27-01-2024 07:15

Ercümend Özkan ve Hadis anlayışı

Ercümend Özkan’ın sünnet ve hadis konusundaki yaklaşımı oldukça net, arı duru ve Kur’an’a dayalı olmasına karşın tartışma konusu olmaya devam ediyor. Vefatından hemen önce İktibas’ta yayınladığı bir yazısında da yine bu konuya değiniyor, hadisin “Peygamberin söylediği söylenen sözler” olduğu vurgusunu yineliyordu.

Ercümend Özkan ve Hadis anlayışı

Ercümend Özkan, vefatından önceki son sayıda (193. sayı), mektuplara cevaplar kısmında, bir okuyucunun sorduğu soruları alıntılayarak tek tek cevaplıyor. Özkan yanıtlarını verirken, özet bir şekilde ‘hadis anlayışını’ da aktarıyor. Ayrıca, konuya ilişkin daha önce yayınlamış olduğu bir kavramın da (133-134 ve 135. sayılardaki Allah’ın Peygamberi Düzeltmesi kavramının) okunmasını öneriyor.

Özkan’a gelen okur mektubunu, Özkan’ın yanıtını ve “Allah’ın Peygamberi Düzeltmesi” konulu kavramını yeniden dikkatlerinize sunuyoruz:

E.Ş. Conkur / Bristol – İngiltere: “Gönderdiğiniz dergiyi aldım, çok teşekkür ederim. Abone ücretini hemen yatıracağım. Aşağıda yolladığım hadislerin içeriği incelendiğinde, özel bir veli sınıfının olduğuna dair her hangi bir yorum yapılamaz. Çünkü özel bir veli sınıfı Kur‘an’da tanımlanmamıştır. Bu sözlerin, olmayan bir sınıfa ait olması mümkün olamaz. Fakat yine de bu hadislerin sıhhat derecelerini öğrenmek istiyoruz.

Şu anda bunu bizim incelememiz mümkün değil. Eğer bu konuda yardımcı olursanız çok memnun oluruz.

Ayrıca Kur‘an‘ın bir de batın’ından bahseden hadis diye bir söz naklediliyor. Kur’an’da müteşabih ayetlerle uğraşanlar bile kalplerinde eğrilik olmakla suçlanıyor. Nasıl olur da Kur’an’ın hakkında en ufak bir delil bile bulamayacağımız bir batını olur. Biz böyle bir batına inanmıyoruz. Fakat yine bu rivayet hakkında bilgi verir misiniz. Yardımlarınız için şimdiden çok teşekkür ederim.

Saygı ve sevgilerimle.”

Ercümend Özkan:

Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den, İmam-ı Hakim “müstedrek’’inde ve Ebu Dâvud” Kitab-ı Sünen’’in de, Beyhakî “şu-ab-i İman’’la tahriç buyurdukları:

“Her yüz senede Cenâb- ı Hak müceddid-i din gönderiyor.’’

1. “Ulemâ yeryüzünün kendileri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridirler.’’

(Râmûzü’l-Ehadis, A. Aziz Bekter, C 1/222.)

2. “Allah’ın velileri öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah hatırlanır.’’

(Râmûzü’l-Ehadis, A. Aziz Bekter, C 1/16.)

3. “Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrâîl’in nebileri gibidirler.’’

(Râmûzü’l-Ehadis, A. Aziz Bekter, C 2/222.)

4. “Ulemâ Allah’ın halkı üzerinde eminleridir.’’

(Râmûzü’l-Ehadis, A. Aziz Bekter, C 2 /222.)

5. “Ulemâ halk’ın mütteki ve kılavuz kişileridir. Bunların meclisin de bulunmak Din’in kuvvetini ziyade eder.’’

