine ve kardeşlerine hediyeler alıp yollamıştı. Hediye vermeyi, insanları memnun etmeyi çok severdi. Kendisine verilen ufak hediyelere de çok kıymet verirdi. Maddi değeri fazla olanı kabul etmezdi.

1957'de annesini kaybetti, o sevgi dolu, herkese iyilik eden ve dileyen kadının ölümü Özkan'a hayatının ilk büyük acısını tattırmıştı. Yedi çocuğunu bir fiske vurmadan ve kötü söz söylemeden büyütmeye çalışan Hüsniye hanım 34 yaşında hayata ve sevdiklerine veda etmişti.

Annesinin acısı ve daha başka sebepler evden ayrılmasına neden oldu. 59'lu yıllarda İstanbul'da T.H.Y.'da bir iş bulup çalışmaya başladı. Kısa bir zaman sonra Ankara'ya geldi ve daha önce kayıtlı olduğu Hukuk Fakültesine devam etmeye karar verdi. Onun için zorlu günlerdi bunlar. Ailesinden uzak kalışı, maddi sıkıntılar, özel hayatındaki problemler O'nu bunaltıyordu. Aç kalıyor, açlıktan hasta oluyor, fakat dürüstlükten ve onurundan asla taviz vermiyordu. Her zaman olduğu gibi kendine ters gelen herşeye karşı çıkıyordu. Bu arada Adnan Menderes'in Kırşehir'e gideceğini öğrenmiş, bunu fırsat bilerek Kırşehir'e, oradan da Mucur'a geçen Başbakanla görüşebilme yolları aramaya baştamıştı. Menderes'in Mucur'da yaptığı bir konuşma sırasında, bütün engellemelere rağmen Menderes'in yanına yaklaşmış, hoş geldiniz deyip Mucur'a kütüphane istediklerini söylemiş ve kurulacağına dair söz almıştı. Mucurlu gençlerin bu arzuları da böylece gerçekleşiyor, Mucur'a ilk Halk Kütüphanesi kuruluyordu.

Daha sonra Millet Partisi genel merkezinde iş bulmuş, hem çalışıyor, hem de okula devam ediyordu. Artık siyasetin içindeydi, Yakından tanımaya başladığı bu ortamda içine sinmeyen, onu rahatsız eden birşeyler vardı ama neydi? Türk Ocağına gidip geliyor, o dönemin milliyetçi  mukaddesatçı camiasıyla zamanının çoğunu geçiriyor, tartışmalarına, sosyal, kültürel çalışmalarına katılıyordu.

Türk  Ocağı   tiyatrosunda   yönetmenliğini  kendisinin yaptığı Alparslan piyesini sahneye koymuş, Alparslan rolünü de başarıyla oynamıştı. 1959-60'lı yıllardı bunlar. Değişik fikirleri tanıyor, kafasında şimşekler çakıyordu. Doğrular yanlışlar belirginleşiyordu artık. Okumaya ağırlık vermesi bu döneme rastlar. Halen süregelen Basın Haber Ajansı'nı da (eski ismi Basın Tetkik ve Haber Alma Merkezi), yine bu günlerde (1960) kurmuştu. Böylece Türkiye basınını taramaya hem hayatını kazanıp hem de çok sevdiği bir işi yapmaya, gelişmeleri yakından izleyip, basın hayatının içine girmeye başlamıştı.

    Ankara 27 Mayıs öncesi kargaşayı yaşıyordu. Olaylar, Celal Bayar ve Adnan Menderes iktidarının sonunu hazırlamıştı. Üniversite gençliği sokaklara dökülmüş, herkes bir şeyler söylüyor, bir şeyler istiyordu. İster istemez Özkan da bunlardan etkilenmişti, ama onların dışında bir şey istediğinin farkındaydı. Bu isteğini henüz biçimlendirememişti. İhtilalden sonra, köylü köyüne, evli evine dönmüş, rahatsız bir durgunluk dönemi başlamıştı. Yassı Ada komedisi sürüp gidiyordu. Sonuç insanları şok etmişti.

Liseden beri tanıdığı Mukaddes de artık Ankara'daydı. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Türkoloji okuyordu. Özkan ara sıra uğrar hal hatır sorardı. O aralar bazı olaylar olmuş, Fakültenin yol geçen hanına döndüğüne dair tartışmalar Meclise kadar intikal etmişti. Okul yönetimi de yabancıların girmesini önlemek amacıyla kimlik kontrolüne baştamıştı. Bir kaç gün sonra Özkan'ı karşılarında görünce arkadaşları, şaşkınlıkla "Sen nasıl girdin içeri?" diye sorunca, O: "Kanunlar zayıfların takılıp kaldığı, güçlülerin atlayıp geçtikleri engellerdir." diyen bir fiIozofun sözünü tekrarlayarak gülmüş ve cebinden bir kimlik çıkarmıştı. Şark dilleri bölümünde artık talebe olduğunu, 'bu uyduruk hukuka ilgi duymadığını söylüyor, aynı anda iki yere birden devam ediyordu.

1963'ün 25 Mart'ında 7 yıldır tanıdığı Mukaddes Taner'le evlendi. İşIemleri yaptırmak için gittiği mahalle muhtarından evlilik konusundaki ilk tavsiyeyi almıştı: "Bu günlerde çoğunun yaptığı gibi üç gün sonra boşanacaksanız, sakın bu işe kalkışmayın, iyi düşünün. Biriniz sinirlenip bağırınca diğeriniz sussun, bunu sakın unutmayın" demişti muhtar, Özkan'ın buna cevabı: "Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin demem ben, Hayatta, kalmayı aklıma koyduğum diyardan kaçmak prensibim değildir. Hem bu deveyi güdeceğiz, hem bu diyarda duracağız emin olun." diye gülmüştü. Artık karar verilmiş, hiçbirşey engel değildi. Pek çok sıkıntının üstesinden gelmeyi göze alarak evlenmişlerdi.

 

    Sıhhiye'de o civarın tek tük kalmış, bahçe içinde eski evlerinden birini işyeri olarak kiralamış olan Özkan aynı zamanda orayı ev olarak da kullanıyordu. Kirayı çıkarmak için iki somya atıp pansiyoner almıştı. Evlenince ilk iş olarak kiracılara yol verildi. Kalan somyaların üzerlerine battaniyeler atılıp, ortalığı eve benzetmeye çalıştılar. Ajans odanın birine taşındı. Ercümend Abilerinin yanında okumaya, sanat öğrenmeye gelen akraba çocukları ve kardeşler ile birlikte kalabalık bir aile olmuşlardı. Parasız fakat mutlu günlerdi bu günler. Herşeye rağmen arzu ettikleri gibi yaşamaya çalışıyorlardı.

       Kafkas Kültür Derneği'nin düzenlediği geceye gidebilmek için evdeki yoğurt, süt kaplarını sattıklarını gülerek hatırlıyorlardı. Kültürel etkinlikler hayatının o döneminde onu çok ilgilendiriyordu. Milletlerin kültürlerini tanımak onları tanımaktır, bu da gerekli diye düşünürdü. Müslüman Türk'lere karşı olan ilgisini saklamaz.onlarla arasındaki sevgi bağını koparmak istemezdi. Bu, ırkçılıkla ilgisi olmayan farklı bir duyguydu.

         Özkan klasik zevkleri olan bir insandı. Mimaride, müzikte, giyimde, resimde, şiirde hep klasik olanı severdi. Modern tarzın ona bir şey anlatmadığını söylerdi. Çalışırken, yazarken, yolculuk ederken, derinden gelen bir müzik sesi hoşuna gitmiştir hep. Türk sanat müziği, kanun, ud ve keman taksimleri tercihiydi. Şirk koşmayan Alevi türküIerini ilgiyle dinler, onlara katılır, bu işin ustası bunlar derdi. Yahya Kemal'i beğenir, modern şiire dudak bükerdi. Dünyanın neresinden olursa olsun folk müziğini dinler, yorumlar yapardı.

Kızılderililere, Orta Asya'nın insanına ve Afrikalı yerlilere de özel bir ilgisi vardı. Hatta Afrikalı yerlilerin çocuklarına söyledikleri ninnilerin derlemesinden oluşan "Yeke Yeke" adlı parçayı, kurmayı düşündüğü televizyona fon müziği yapmaya karar bile vermişti.