(Râmûzü’l-Ehadis)

Sahih-i Buhârî’de Ebû Hureyre (r.a.)’den nakledilen bir hadis-i kudsî’de de: “Bir kimse benim bir velî kuluma düşmanlık ederse, ben ona harb ilân ederim” buyurmuştur. “Kur’an yedi manası olarak indirildi. Her ayetin bir zâhîri, bir batını.” (Feyz-al Kadir, III, 53, 54)

Râmuz’el Ehâdis isimli kitab İstanbul İskender Paşa cemaatinin, Mehmed Zahit Kotku’nun yıllarca ders verdiği hadis kitabının adıdır. Bu kitabın hadis söz konusu olduğunda esâmisi bile okunmaz.  Zira nerede hurda rivayet, zayıf ve Kur’an’la çelişen İsrâiliyyât var ise bu kitabta bulabilirsiniz. Bir tasavvufçunun, tasavvufu haklı göstermek için derlediği uyduruk haberlerden oluşmaktadır.  Bu sebeble hiç itibar edilmez ilim erbâbınca..  Buhârî, Müslim, Tirmizi, Ebû Dâvud, İbn Mâce, Muvattâ, Müsned ve bunları takib eden kitablar hadis kitabı olarak asırlarca ve bütün dünyada tanına gelmiştir.  Sizin adını yazdığınız kitab ise yalnızca Nakşibendiyye arasında meşhur olup, onların itibar ettikleri ve kendi söylemlerini destekleyen rivayetlerin alındığı bir kitabdır. Bildiğiniz gibi HADİS; PEYGAMBERİN SÖZÜ OLMAYIP, ONUN SÖYLEDİĞİ SÖYLENEN SÖZLERDİR. Hadis’in gerçek anlamının böyle olmasıdır ki daha Resulullah zamanın da bile ‘Allah’ın resulü şöyle şöyle buyurdu’ türünden söylenen sözler bizzat peygamber ile görüşülerek öyle deyip demediği tahkik ediliyordu. Daha sonraki yıllarda da kitleler halinde Müslüman olan başka dinlerin sahipleri İslam’a gelirlerken kendi kültürlerinde neleri var ise kasıtsız veya kasıtlı bunları da getirmişler, en genel tabiriyle büyük çapta rivayetlere ‘İSRAİLİYAT’ karışmıştı. Bu rivâyetlerin derlemeye başlanıldığı yıllarda o yılların modası olan ‘rivayet tenkidi’ metoduna itibar olunmuş, rivayetlerin kitablara alınışından ne ‘Dirâyet Metodu’na, ne de ‘Metin Tenkidi’ metoduna başvurulmuştur. Bu iki metod, bizi üzse de çok az nisbette kullanılmıştır. Kısaca filan râvi hakkında yalan söylemez, doğru bir adam kanaati hâsıl olmuş mudur, işte artık onun söylediklerinin hepsi kitablara geçebilir. Nitekim böyle de olmuş ve hele de sahabi anlayışındaki olağanüstüleştirme, peygamberi görenler veya onunla yaşayanların hepsi melekler imiş gibi itibar olunmuş ve kendilerinden geldiği söylenen rivayetlerin tümü kitablara alınmıştır. Daha da ötesi böylesi bir peşin yargıdan yararlanan yalancılar, uydurukçular adı sahabiye çıkmış kimselerin ağzından dinlediklerini söylemişlerdir. Kimi yarım akıllıların bizzat peygamberden duymuş olsa bile duyduklarının tamamını aklında tutamayacak kadar aklı kıt olması bile bu hadis konusunu içinden çıkılmaz ve asırlardır halli mümkün olmayan bir konu haline getirmiştir.

Diğer yandan Hadis imamları olarak bilinen kimselerin derledikleri rivayetlerden oluşturdukları kitablarında kendilerince verilen bilgilere göre bu işi yaparlarken yüzbinlerce milyonlarca rivayet bakımından Buhârî’nin mukaddimesinde Sahih’teki rivayetleri ulaşabildiği 600 bin rivayetten seçmiş olduğunu kaydetmektedir. Buhârî’nin Sahihinde ise toplam 4 bin küsur rivayet bulunmaktadır, İmam Müslim’in kitabına aldığı rivayetlerin ulaşabildiği bir milyon rivayet arasından seçerek kitabına aldığını yine kendi kitabında söylemektedir. Ki Müslim’in sahihinde toplam olarak 3.300 rivayet bulunmaktadır. Bütün bunlar şunu göstermektedir ki hadisle uğraşan kimseler de hadisi geleneksel olarak bilindiği gibi ‘peygamberin sözü’ olarak değil, “Onun söylediği söylenen sözler’’ olarak bilmişler ve böyle görmüşlerdir. Ki yüzbinlerce rivayeti atabilmişlerdir ve atmışlardır.

Ayrıca önemine binaen şunu kaydetmekte zaruret görüyorum ki ‘Din, vahiyden ibâret’tir. Resulullah için de uyulacak tek şey var idi, o da vahiydi. İşte biz bu noktada sünnet-i Resulullah’ı tanımlarken kısa ve kapsamlı bir tanım getiriyor ve “Sünnet, Kur’an’ı ahlak edinmek’’tir diyoruz. Resulullah, Allah’tan kendisine gönderilen vahyi anlıyor ve gerek ferdî gerekse toplumsal hayata geçiriyor, onları uyguluyordu. İşte bir insan olarak bu uygulamada ve uygulayacağı düşüncelerinde meydana gelecek bir eksikliğin, bir yanlışlığın olabileceğini ve olduğunu bildiğimize göre, prensib olarak Allah’ın, elçisindeki yanlışları düzeltmesi gerektiğini düşünmek aklîdir ve böyle de olmuş ve Allah, elçisinin yanlışlarını olduğu gibi bırakmamış, düzeltmiştir ki bunlar da vahiy olarak ifadesini bulmuş ve Kur’an’a girmiştir. Abese olayında, bal şerbeti mes‘elesinde, Bedir‘de savaş esirlerine uyguladığı yönteme ve benzeri birçok olayda -ki biz bunların otuz civarında örneğini delilleriyle birlikte dergimizin 1990 yılında yayınlanan ve sekizinci cildini oluşturan 133-134 ve 135. sayıların ‘Kavramlar’ bölümünde açıklamaya çalışmıştık.

Allah’ın dini, Allah’ın verdiği bilgilerden oluştuğuna ve bu gerçeğin peygamber için de geçerli bir gerçek olduğuna göre ve Kur’an’da gerek böylesi bir rivayet ve gerek bunu anımsatacak bir rivayet (vahiy) yok iken nasıl olur da peygamber gaybı biliyormuş gibi böylesi kehânetlerde bulunabilir, bunu mümkün görüyor musunuz? Biz mümkün görmüyoruz. Zira peygamber kâhin değildir ve yalnızca kendisine gelen vahye uyan bir kimse idi. Durum böyle olunca nereden bilecekti ve her yüzyılda bir müceddid gelecek diyebilecekti, diye sorulmaz mı? Bu sorunuzu oluşturan rivayetler ilk bakışta İslam’a ters görülmeyebilecek, fakat içeriğinin doldurulması tamamen indî kanaatlara kalmış sözlerle tasavvuf erbabı kendisine yer yapmış ve bu yeri sağlamlaştırmıştır. Bu sözlerde görülebilecek bir isabet var ise Kur’an bunların daha yükseğini, daha isabetlisini vermektedir. Peygamber de Kur’an’a göre davrandığına göre ne idüğünü bilmediğimiz bu tür rivayetler yerine doğrudan Kur’an’a bakmak insanı daha emin kılmaktadır. Kur’an’da söylenenlerin Allah’ın sözleri olduğundan emin olmamıza karşın hadis rivayetlerinin peygamberimizce söylenildiğinden esas itibariyle tereddüt taşıyoruz ve emin değiliz. Onun söyleyip söylemediğinden. Bunun içindir ki bir konuda bir kesin delil var iken, esastan muğlak bir delil bunun yanında esâmisi okunmaz, bu hem aklî hem de naklidir. Ki Allah Kur’an’da ‘Zan, gerçekten bir şey ifade etmez’ buyurmaktadır.

Sorunuzu sorarken de söylediğiniz gibi ‘özel bir velî sınıfı’ yoktur Kur’an’da… Kur’an’da sınıf yoktur ki, Velî sınıfı olsun. Kısa ve özetle söyleyecek olursak ‘Râmuz’ül Ehâdis’ isimli kitab Müslümanlar arasında Buhârî, Müslim türünden itibar gören bir kitab olmayıp tasavvufçuların hepsi tarafından da değil, Nakşibendîyye tarafından üzerine kuluçkaya oturulan bir zayıf rivayetlerin (isrâiliyyâtın) derlendiği kitaptır ki kimsenin gözünde yeri yoktur.