Anadolu'nun sadeliğini, mimarisini sever, Safranbolu evIerinden hayranlıkla bahsederdi. Hat sanatına ilgi duyar, çok güzel hat çekerdi. İhtişam ve sadelik onun ruh dünyasında güzel bir armoniydi. Kaliteye ve seviyeye olan bağlılığı bu armoninin sonucuydu.

Hayatının 60 ve 63'lü yılları; onun geleneklerin dışında gerçekler olduğunu düşünmeye başladığı, arayışlarını derine götürdüğü yıllardı. Düşünce ve siyaset alanında adı geçen herkesle tanışıyor, tartışıyor, çıkar yollar arıyordu. Amacı İslam'ı siyasi platforma taşımaktı. Fakat kime gitse eli boş dönüyordu. O yılların önde gelen ilim adamlarından Ömer Nasuhi Bilmen ile saatlerce konuşmuş, sonuçta ondan; "Bak hukuk talebesi imişsin, çok da güzel konuşuyorsun senden iyi bir avukat olur." nasihatını alınca afallamış, oradan ayrılmıştı.

  Necip Fazıl'ın bir toplantısında bulunduğu sırada onun; "Kur'an Arapça değil, Rabçadır." diye ortaya attığı şairce söze verdiği cevap; "Rabça bir kitap insanlara bir şey anlatmaz, insanlara insanca gelen kitaplar yol gösterir." olmuştu. Bu cevabı o günlerde fikri gelişmesinin nerelerde olduğunu bize gösteriyor.

Yine bu yıllarda Hizbut-Tahrir ile tanıştı. Fikirlerini benimsedi ve çalışmalarına katıldı. Okul tavsadığı için askerlik tecilini yaptıramamış, 60 yılının Eylül'ünde Uşak'ın Karahallı köyünde öğretmen olarak göreve başlamıştı. O dönemde öğretmen azlığı sebebiyle, isteyen askerliğini böyle yapabiliyordu.

Köylülerle diyalog kurmak kolay olmamıştı. İlk zamanlar uzak durmayı tercih etmişler, yavaş yavaş yaklaşmaya, sen de bizdensin, namaz kılıyor, oruç tutuyorsun diyerek onu iftarlara davet etmeye, sevmeye başlamışlardı. Birlikte yol, su, telefon, elektrik çalışmalarını sürdürüp yaza kadar da tamamlamışlardı. Fakat Özkan bu tür yaklaşımın her zaman yarar getirdiğine inanmazdı. Böyle durumlarda Lawrence isimli keferenin entari giyip namaz kılar gözükerek, Arapların başlarına açtığı işi örnek verirdi hep.

İkinci öğretim yılını da Ankara'nın Mamak semtinde Köstence İIkokulu'nda geçirmişti. Üç aylık eğitimini de Amasya'da gördü.

Askerlik dönüşü çalışmalarına hız vermiş; geceli, gündüzlü koşturuyordu. Biryandan özel hayatındaki yanılgılara eğiliyor, İslama ters düşüp düşmediğine bakıyordu. Çalıştırdığı ajans, İsrail Sefareti ile kupür anlaşması yapmış parasını peşin almıştı. Kupürler yollanmaya başlanmış, bir iki ay kadar sürmüştü. Müslümanlar'a fiili savaş halinde olan bir devletle ticari veya başka türlü bir ilişki kurmanın haram olduğunu öğrendiği anda anlaşmayı feshetmiş, sefarete de sebebiyle birlikte bildirmişti. Ödedikleri parayı da binbir güçlükle toparlayıp geri verdi.

Diğer yandan da fikri çalışmalarına hız vermişti. Arkadaşlarıyla hazırladıkları beyannameleri bastırıp, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel'e, devlet erkanına, milletvekillerine postalıyorlar, elden dağıtıyorlardı. Hilafeti kurmanın müslümanlara farz olduğunu, kafirlerin hükümleriyle hükmedilmesinin İslama ters düştüğünü anlatıyorlardı. İsmet İnönü bunları duyunca "Biz bu fikirlerin kökünü kazımıştık, yine nereden çıktı bunlar" diye öfkelenmişti.

Ortalık karışmaya başlıyordu. Bu işleri yapanların evleri tespit ediliyor, arama ve gözaltı kararları alınıyordu. O zamanki İçişleri Bakanı Faruk Sükan başta olmak üzere Emniyet teşkilatı seferber olmuş, evleri basıp, arama yapıyorlardı. 1967'nin 10 Nisan'ıydı. Beş siyasi şube görevlisi, gece iki sularında kapıyı çalıp: "Kim o?" sorusuna "telgraf" cevabını vererek açtırmış, içeri dalmışlardı. Ortalık aydınlanana kadar arama sürmüştü. Özkan olacaklardan haberdar olduğu için evinde değildi. Gelin
diye beklemişler, nerede olabileceğini sormuşlardı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Bunu eşinden
bile    gizlemişti.    Böylece    hayatının    67'nin    10 Nisan'ından - 4 Ağustos'una kadar süren kaçaklık dönemi başlıyordu. Çalışmalarına daha sıkı bir şekilde devam ederken, hakkında çıkan söylentiler kulaktan kulağa dolaşıyordu. Sakal bırakıp, tebdili kıyafet etmiş dilenci gibi iki büklüm bastonla dolaşıp orada burada kalıyormuş perişan ve açmış gibi... Bu arada basın ateş püskürüyor, herkes ağzına geleni söylüyordu. İşin üzücü yanı ise sağ kesimi temsil eden, müslümanların okudukları gazetelerin tutumuydu. Ahmet  Kabaklı   Tercüman'daki  köşesinde   "Müslümanlar iyi bellesinler. Bilir bilmez laf eden sözde ilericiler öğrensinler, polisimiz erken davransın ki ayağa dolaşan ve muhterem Türk halkının imanını ezmeye kalkan bu suçlular derhal yakalansınlar" diyor ve Kızıl Komünistler diye damgalıyordu. 

Diğer taraftan solcu tanınan basın ise gericiler, şeriat istiyor diye aslına yakın bir teşhiste bulunuyorlardı.

Metin Toker Milliyet gazetesinde "Böyle rahat çalıştığına bakıp dernekler kanununa göre kurulmuş dernek olduğu sanılmamalıdır. Gizli bir dernek. Bugünkü    rejimimizi    beğenmiyorlar.    Hilafetin    getirilmesini ve bir din devleti kurulmasını istiyorlar. Hem de bunu bizim kriptolar gibi proleterya diktası kurulsun diyorsak, bu, silahlı ayaklanmayla kurulsun demiyoruzya... Komünistlik onu öyle söylemektirdi yerek yapmıyorlar. Açık açık ve mert mert 'kalkın ey ehli din, alın baltanızı, sopanızı, bu rejimi devirelim' diyorlar" diye olayı açıklıyordu.

Onlar  ise   hiç   bir  şeye   aldırış   etmeden   gidebildikleri yere kadar gitmeyi amaçlamışlardı, Kızılay Menekşe sokakta tuttukları bir çatı katında kalıyorlar, gündüz planlar yapıp, gece toplantılara gidip ders vermeyi sürdürüyorlardı. Dışarı  çıkarken şapka, koyu renk gözlük takıyorlar, tedbirli davranmayı ihmal etmiyorlardı.

Birbirini tanımayan iki arkadaşlarından biri sabah diğeri akşam uğrayıp dışarıyla irtibatlarını sağlıyor, alış verişlerini yapıyorlardı. Özkan binadan çıktığı bir gün emniyet mensubu bir üst görevlinin de oradan çıkıp işe gitmek üzere, bekleyen jipe bindiğini görmüş kendiIeri için geldiğini zannedip şüphelenmişti. Daha sonra onun da aynı binada oturduğunu öğrendi.

Buarada becerisine güvendikleri bir arkadaşlarını İstanbul'a Necip Fazıl'la görüşmeye gönderdiler. O günlerde çıkan Büyük Doğu Mecmuasından olumlu sinyallar almışlardı. Bunun üzerine böyle bir girişimde bulundular. İki günlük bir görüşmeden sonra Üstad kabul etmiş ve uçakla Ankara'ya gelmişterdi.