Sorunuzda yine ‘Bâtın’dan bahisle Kur’an’ın bir de bâtını vardır denilmesine değinmişsiniz. Gayet isabetle söylediğiniz gibi Kur’an’da müteşâbihatla uğraşanların bile kalblerinde bozukluk bulunanlar olduğu söylenirken, nasıl olur da müteşâbihten de öteye gerçeğini yalnızca Allah’ın bildiği hususlarda kulun fikir yürütmesi mümkün olur. Ve Allah nasıl olur da kullarına kiminin anlayıp kiminin anlayamayacağı bâtınî anlamlı bir Kitab göndermiş olabilir? Kur’an’a aykırı rivayetler, kesinlikle reddedilirler. Biz de bu türden rivayetlere itibar etmiyoruz.

Bâtın; iç, bilinmeyen, gizli demek ise bu takdirde Allah’ın bâtını da O’nun gizlediği, gizli tuttuğu şey(bilgi) demek olur. Durum böyle olunca da O’nun sakladığını kimsenin bilmesine imkân bulunmadığına göre böylesi gizli bir durumdan kullarını nasıl olacak da sorguya çekecektir dersiniz? Olacak iş midir bu? Kur’an böyle düşünmeye mâni bir kitabtır. Kur’an’ı anlamak istemeyenler veya biz anlarız diye tekeline almak isteyenlerin sarıldıkları israiliyyattan bir rivayettir böylesi rivayetler. Kulların gücü bâtını öğrenmeye yetmeyeceğine göre nasıl olacaktır da Allah, kullarının ulaşamayacakları, bilemeyecekleri bir bilgiden dolayı sorgulayacaktır, imkân görüyor musunuz? Bu mümkün değildir.

İnsan Kur’an’ı çokça okur ve neleri nasıl açıklayan ve anlaşılmaz yer bırakmayan bir Kitab olduğunu görürse bu takdirde uyduruk şeylere itibarı kesinlikle azalır ve biter. Zaten Kur’an bir diğer yandan da insanları ‘kuruntuları’ndan kurtarmak ve gerçekleri bildirmek için gönderilmiş bir kitab değil midir? Bâtın Allah için gerçektir, lakin açıklamadığından bizler için bâtın ancak kuruntularımızın oluşturacağı şeyler olabilir. Zira Allah’ın bildirmediğini, ulaşamayacak olmanıza rağmen bilmeye çalışmak demek kurmak, kuruntu yapmak demektir ki İslam’da kuruntunun beş paralık değeri yoktur. Size ve tanıdıklarınıza selam ediyor ve hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

(İktibas Dergisi, sayı 193, sayfa 56-57-58)

ALLAH’IN PEYGAMBERİ DÜZELTMESİ

Allah, kullarına (insanlara) elçi gönderir. Hz. Âdem(as.)’den Hz. Muhammed(sa.)’e kadar geçen sürede isimlerini Kur’ân’da andığı için bizim de kesin olarak bildiğimiz elçilerin yanında, isimlerini ve gönderildikleri kavimleri (toplulukları) anmadığı daha birçok peygamber, uyarıcı gönderdiğini yine O’nun Kur’an’daki sözlerinden kesin olarak biliyoruz.

Yeryüzünde gezip dolaşanların insanlar olması münasebetiyle bunlara gönderilen elçilerin de içlerinden (insanlardan) seçilip gönderildiklerini de yine Kur’ân’ın ifadesi ile biliyoruz. Sürekli olarak Allah, gönderdiği elçilerine “Ben de sizin gibi bir insanım, ne var ki bana vahyediliyor” dedirtmiştir. Bunu tekrar tekrar, mükerreren söyletmiştir onlara. Tekrar edilmesindeki sebebin ise Allah’ın insanların içinden seçip onlara tebliğle görevlendirdiği elçilerin “Sen de bizim gibi bir insansın… Yiyor, içiyor, çarşılarda geziyor ve bizim konuştuğumuz dil ile konuşuyorsun” ve ilââhir gerekçelerle reddedilmesi olduğunu görüyoruz. Yapıp ettiklerini Kur’ân’ın ifadeleri ve kendisinden bize intikal etmiş birçok rivâyet ile daha tafsilatlı olarak bildiğimiz Hz. Muhammed(sa.) de aynı gerekçelerle gönderildikleri insanlar tarafından elçiliği kabul edilmemiş, itiraz edilmiş elçilerin başında gelmektedir. Red için gösterilen gerekçelerin söz olarak ne şekilde ifade bulursa bulsun özünde yatan sebeb elçinin bir insan, hem de kendileri gibi bir insan olmasıdır. Bütün itirazlar bu noktada toplanmaktadır.