Hava alanından bir taksiye bindiler. Kızılay'da bir başkasına binmek için indiklerinde tesadüfen yanlarına gelen taksinin şoförü komşuoğlu çıktı. Biraz ileride inip bir başkasına bindiler. Ne gariptir ki o da tanıdık idi. Usta şair bu tesadüfleri örgütün iyi çalıştığına yorarak etkilenmişti. Nihayet Maltepe Camiinin yanında bir yerde buluştular, konuştular kazmayı aynı yere vuruyorlardı. Fakat Özkan ve arkadaşları finans konusunu en geri plana atmışlar işin içine bu konuyu sokmamayı prensip edinmişterdi. Necip Fazıl ise Büyük Doğuyu günlük çıkartalım ve davaya destek verelim diyordu. Ama iki tarafta da bunu yapacak maddi olanak yoktu. İşe para karıştırmamaya da özelIikle dikkat ediyorlardı.

Bir ara misafir ev sahiplerine sordu: "Bu işi nasıl başarıyorsunuz, karakola çaycılık mı yapıyorsunuz?" diye. Özkan da "aynen öyle" demişti. Bu davaya nefer olmayı kabul ettiğini söyleyerek ayrılmıştı oradan Necip Fazıl. Bu ilişki güzel başladı fakat arkasını getiremediler. Orada noktalandı.

Bu arada Özkan evine uğramayı ihmal etmiyordu. Gece yarısından sonra gelir, bazan gündüz de kalırdı. Çocuklarını ihmal etmemeye çalışıyordu. Büyük kızına konuşur diye görünmezdi, onun küçüğü Ömer'le oyunlar oynardı. Böyle günlerden birinde kapıya gelen bir jip    dolusu    sivil polis ne hikmetse içeride   olmadığına kanaat getirip geri dönmüşlerdi. Buna    benzer olaylar yaşanıyor, tevkifler, soruşturmalar,      baskılar sürüyordu. Özkan'ın eşi,  talebe olan kız ve erkek kardeşi ile birlikte    oturuyor, çocuklarını büyütmeye çalışıyordu.

1967 4 Ağustos'unda yakalandığında  Özkan Verimli Matbaasındaydı, içeri iki sivil polis girdi. Birisi Özkan'ı okuldan tanıyordu. Karşısına geçip kimlik istedir. Bu arada cebinden bir resim çıktı. Polislerden birisi resmi eline alıp; "Bu eşiniz Mukaddes, bu oğlunuz Ömer, bu da kızınız Ayşe değil mi?"deyince, "Evet ben de Ercümend Özkan'ım" demişti. "Bizimle emniyete geliyorsunuz" dedikleri zaman kendileri gözaltına aldıkları adamdan daha telaşlıydılar. Telsizler çalışıyor, polisler, jipler, bir paniktir gidiyordu. Yakaladıkları   zaman    derisinden   ayakkabı   yapacaklarını söyleyenler, kenarda durup gelişini seyrediyorlardı. Özkan ise heyecanını belli etmemeye çalışarak içinden Allah'a yalvarıyor, dua ediyordu; "Ben önemli değilim Yarabbi, dava senin davan, onu bunların eline bırakma sen koru." Nitekim de öyle oldu. Allah yardımını esirgemedi, ona güç ve dirayet verdi.   Sorgular sırasında  asla  takiyye yapmadı. Çünkü hayatı boyunca buna inanmadı, ne ise öyle görünmeyi tercih etti. "Ben Müslümanların İslamla yönetilmeleri gerektiğine inanıyorum. Başınızın üzerindeki çatı çatırdıyor, vakit varken altından kaçın" diyordu. Bir haftalık gözaltından sonra tutuklanıp Ankara cezaevine gönderildi. Burada da yakasını bırakmıyorlar, ziyaretçi konuşmalarını dinliyorlar, bir kişinin zor girebileceği görüş odalarında tellerin ve camların  arkasından  görüştürdükleri yakınlarının aksine, daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Dr. Lütfi Doğan'la, açtıkları oldukça büyük, ışıklı ve yüzyüze sayılabilecek rahatlıkta bir odada görüşme ayarlıyorlardı. Dertlerinin ne olduğunu sorularından anlamak zor değildi. Bu zat Özkan'a dışarıdayken kıymetini bilemediklerini, kimler varsa söylemesini, onlarla irtibat kurup çalışmaları sürdüreceklerini söylüyordu.  Özkan treni kaçırdıklarını,  dışarıda kimsenin kalmadığını söyleyerek kestirip atmıştı. Boş duramıyor bir şeyler yapmak istiyordu. Cezaevine gelen savcıdan daktilosunu içeri almalarını, yazı yazmak ve yayınlatmak istediğini söyleyerek izin istediğinde "Biz seni fikirlerinle hapsettik, onları kimseye duyuramayasın diye buradasın, olmaz öyle şey" cevabını almıştı. Buna benzer bir kaç anıyı anlatmadan geçemiyeceğim. Bir gün bir garip  kişinin yanlarına gelip kendilerini Hıristiyan olmaya davet ettiğini onun aksanıyla anlattır gülerdi Özkan. Bu zat Yehova Şahidi imiş.   Önüne geleni yakalayıp hıristiyan olmaya ikna etmeye uğraşıyormuş. Bir seferinde hapishaneyi gezen savcıyı yakalayıp konuşmaya başlamış. Savcı elinin tersiyle itekleyip, "Git be adam, gül gibi dinimiz dururken Hıristiyan mı olalım şimdi, ne demek istiyorsun" deyince, Özkan fırsatı ganimet bilip; "Dinimizin gül gibi olduğunu söyleyenleri de içeri tıkıyorsunuz" demiş. Savcı şöyle dönüp bir bakmış ve yürüyüp gitmişti. Daha sonra birkaç genç talebesiyle birlikte, Mihri Belli de içeri girdi. Birlikte oturup kalkıp tartışıyorlardı. Mihri Bey gençlerin etkilendiğini görünce içlerinden birisine: "Ben seni alevilikten vaz geçirene kadar ne çektim, şimdi de bunlara mı kaptıracağım." diye çıkışıp, Özkan ve arkadaşlarıyla konuşup tartışmalarını yasaklamıştı. Mihri Belli, eşi Sevim Tan ve birkaç arkadaşı eski komünistlerdendi. Hala revaçta olduklarını ziyaretçileri gösteriyordu. Genç üniversite talebeleri kollarının altında kitapları, Cumhuriyet gazetesi ellerinde hapishane koridorlarını dolduruyorlar, baştarı yukarıda, müthiş bir hava içinde dolaşıyorlardı. Sevim Hanım gelir gelmez koşuşturup arabasını çevirip getirdiklerini taşımak için yarışıyorlar, sevgi ve saygı gösterisi yapıyorlardı.

Özkan ve arkadaşları siyasi koğuşta değil, dokuzuncu koğuş diye anılan, azılıların, katillerin, müebbetlerin koğuşunda kalıyorlardı. Aralarında hastalığın üçüncü devresinde olan veremli bir mahkum da vardı. Sobalar özellikle tüttürülüyor, linyit dumanı insanları yavaş yavaş zehirliyordu. Elleri, yüzleri şiş ve ölümü hatırlatan sarı bir renk almıştı. Ailesi ise dışarıda izole edilmiş durumdaydı. Akrabaları dahi selam vermeye korkar olmuştu. Anne, baba ve kardeşleri dışındakilerle yabancılaşmışlardı. Bir gün Özkan'ı ziyarete gelen eşi, onun bir akrabasıyla karşılaştı koridorda. O da birbaşkasını ziyarete gelmişti. Çekinerek yaklaştı ve hatır sorup ilgilenemedikleri için özür diliyor ve böyle olması gerektiğini söylüyordu.

Bu sırada ortalıkta gövde gösterisi yapan Belli'nin ziyaretçilerini göstererek "Bunlar için niye böyle olmuyor" sorusuna "Onların arkasında basın var" cevabını alan Özkan'ın eşi "Bunların arkalarında da Allah var." demiş ve yürümüştü.

Mahkeme devam ediyor dışarıda ise o güne kadar yaşananlardan farklı şeyler oluyordu. Tesettür diye şu anda tanıdığımız kavram o zaman bugünkü anlamı taşımıyordu. Bazı genç hanımların başlarında küçücük eşarplar bağlıydı, Önden kahküller çıkıyor veya saçın bir kısmı boyun, boğaz gözüküyordu. Moda otoriteleri güzel ve zevkli eşarpların kıyafeti tamamlayıcı olduğuna dair tavsiyelerde bulunuyorlardı yani eşarp gençlerde bir süs aracı, kah başa bağlanan kah omuza alınan bir aksesuardı. Tesettür maksadıyla sadece bazı yaşlı hanımların başlarında kalmış, o hanımlar gibi yaşlı, soluk, siyah ve yorgundu. Başlarında taşıyanlar bile örtünün sadece kendilerine gerektiğini, gençlerde güzel durmayacağını düşünür olduklarından tavsiyeden bile vazgeçmişlerdi. İslam gibi onlara da kendilerinin geride kaldıkları hissettirilmiş, inandırılmıştı, tıpkı hac olayında olduğu gibi din ve ibadet yaşlanmış dünyadan elini eteğini çekmiş insanlara gerekli hale getirilmişti. İnsanlar bu işe öyle programlandırılmışlardı ki başımızda örtü varsa okuma, yazma bilmediğimiz ortaya çıkar hale gelmişti. Bir gün Özkan'ların kapısını çalan posta müvezzii elindeki kağıdı uzatarak Mukaddes Hanıma soruyordu: "Adını yazmayı biliyon mu; yosa barnak mı basacan" diye, O da gülerek adını yazınca nasıl olur anlamında bir bakışla bakmış ve gitmişti. Hanımlar, cehaletin kimliği haline gelen başörtüsünden adeta tiksiniyorlardı.

1967-68 yılları tesettürün bilinçli bir şekilde gündeme geldiği yıllardı yani dinamit koca kayaların altına yerleştirilmiş ve ateşlenmişti artık. Savcı Bey biz seni buraya fikirlerinle hapsettik desin dursundu.

Hatice Babacan isimli bir hanım kız 1967-68 ders yılında başörtüsüyle Ankara İlahiyatta derse alınmayınca olaylar olmuş, talebeler de erkekli kızlı direnişlere, eylemlere başlamıştı faküttede. Bahçeye çadırlar kurulmuş açlık grevleri yapılıyor, başörtüsünün kabul görmesi için olağanüstü bir çaba sarfediliyordu. Bu arada yazılar ve konferanslarıyla Şule Yüksel eylemlere destek vermeye çalışıyordu. Artık alınlara inen eşarplar ensede bağlanıyor, böyle yapan genç hanımlara "Şuleci" deniyordu. Bu kılıkta sokaktaysanız insanlar durup sizi seyrediyor, ya "Şuleci", ya "İlahiyat talebesi" diyorlardı.

O günlerde Özkan'ları ziyarete gelen komşu lise mezunu bir yüzbaşı hanımıydı. Sehpanın üzerinde duran "İslam'da Ekonomi" isimli kitabı görünce şaşırıp sormuştu: "İslam'ın ekonomisi de mi varmış" omuz silkip dudak bükerek "O bir din değil mi" demişti. Bu da aydın sayılabilecek insanların ne durumda olduğunu gösteriyordu o yıllarda.

Eşini ziyarete gittiğinde Mukaddes Hanım'a orada bekleyen, orta yaşlı halktan iki hanım: "Sen kimi görmeye geldin yavrum" deyip, "Eşimi" cevabını alınca, niye yattığını sordular. O da "İsIamcılıktan" dedi. Birisi o neymiş diye sordu. Şeriatçılık cevabına, diğeri yorum getirdi: "İlk müslümanlığın hası O" diye, Sonra dönüp sorguladıklarına acıyarak baktılar ve "Yavrum kocamış adama niye vardın" dediler. Ziyaret saati gelmiş Mukaddes Hanım gülerek yürümüş ve Özkan'a anlatmıştı olayı, O da "Allah Allah" deyip gülmüştü. Kaba hatlarıyla o günkü manzara buydu. Din gençlere göre değildi. Bir insan böyle bir şeyi yaşıyorsa ömrünün sonuna gelmiş demekti bu.

Ankara I. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava 13 ay devam etti. Mahkemede "101 yıl ömrüm olsa siz de 100 yıI ceza verseniz kalan bir yılda yine bu iş için çalışacağım" demişti. Sonunda dört yıl ağır hapsine, ömür boyu kamu hizmetlerinden memnuiyetine, 2 sene Bingöl'de ikametine, diye şok bir karar çıkmıştı. Kendisi bu sonuca neyin sebep olduğunu tesadüfen öğrenmişti. Heyet karar odasına geçmiş, Özkan da sigara içmek için, Jandarmaların nezaretinde salondan dışarı çıkmıştı. Bu arada karar odasına arka kapıdan beş kişinin girdiğini görmüş ve MİT’ten geldiklerini öğrenmişti. Daha sonra "Bu kadar değildi bu suçun cezası, böyle yapmak zorunda kaldık" demişti Reis. Pazar günü hapishaneye döndüğünde çektirdiği resim ve arkasına aldığı notlar şöyleydi:

Kararın ertesi günü ziyarete giden yakınları onu nasıl teselli edeceklerini düşünürken, o onları teselli etmiş, güler yüzle karşılayıp uğurlamıştı. Tam o sırada Mihri Belli tahliye olmuş, oradan geçiyordu. "Geçmiş olsun, imanlı adama dokunmaz çabuk geçer" diyordu. Ondaki imanın gücünü o bile farketmişti.

Karardan birkaç gün sonra ansızın Çamlıdere Hapishanesi'ne gideceğini öğrenmiş, rica minnet jandarmaları razı edip, on dakikalığına evine uğrayabilmişti. Eve uğramasaydı, onun nerede olduğunu öğrenene kadar da epey uğraşacaktı ailesi. Böyle bir bayram ziyareti olayı yaşanmıştı çünkü, Ramazan ve Kurban Bayramlarında mahkumlar yakınlarıyla, büyük bir salonda yüzyüze görüştürülüyordu. Özkan'ın ailesi yemekleriyle, tatlılarıyla ve sevinçleriyle ceza evine gelmişter, fakat onu bulamamışlardı. Tam bayram sabahı koğuşu değişmiş ve hiç kimseye de yerini bildirmemişlerdi. Ziyarete gelenler elleri boş, yorgun eve dönmüşlerdi.

Çamlıdere'de oldukça rahatlamıştı. Ailesiyle yüzyüze görüşebiliyor, çocuklarını kucaklayabiliyordu. Burası Ankara'nın yakınında yeşillikler içinde, küçük bir kazaydı. Cezaevi sorumlularıyla olumlu ilişkiler kurmuştu, savcıdan malzeme istemiş mahkumlarla birlikte ping pong masası yapmışlardı. Böylece spor yapma olanakları olmuştu. 

Daha sonra kendi isteği üzerine Mucur cezaevine nakledildi. Rahat edeceğini zannetmişti, fakat tam tersi üzerinde müthiş bir baskı hissetti.

Orada da düzenini kurdu, mahkumların bir kısmıyla cemaat olup namaz kılıyorlardı, bu sayı her gün artıyordu. Çocukluktan beri birbirlerini tanıdıkları "yaramaz" lakaplı Mete de oradaydı ve huzur kaçırmaya başlamıştı. Cemaat namaza durunca radyoyu sonuna kadar açıyor, tuhaflıklarını sürdürüyordu. Mahkumlar arasında huzursuzluk başlamıştı. Gardiyan Mehmet ikisini odasına çağırıp kozunuzu burada paylaşın dediğinde Mete'nin dersini alacağını biliyordu. Daha sonraları jandarma ve gardiyanlardan oluşan bir grup da aralarına katıldı, kalabalık bir cemaat olmuşlardı, Özkan da imamlık yapıyordu. Bir şeylerden rahatsız olanlar çıkmış hiç kilitlenmeyen oda kapıları kilitlenmeye başlamış, baskı daha da artmıştı. "Bu adam şeriatı da getirir, devlet de kurar, bunu buradan alın" diye şikayette bulunan savcının şikayeti gözönüne alınarak Adana cezaevine nakli kararlaştırılmıştı. Bu sebepIe 9 Mart 1969 tarihinde yakınlarıyla vedalaşarak jandarma nezaretinde Adana yollarına düşmüştü. Her olumsuzlukta olumlu bir yan görerek mutlu olmayı çok iyi becerirdi. Daha sonra eşine yazdığı bir mektupta, Adana 'ya yaklaştıkça bahar günlerindeki kadar güzel bir havayla karşılaştığını, doya doya içine çektiğini, açmaya başlayan çiçekleri, güneşin kemiklerini ısıttığını anlatırken, kelepçelerin verdiği sıkıntıdan bahsetmiyordu. Seyahat etmeyi çok sevdiğini söylerdi hep. Adana mapushanesinde zorlu günler geçmişti. (Hapishanelere mapushane diyerek olayı daha bir rahatlatırdı, espri katardı.)