İnsanlara, neden yine onlardan birini elçi olarak gönderdiğini de açıklayan Allah: “Yeryüzünde gezip dolaşanlar şayet melekler olsa idiler, elbette Biz onlara kendilerinden (yani bir melek) birini elçi gönderirdik” buyurmasına rağmen insanlar, kendilerinden birinin, yine kendilerine elçi olarak gönderilmesini, kuruntuları sonucu bir türlü kabul edememişlerdir. Hattâ, ileride değineceğimiz gibi bu hastalık (itiraz hastalığı) bir başka şekliyle Müslüman oldum diyenlere bile geçmiş ve onlarda da tezahürlerini göstermiştir.

İnsanlar oldum olası, ilâhî hususlarda mes’eleyi büyütmüşler, kuruntularını karıştırmışlar, zannlarıyla hareket etmişlerdir. Din edinmede mutlaka akıl ölçü olmalı iken, yani kendisine sunulan dini kabul veya reddetmede akıllarını kullanmaları gerekirken, nerede ise ezici çoğunluk bunu yapmamış, aksine zannları, kuruntuları ile hep insanüstülük aramışlardır Allah’ın elçilerinde. İnançlarını alırken herhalde akıllarını kullanmaları gerektiği halde genelde buna aykırı hareket ederek, kuruntularına, zannlarına daha çok ve üstün yer vermişlerdir.

İnsan, yaratılışı gereği, kendisine verilen aklı kullanarak doğru veya eğriyi bulabilecek iken birçok konuda, hele dini konusunda bunun genellikle tersini yaparak, zannını, kuruntusunu öne almış ve onunla sonuca varmayı tercih edegelmiştir. Aslında bu bir tercih de olmayıp, zaafına mağlub olmadır. Gerçekten insan zayıftır.

Allah, bütün yarattıkları ve hasseten de insanlar için rahimdir. Bu sebeble de onlara, yaşayacakları belirli süre içinde huzurlu bir hayat geçirebilmeleri için fıtratlarına uygun ölçüler bildirmek gereğini duymuştur. Bunun sonucu olarak da bu kullara uyanlara ahiret hayatı için sonsuz saadetler vaadetmiştir. Bunu biz kulları için rahmetinden, kereminden yapmıştır. Bu sebeble de kullarına gönderdiği elçileri, onları içinden seçtiği toplumun dili ile konuşan, onlardan biri olarak seçmiş ve anlaşılsın için de kendi dilleri ile onlara göndermiştir. Bütün bunları kulları için kolaylık olsun diye yapmıştır. Nitekim Allah kullarına dinde güçlük yüklememiş, onlar için kolaylığı istemiştir. O sebebledir ki onlardan birini onlara elçi göndermiş, onların dili ile ve anlayabilecekleri şekilde vahyetmiştir. Bu gerçekten bir kolaylıktır. Allah, hep kolaylaştırdığı halde insanlar, kuruntularının sonucu olarak hep zorlaştırmışlardır. Kendileri için “güzel örnek” olarak gösterilen bir melek değil, insandır. İnsan olması kolaylıktır, zira yaratılışı bizim yaratılışımız gibidir, bize benzeyen biridir, bizlerden biridir. Bundan dolayı kendisini örnek edinebilmemiz kolaydır. Melek olsa idi, ona benzememiz değil kolay, mümkün bile olmazdı.

Peygamberin bizler gibi olması demek; onun da yemesi, içmesi, uyuması, unutması, hata etmesi, yanılması demektir. İnsan olması itibariyle, insanî zaaflar taşıması demektir. Elçi olarak gönderilen de ihtiyaç duyar, korkar, iyi gördüğü (zannettiği) şey kötü olabilir. İyi görmediği de iyi olabilir. Düşünmediği olur. Bazılarına yüz ekşitebilir, kimini yanından kovmayı düşünebilir, şüpheye düşebilir, tereddüd edebilir. Kâfirlere, münafıklara uyma meyli duyabilir. Sabırsız olabildiği anlar olabilir, izin verilmemesi gerekenlere izin vermiş olabilir. Gaybı (bilinmeyeni) bilemez. Eşleri olsun veya başkaları olsun, insanların rızasını üstün tutmaya meyledebilir. Gereksiz yere yemin edebilir. Dünya malını isteyebilir.