Adana'dan sonra İmroz yarı açık cezaevinde geri kalan mahkumiyetini tamamladı, 24 Ağustos 1969  4 Nisan 1970. İmroz Rumlarla Türklerin birlikte yaşadıkları Ege Denizi'nde bir ada. Adanın bir bölümü cezaevine ayrılmış. Mahkumlar serbest dolaşıyorlar, işyerlerinde çalışıyorlardı. Bir miktar da zeytin yetiştiği için mahkumların çalıştırdıkları bir zeytinyağı fabrikası vardı. Özkan orada zeytin taşımaktan, yağ çıkartmaya kadar her işte çalışmıştı. Boş zamanlarında balık tutar dolaşırdı. Deniz kenarında oturup düşünürdü. İşin sonuna yaklaşmış, özgürlük denen kavramın ne getirip ne götüreceğini, hesaplarını yapardı. Nihayet o gün gelmiş 1970 yılının 4 Nisanı'nda hayatının (kendi deyimiyle) mapushane sonrası dönemi başlamıştı. Ailesinin yanında kalan eşini ve çocuklarını alarak Ankara'ya geldi. İşe nereden başlayacağını bilemiyordu. Bingöl'e iki yıl sürgünü vardı. Orada ne yapacak  ailesini  nasıl  geçindirecek  bunları   düşünürken talebeliğini sebep gösteren bir dilekçeyle müracaat etmesini ve sürgün cezasını Ankara'ya aldırmasını önermişti birisi. O birisinin kim olduğu da garip bir rastlantıydı.   Dört yıl ceza  veren mahkemenin Ağır Ceza Reisi emekli olmuş, avukatlık yapıyordu ve bu yolu Özkan'a o göstermişti. Böylece talebelik sürgünle beraber yürümeye başlamıştı. İki yıl Ankara'nın dışına çıkmadan hergün saat 5'te karakola gidip imza atarak geçti.

Bu arada işini toparlarken çalışmalarına nereden ve nasıl başlayacağının hesaplarını yapıyordu, Namaz kılmak için girdiği camilerde gümüş yüzük takan birisini kendine daha yakın bulup tebliğini yaptığını onun da buna olumlu baktığını anlatırsak işe ne kadar sıfırdan başladığını göstermiş oluruz sanırım. Kardeşine bıraktığı Basın Haber Ajansı'nı Kızılay'da borç harç devraldığı bir büroya taşımıştı. Herşey yoluna giriyor gibi görünüyordu. Normal sayılabilecek bir yaşam başlamıştı. Artık müslümanların gidip geldikleri yerlere uğruyor, onlarla tanışıyor, düşüncelerini anlatıyor ve ev toplantılarına katılıyordu.

Devamlı okuyor, bunu ailesiyle birlikteyken yapıyor, onlara da zaman ayırmaya çalışıyor, çocuklarını çok seviyordu. Üç kız, iki erkek çocuk babası olmuştu. Bakkala gitmesi gerekse birini omzuna, diğerini de kucağına alıp yürüyebilenin de elinden tutar, öyle giderdi. Kitap okurken de çoğunlukla bu böyle idi, okurken yazarken, çalışırken tenha yer aramazdı. Bu ortamı çok sevdiğini, ailesiyle olmaktan mutlu olduğunu söylerdi. Birlikte pazara giderler, seyahate çıkarlar, kırlarda dolaşmayı severlerdi. Ailesi ve okuma tutkusu onun için vazgeçilmezdi. Onlar için herşeyi yapardı; davası ise hayatıydı, ona kendini adamıştı, onun önüne hiçbirşey geçemiyordu.' Hissetirmeden sürdürüyordu bu düzeni. Mutfağa girmekten yemek yapmaktan hoşlanır, yaptığını da gerçekten güzel yapardı. Bitmeyen bir enerjisi vardı. "Elimden gelse gece uyumadan yaşarım, 24 saat bana yetmiyor" diye yakınırdı.

  Anlayana sözün en güzelini söylerdi. Bir gün bir aile fotoğrafı çekerken kardeşinin eşinin elbisesinin kollarının sıvalı olduğunu görünce makinayı indirip, gülerek "Bizim makina çemili kolları çekmiyor" diye hatırlatmıştı. Boş şakalar yapmazdı. Meramını çoğunlukla şakaya katarak anlatmayı yeğlerdi, bunu da çokça yapardı. Ne alırsa beyaz ve beyaza yakın renklerde seçerdi, beyaz renge ve şeffaflığından dolayı cam eşyaya ilgisi fazlaydı. Bu da onun anlaşılır ve karanlık olmayan, herşeyiyle ortada olan bir kişiliğe sahip olduğunun göstergesiydi. Gizemli olmayı sevmezdi. Bir şeyin doğru olduğuna inandığı zaman kim ne derse desin aldırmaz, sahiplenir savunurdu.

Bir gün oldukça kalabalık bir salonda konuşma yapmış çıkıyordu. Önüne geçip "İyisin hoşsun da bu gravat neyin nesi, söylediğin şeylerle bağdaşmıyor" diyenlere: "Sizler gravatla da müslüman olunacağını öğreninceye kadar takmaya devam edeceğim" cevabını vermişti. Sözünü içinden geldiği gibi söylerdi, asla evirip çevirmezdi. Bu yüzden de dokuz köyden kovulma şanssızlığına uğramıştı.

Artık işler iyi gidiyordu. Sıkıntılı günler arkada kalmıştı. Bu arada milletvekili olması için teklifler alıyor, bunlara da sadece gülüyordu. Beğenilerine uygun döşedikleri bir dairede oturuyorlardı. Her ne kadar Sabancı'nın köşkünden daha lüks diye söylentiler dolaşıyorsa da, dört odalı kirayla tutulmuş bir apartman katından başka bir şey değildi burası. Zevkle seçilmiş birkaç parça eşyayı da taksitle alnıştı. Bütün bu söylentiler nereden çıkıyordu akıl alır gibi değildi.

1974 yılında İstanbul'da "Interpress" adı altında kırk yıldır çalışan bir küpür derleme bürosunu devralıp, Kabataş'ta çalıştırmaya başlamıştı. İstanbul ile de böylece yaklaşılmış, oradaki fikri çalışmalara da başlanmıştı. Bütün bunlar olurken hala yurt dışına çıkma yasağı sürüyor, hacca gitmek istiyor, fakat gidemiyordu. O yıllarda Milli Selamet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi koalisyon hükümeti ile devleti yönetiyorlardı. Özkan sitemlerini sürdürüyor, Adalet Bakanlığı'nı ellerinde tutan MSP'ye bu konuda diğerlerini aratmadıklarına dair haberler yolluyordu. Müracaat ettiği halde pasaport alamıyordu. Son hacı kafilesi de gitmiş, Özkan da ümidini kesmişti. Bu günlerde sabah namazını kılmak için gittiği camiden neşeyle döndü. Namazdan sonra apartman komşusu MSP'nin İstanbul Senatörü Ali Bey'i görmüş, hac için pasaport alabileceklerini öğrenmişti. Alelacele hazırlıklar yapıldı ve partilileri götüren son uçakla yola çıktılar. Haca bile gözetim altında gidip gelmişti.

Zaman hızla geçiyor, yetişkin çocuk babası olmanın sorumluluğu da artıyordu. Büyüyenler dikkatleri üzerlerinde topluyor ve yapıp ettiklerinin faturası babaya çıkıyordu. Ziyaretine gelenlerden birisi kızına arasıra verdiği arabanın hesabını sorarcasına: "Kızının altına vermişsin Amerikan arabasını bu nasıl müslümanlıktır" deyince ona: "Ne yapalım yani Hz. Ayşe de deveye biniyordu, deve mi getirtelim?" diyerek, bunun İslam'a neresi ters, demişti.

Ona acımasız diyenlere şunu anlatmadan geçemeyeceğim. İnsanların acılarına karşı son derece duyarlıydı. Bir gün küçük kızını hastaneye götürmüştü. Doktor kan almaya uğraşıyor, bir türlü beceremiyordu. Özkan dayanamadı sapsarı kesilmiş ve dışarı çıkmıştı. Bu hassasiyeti sadece yakınlarına değil bütün canlılara karşı vardı. İnsanları çok sevdiğini söyler, acı çekenleri duyduğu, gördüğü zaman aynı acıyı onlarla beraber yaşadığını yüzüne bakan anlardı. Allah'ın emri olmasa kurban kesmeye bile razı olmazdı.

Sertliğinden yakınanlara; kasabın sevdiği deriyi yere çaldığını söyler, bazen istediğini anlatmanın yolunun sarsmak olduğunu savunurdu.

1979 yılı MüsIümanların İran Devrimi'yle heyecanlanıp, gururlandıkları yıl oldu. Devrim sadece müsIümanları değil devrim fikrini benimseyen her kesimi dalgalandırmış solcu militanlardan bile İslamcılar çıkmıştı. Kimisini derinden etkilemiş, kimisini yalayıp geçmişti. Olayı gerçek anlamıyla kavrayanlar İsIam'ın bilincine erdiler, diğerleri ise zaman içinde eriyip gittiler.

İran'da böyle bir devrimin gerçekleşmesi bütün dünyada süpriz olmuştu. İsIam'ın siyasi yüzüyle ortaya çıkması aklı başında müslümanları gururlandırmış, umutlandırmıştı. Özkan da aynı duyguları paylaşmış, defalarca İran'a gidip gelmiş, herşeyi yerinde görüp tanımak istemişti. Humeyni'nin siyasi basiretini gönülden destekledi. Bir derginin "İran, rejimini bize ihraç mı ediyor?" sorusuna "Niye olmasın Amerika kilometrelerce uzaktan bu işleri yapıyor da, burnumuzun dibindeki İran niye yapmasın?" demiş bu söz kapak olmuştu.

Türkiye'de 1980 12 Eylül harekatı olmuş, Evren ve arkadaşları devleti yönetmeye çabalıyorlar, demokrasiyi ameliyata almışlar, temelli komaya sokmuşlardı, Kendi deyimiyle Özkan bu zemheri soğuğunda yıllardır kafasında hazır tuttuğu İktibas dergisini 1981 yılının Ocak ayında yayına soktu. . Dergi onun konuya ilgi duyanlarla iletişimini sağladı. Bu yedi yıl kesintisiz on beş günde bir çıkmaya devam etti. Aboneler az sayılmazdı, fakat ne hikmetse çoğunluk para ödemeye üşeniyordu. Bayilerde ise alacaklar takılıp kalmıştı. Sık sık bunu hatırlatan yazıklar yazılmasına rağmen kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Böylece derginin maddi yükü de onun üzerine binmişti. "İktibas benim yan giderimdir" diyerek işi kolaylaştırmaya çalışıyor, tek okunsun, yararlanılsın düşüncesiyle para yollamayanların dergilerini kesmiyordu. Dağıtım şirketleri nedendir bilinmez İktibas'ın dağıtımını almıyorlardı. İlk çıktığı yıllarda bir şirketle anlaşma yapılmıştı. İktibas dokuz bin satıyordu. Daha sonra dağıtamayacaklarını söylediler. Bu bir yıl bile sürmemişti. Özkan işin peşini bırakmadı, bu baskının yukarıdan geldiğini öğrendi. Mecburen abone sistemine geçildi.

Artık sivil yönetime  geçilmişti.   Özkan'a   "milletvekili" olması için teklifler gelmeye başlamıştı yine. Fakat O her zaman olduğu gibi bunlara kulak asmıyor,   çabalarını   inançları   doğrultusunda   sürdürüyordu. Sonuç olarak da sorgulamalar, gözaltıları eksik olmuyordu.

1982 yılının Ocak ayında Isparta'da bazı tutuklamalar olmuştu.  İz sürerek bu işi Ercümend Özkan'a kadar getirdiler. Eve gelen bir kaç görevli, kitaplara şöyle bir gözatıp birlikte kahve içtikleri Özkan'ı, bir kaç şey soracaklarını söyleyerek yazı masasının başından alıp gittiler. Gidiş o gidiş; evini elli bir gün sonra görebildi ancak. bir hafta neler olduğuna dair hiç haber alamadan bekledi yakınları, Isparta'ya gidip geliyorlar, fakat haber alamıyorlardı.

O ise Emniyet binasının bodrum katında, beton üzerinde aç ve susuz bir halde yaşam savaşı veriyordu. GözIerini bağlayarak götürüp sorguluyorlardı. Dışarıda ısı 18 dereceye kadar düşmüştü, oturmak ve yatmak için sadece beton zemin vardı. O günleri anlatırken: "Allah'tan sabır istedim, ne acıktım ne de susadım, sadece namaz kıldım, karanlıkta sabah mı akşam mı, onu bile ayırdedemiyordum, kaç gündür orada olduğumun farkında bile değildim." diyordu.

Daha sonra cezaevine alındı. Gardiyan "Sağcı mısın, solcu musun" diye sormuş, "Hiç biri değilim, müslümanım" cevabına şaşırmış, "Namaz kılıyor musun?" diye sorusunu yinelemiş ve Özkan'ı namaz kılanlar koğuşuna ayırmıştı. 51 gün yattı ve ilk mahkemeden sonra tahliye oldu.

Bundan bir buçuk yıl sonra 2 Ekim 1985'te Ankara siyasi şubede tekrar gözaltına alındı. Sebep derginin yazarı Mehmet Çoban'ın biryazısı idi. "Yolumuzdaki Esaslar" adını taşıyan bu yazı özetle İslam'ın bir bütün olduğunu, müslümanın bu bütünü kabul etmek zorunda olduğunu, kanun koyucunun Allah olduğunu anlatıyordu.

14 günlük gözaltından sonra çıktıkları Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde altışar yıl üçer ay ağır hapis cezası aldılar. Özkan sorumlu yayın müdürü olduğu için cezası paraya çevrildi. Derginin 105. sayısı da toplatıldı.

   Bu arada Özkan ticari bir hata yaparak yüklü taksitlerle bir ScanText dizgi makinası aldı. Evdeki hesap çarşıya uymadı, makina iş yapmadı, daha doğrusu yaptığı iş çok kaliteli fakat pahalıydı, piyasaya hitap etmiyordu. O güne kadar neleri varsa satıp savmış makinanın taksitlerini ödemeye çalışıyordu. Bu da diğer sıkıntıların üzerine tuz biber olmuş ve sağlığı bozulmuştu. 1987 Ağustosu hafif bir felç geçirmişti. Hastalığı hafif olmasına ragmen tedavi onu ruhsal komaya sokmuştu. Bu yüzden ikiyıla yakın birzaman İktibas'ın yayınına ara verildi.

Bazı çevrelerde şeyhlere dil uzattığı için çarpıldığı söyleniyordu. Özkan ise "Beni ne yapacaklar, öyle marifetleri varsa Amerikadakileri, Rusyadakileri, başımızdakileri çarpsınlar da kurtulalım" diye bütün bunları başını sallayıp acı acı gülüyordu.

Sağlığında bir düzelme başladığı zaman ilk düşündüğü derginin durumuydu. Parasal gücü bunu kaldıracak gibi değildi. Fikri benimseyenlerin maddi ve manevi destekleriyle İktibas 1989 Kasımı'nda tekrar yayına girdi. Eskiden olduğu gibi tashihlerini, mizanpajını yapıyor, yorumları, kavramları, okuyucu mektuplarına cevapları yazıyordu. Gönüllü yardımcıları vardı artık. Son zamanlarda dağıtımı da bir şirket tarafından yapılıyordu. Fakat maddi yükü hala omuzlarını çökertiyordu. Çoğunlukla matbaaya kendi götürüyor, postalanmasına yardım ediyordu. Nereye giderse gitsin, yurtdışına bile, daktilosunu taşır, yazdığı yazıları fakslardı.

1990 23 Eylül, bir pazar günü daktilosunun başında iken göğsünde başlayan ağrı sol koluna yayılarak artmaya başladı. Dayanılmaz hale gelince evine yakın olan Gülhane Askeri Tıp Merkezi'nin acil servisine zor yetiştiler. Doktorlar kalp krizi geçirdiğini söyleyerek hemen yoğun bakıma aldılar. On gün kadar hastanede yattı. Biraz düzelmeye başladığında kimi bulsa İslam'ı anlatmaya, ziyaretçilerini kabule başlamıştı. Yasaklamalarına rağmen namazını kılıyor, önüne gelenle konuşuyordu. O'na bakan asistan doktor, Ercümend Özkan olduğunu anlayınca, ezilerek dergiyi okuduğunu, fakat abone borcunu gönderemediğini söyleyince karşılıklı gülmüşlerdi. Özkan "artık seni buldum, elimden kurtulamazsın" diyordu. O'nu en mutlu eden şey İktibasın okunduğuna ve etki yaptığına dair aldığı haberlerdi. Hastanede on gün kaldıktan sonra eve döndü. Kısa bir istirahat döneminden sonra işinin başına dönmüştü. Artık dinlenmeli, sigarayı bırakmalıydı. Fakat o durup dinlenecek yapıda birisi değildi. Sık sık ritim bozukluğu sebebiyle hastaneye gitmek zorunda kalıyordu. Arıza geçince de "Bomba gibiyim" diyerek bıraktığı yerden devam ediyordu.

Almanya'da ve Hollanda'da kamplar düzenleniyor, herşeye rağmen katılıyor, insanlarla yüzyüze konuşmayı, yanlarına gidip yakından tanımaya ve kendini tanıtmayı yeğliyordu. Sağlığı günden güne bozuluyordu, sık sık ağrılarından yakınmaya başlamıştı. Gece yarıları hastaneye yetişmek zorunda kalıyorlardı. 93'ün Mart ayında ikinci krizin eşiğinden döndü. İbni Sina Hastanesi'nin kardiyoloji böIümünde on gün kadar yattı. Bu on günün ilk haftası çok sıkıntılı geçmişti. Böyle geçen bir gecenin sabahında kimseye haber vermeden anjiyoya almak zorunda kalmışlardı. Sonuçta; tıkalı damarlar ve baypass'a dayanamayacak kadar yorgun bir kalp çıkmıştı ortaya. İlaç tedavisiyle gittiği yere kadar gider, yapacak bir şey yok, demişlerdi. Her hastane çıkışından sonra O, temposunu daha da arttırıyor, sanki yapacağı şeyleri, anlatmak istediklerini yetiştiremeyeçekmiş gibi bir duyguyla hareket ediyordu. 1994'ün/Ocak ayında Ankara Trafik Hastanesinde bir ay yattı. Sıkıntılı geçen ilkgünleri atlattıktan sonra oraya da düzenini kurdu, daktilosunu getirtmiş, yazılarını yazmaya başlamıştı. Günlük gazeteler geliyor, hergün okunuyor, yazılar seçiliyordu. Ziyaretçilerin ardı arkası kesilmiyor hepsiyle görüşüyordu. Personelle, doktorlarla, hastalarla arası gayet iyiydi. Hastaneye adeta bir aile sıcaklığı getirmişti. Bir gece çok rahatsızlanmış evine telefon edip ailesini çağırmışlar, onlar apar topar gittiklerinde doktorlar, hemşireler başına toplanmışlar telaş içindeydiler. Özkan'ın rengi bembeyaz, alnı terliyor, konuşamıyordu. O günden sonra eşi de yanında kalmaya başladı. Sıkıntılı bir gece geçirmiş, sabaha kadar ara ara oksijen vermek zorunda kalmışlardı. Oradakilere "Biz buraya iyi olalım diye geldik, öldürün diye değil. Ben yaşamak istiyorum." diye kızıyordu. Bu arada da Allah'a kendisine biraz daha zaman vermesi, daha yapacak Çok şeyi olduğunu söyleyerek dua ediyordu. Böyle zamanlarda bile namazını geçirmiyor teyemmüm ederek göz ucuyla kılıyordu.

Ramazan bitmiş, bayram gelmişti. O bayramı, hastanede geçirmek zorunda kaldılar. Bu arada ilginç iki ziyaretçi hanım dolaşıyordu ortalıkta. Ellerinde çikolata kutuları hal hatır sorup, Refah Partisi'nin bayram tebriklerini sunarak çikolata ikram ediyorlardı. Hemşirelerin yanına gidip attığınız her adıma bin sevap yazılıyor, ne mutlu size falan sözleriyle ellerindekini uzatıyorlardı. Bir ara Özkan'ın odasına girdiler. O gözleri kapalı yatıyordu, eşi yavaş bir sesle tebriklerini kabul edip çıkmalarını söylerken gözlerini açmış ve ne yaptıklarını anlayınca yanlış yolda olduklarını bu işin böyle yapılamayacağını anlatmaya çalışmıştı. Onlar ise Allah seni ıslah etsin anlamında bir bakışla bakarak oradan uzaklaştılar. Hanımların daha yaşlı olanı Almanya'dan gelmiş ve orada kutsal günlerde rahiplerin ve rahibelerin böyle yaptıklarını, memleketine döndüğünde kendisinin de bunu yapacağına dair karar aldığını söylüyordu. Özkan arkalarından başını iki yana sallayarak eşine bakmış ve "Biliyorum, yine bunlarla niye uğraşıyorsun diyeceksin ama ne yapayım duramıyorum işte. Olurya birinden birinin kafasında bir soru işareti beliriverir, Allah'tan umut kesilmez." diyordu.

Sağlığı iyice düzelmiş, hastaneden ayrılma günü gelmişti. Herkesle vedalaşıp ayrıldılar.Kendini çok iyi hissettiğini söyleyerek bıraktığı yerden başlamıştı. Temposunu her geçen gün artırmış, biryandan çağrılan her yere yetişiyor, konferanslara, panellere, toplantılara katılıyor, insanlarla evlerine kadar giderek tanışıp konuşuyordu. Elinden geldiğince de gittiği yere yük olmamaya gayret ederdi. Bu arada bir de espri yapardı: "Erenler de gurur, kibir olmaz. O sana gelmiyorsa sen ona gidersin."

Gece üçte kalkar, daktilosunun başına geçerdi. Yorulunca ara verir kendine çorba yapar, çay demler kimseyi uyandırmazdı. Sabah namazından sonra çorbasını içer çayını yanına alarak biraz daha çalışıp daha sonra da işine giderdi. Fırsat bulabilirse öğlen saatlerinde bürosundaki kanepede bir saat kadar uyurdu. Çoğu zaman bu telaş içinde öğlen yemeklerini yemeyi unutuyordu.

Bazen de malzeme aldırır kendisi yemek yapar, memurlarıyla misafirleriyle yerdi. Hapishanede öğrendiği "Mahpushane yemeği" diye adlandırdığı patatesle patlıcandan oluşan bir yemeği hem çokgüzel yapar hem de severdi. Resmiyetten hoşlanmaz canı bir şeyler istediği zaman misafir olduğu evde de malzeme ister, pişirirdi. Bulgur pilavı ve çorbası gözde yemeklerindendi.

Çoğunlukla da öğleyin turşu, pekmez, soğan kırarak zeytin veya peynirle yiyerek doyururdu karnını. Misafir olduğu evde de bunları ister yük olmayı sevmezdi.

94 Ağustosu'nda Fıstıklı sahillerinde bir kamp düzenlemiş, alış verişinden çadırlarına, gelecek olanlarla yapılan haberleşmelere kadar bizzat uğraşmış, üç hafta çadırda kalmış ve sabah başlamış gece birlere kadar konuşmuştu. Bu nasıl bir enerjiydi. O'nu görenler hayrete düşüyordu.

Tatil bitmiş, Ankara'ya dönülmüştü. İktibas'la Basın Haber Ajansı'nı ayırmayı çok istiyordu. Bunun için çalışmalara başladı, fakat sonucu göremedi.

Mersin'de birkaç günlük bir kamp düzenlenmişti. Adana'daki arkadaşlarıyle görüşüp Antakya'da davetli olduğu bir konferansta konuşacak oradan da kampa katılmak için Mersin'e geçeceklerdi.

1995'in 23 Ocağı'nda sabah evden yola çıkma hazırlıkları yapılıyor, Özkan herzamanki gibi "Çabuk olun" diye acele ediyordu. İki kızı ve eşiyle yola çıktıklarında vakit öğlene yaklaşmıştı. Adana'ya yaklaştıklarında akşam karanlığı bastırıyordu. Çok sevdiği ve değer verdiği bir arkadaşının evine gitmek istediğini söyledi. Onları arayıp haber verdi. Eve geldiklerinde vakit oldukça ilerlemişti. Evin hanımı dışarıda yemek yemeyi teklif ettiğinde kendilerine ne hazırladılarsa ondan yemek istediğini, telaşa gerek olmadığını söyledi. Yemekten sonra arkadaşlar toplanmış, kalabalık bir sohbet ortamı oluşmuştu. Yazar Ali Okur da oradaydı. Özkan'a birkaç yıl önce hayatını roman olarak yazmak istediğini söylemişti. Ona dönüp "Hayatımı yazmaya başladın mı?" diye sordu, başlamadığını öğrenince de "Ölünce mi başlayacaksın, yapma Ali'ciğim." demişti. Başka bir dostu ise "Abi yeter, yoruldun artık. İktibas'ı bari boşla." anlamında bir söz söyleyince "Ne diyorsunuz siz! Kenara çekil demek bana 61 demektir. Bunu böyle bilin. Daha buna gücüm var Allah'ın izniyle!" diye sertçe cevaplamıştı. Vakit gece yarısını geçmiş misafirler gitmişti. Evsahibi çuvallarla gelen İktibas'ın eski sayılarını, parayla tuttuğu çocuklara trafik lambalarının yanına yollayıp, duran arabalara nasıl dağıttırdığını anlatıyor, Özkan'da "Size ne işler açtık" diye gülümsüyordu.

Son zamanlarda İktibas'ın depoda bekleyen eski sayılarını, inancını paylaşan dostlarına postalamış, dağıtmalarını istemişti. Bu yolla kazanacakları üç beş kişiyi hiç bir şeye değişmeyeceğini söylüyordu.

Yattıklarında saat ikiye gelmişti. Sabahın sekizi olduğu halde Özkan'ın kalkmadığını gören eşi endişelenmiş "Sen iyi misin?" diye sormuştu. "İyiyim iyiyim, tamam kalkıyorum" diyerek kalktı. İyi olduğuna kendisi de pek inanmış gibi değildi. Birkaç gündür rengi değişikti, garip bir durgunluk vardı üzerinde Canlı, görünmeye gayret ettiği her halinden belliydi. Giyindi sabah namazına kalktığını zor yetiştirdiğini söylüyordu. Kravatını da taktı, salona geçti. Günlük gazetelere bakıyor ve notlar alıyordu. Okuduğu Fethullah Gülen'le ilgili bir yazı dizisiydi. ilginç yerlerini eşine okuyor ve gülüyordu. "Bunun tamamını sen de oku" demişti. Bu arada ev sahibi hanım "Çay mı içersiniz süt mü?" diye sorunca gülmüş, "Misafirin birine sormuşlar çay mı içersiniz kahve mi, diye o da çayı kahveden sonra içerim demiş". Serpil Hanım gülerek çay da hazır demişti. Kahvaltıya oturdular, bir fincan süt içti, eşine bir daha doldurması için işaret etti. Bir yandan da gülerek torununu anlatıyordu. Yere bir zeytin düşürdü. Onu almak için eğildiğinde göğsüne bir ağrı girmişti. İçeri gidip dil altı aldı ve hastaneye gidelim, dedi. Ayağa kalktı, eşine koluna girmesi için işaret ediyordu. O koluna girdiğinde bir adım attı ikincide onun kollarına kendini bıraktı. Ambulans gelmişti. Hastahaneye vardıklarında yapılacak birşey olmadığını öğrendiler. Akşam birlikte oturup sohbet ettiği arkadaşları oradaydı. Allahuekber ve Lailaheillallah nidaları ile tabutunu Ankara'ya götürecek olan minübüse yerleştiriyorlardı. Dostları ve yakınlarıyla birlikte birgün önce hayat dolu olarak geldiği yoldan ertesi gün, suskun ve bitik geri dönüyordu. Yol uzuyor, bitmekbilmiyordu. Gölbaşı'na geldiklerinde gece epey ilerlemişti. Dostları orada karşıladılar ve na'şını alıp Ankara'ya devam ettiler. Uzak yakın demeden koşup gelen dostları onu son yolculugunda yalnız bırakmamışlardı.

25 Ocak 1995'te 20 yıla yakın bir zamandır çok yakınında oturduğu, namaza gidip geldiği Aşağı Eğlence Merkez Camii'nde kılınan namazdan sonra Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi.

Asrı Saadet onun hayatında her zaman örneklerle dolu bir dönem olarak önemliydi. Bu örneklerden birisi de cenaze namazında kadınların da bulunup iştirakleriyle gerçekleşti. Belki de o günden bugüne kadar kendilerine yasaklanan cenaze namazını ilk defa kılıyordu kadınlar.

Hanımlara, hep değer verdi. Bu konuda herkes gibi O da geleneklerin etkisinden kendini kurtarma ve derine inerek gerçekleri tanıma sürecini yaşadı. Erken kavrama yeteneği O'nu yanlış davranışlardan çabuk kurtardı. Müslüman kadının yanlış konuma mahkum edildiğini gördüğünde de bütün suçlamalara göğüs geriyor, gelenekselliği din sanan erkeklere bunun böyle olamayacağını anlatmaya çalışıyor, kadınlarla sohbetlerinde, toplumsal değerlerin her zaman gerçekleri yansıtmadığını, kendilerine ait doğruları Kur'an'dan ve ona ters düşmeyen sünnetten almalarını, dünyaya İslam'da kadının mesajını saptırmadan vermelerini, O'nu gerektiği gibi temsil etmelerini diliyor, bunun boyunlarının borcu olduğunu hatırlatıyordu; "İslam'ı o kadar güzel yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende hayat bulsun." diye söylenmiş bir güzel söz de bu anlamda O'nu doğruluyordu. Haklarını savunmalarını, Allah'ın yanında erkeklerden farklı konumda olmadıklarını, onlar kadar sorumlu olduklarını anlattı. "Öyle kadın vardır ki, kaç erkeğe bedeldir, öyle erkek de vardır ki bir kaç kadına bedeldir. Bu insanın yapısıyla ilgilidir, kadın erkek olmayla değil" derdi, Özkan'da bu ortamda yetişmişti. O'na da pek çok yanlışlar doğru gösterilmiş ve öğretilmişti. Yıllarca hem kendindeki yanlışlarla doğruların değiştirilmesi için nefsi ile savaştı, hem de çevresiyle.

O bir prensip adamıydı. Prensiplerine uyanı alır, uymayanı dışlardı. Verdiği sözü tutar, gideceği yere zamanında giderdi. Bu kuralları çiğneyenlere prensip tanımayanlara karşı zaman zaman sert ve kırıcı olurdu. Çabuk öfkelenir, dargın kalmayı sevmezdi. Haksız olduğunu anladığı zaman özür dilemeyi büyüklük sayardı. Amaçladığı yaşam tarzı, benimsediği ve hayatını adadığı dava da onun güzele olan hayranlığının göstergesiydi.

Yanında olmak, onunla yol almak gerçekten zordu. Bu yüzden yanındakiler sık sık kulvar   değiştiriyorlar, o da sık sık yalnız kalıyordu. Bu da onu bunaltıyordu. Son günlerde kendinden çokça bahseder olmuştu. Eşi de: "Bırak, seni   başkaları anlatsın. Bunun için de sen yorulma" deyince "Kimsenin bunu yapacağı yok, bırak da ben yapayım" diyordu gülerek.

Hızlı yaşamayı seviyor, eşine "Mezar taşıma ayağı ayağına denk bir dost bulamadan gitti diye yazın" sitemini sık sık tekrarlıyordu.

 

YORUMLAR
  • merve   29-05-2007 10:34

    rabbim bizleri davasında öncüler kılsın, ercümend amcamıza da rahmet eylesin ,ondan razı olsun!