Bütün bunları kesinlikle Kur’ân’a bakarak yazıyoruz, söylüyoruz. Zira Rabb’imiz Allah, gerçekten Kur’ân’da açıklamadığı şey bırakmamıştır, anlamak isteyenler için.

Allah’ın, Elçisini ikaz etmesi ile ilgili âyetlere bakalım: «Âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Onun halini sana kim bildirdi? Belki O, temizlenecek yahut öğüt alacak da öğüt ona fayda verecek.»(80/1-2-3-4). «Kendini müstağni (ihtiyaçsız) sanana gelince, işte sen temizlensin diye ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin.»(80/5-6-7). Hepimizin bildiği gibi öğüt almak için kendisine gelene (ne sebeble olursa olsun) yüzünü ekşitmesi ve geri dönmesi sebebiyle Allah’ın elçisi, Allah tarafından uyarılıyor. Böyle yapmamalısın, şöyle yapmalısın şeklinde düzeltiliyor. Demek ki düzgün olmayan bir şeyler var ortada. Bu sebeble düzeltiliyor. Zira insandır, yanılabilir. Görevini ne kadar benimsiyor ve candan teslim oluyorsa da insan olmasının eksikliği Rabb’i karşısında kendini gösteriyor ve yanılıyor. Yanılgısı düzeltiliyor.

Bedir esirlerine yapılan muamele ile ilgili olarak gelen âyette yine Allah, elçisini düzeltmekte, yaptığının yanlışlığını hatırlatmaktadır. «Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere, esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah, âhireti istiyor. Çünkü Allah, azizdir, hâkimdir(8/67) Aynı olayla ilgili olarak devamla «Allah’tan bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azab dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin. Ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah, bağışlayan merhamet edendir.»(8/68 69) buyuran Allah, Elçisinin Bedir esirlerini fidye alarak bırakmasının yanlışlığını belirtmektedir. Peygamber kendisine indirilenlerle hükmetmektedir. Fakat bazan karşılaştığı mes’ele ile ilgili olarak o güne kadar indirilmiş bir âyet bulunmadığından, arkadaşları ile de danışarak (o güne kadar indirilmiş olanların ışığında) genel bilgileri ile hüküm vermektedir. Bu takdirde yanıldığı da olmaktadır. Fakat onu elçi olarak gönderen, elçisinin yanlışlarını, yanılgılarını düzeltmektedir, düzeltmelidir de.

Yine bu cümleden olarak “İfk Olayı” diye bilinen olayla ilgili gelişmelere bakalım. Bilindiği gibi olay pek kısa olarak şöyle cereyan etmiştir.

Hz. Aişe, hemen her seferinde bir eşinin katıldığı gibi Peygamberin bir seferinde kendisine refakat etmişti. Kafirlerin konakladığı yerde kalkıp uzaklaşmasına rağmen, hâceti için oradan uzaklaşan Aişe de unutulmuş ve devesinin üzerindeki kapalı yerde sanılmıştı. Ardçı olarak arkada kalanların olup olmadığını kontrol ile vazifelendirilen şahıs onu bulmuş ve devesine bindirerek kafileye yetiştirmişti. Bunun üzerine de özelikle münafıkların başı çektiği fakat daha sonra hemen herkesin katıldığı bir iftira kampanyası alıp yürümüş ve onu devesine bindirenle zina yaptığı iftirası yaygınlaştırılmıştı. Peygamber de onu, babası Hz. Ebû Bekr’in evine yollamıştı. Bu konu ile ilgili olarak gelen âyetleri peş peşe okuduğumuzda yapılan yanlışlığın ne olduğu, ne yapılması gerekirken, neler yapıldığı başta peygamber olmak üzere Müslümanım diyen herkese Allah tarafından hatırlatılmakta ve onların tümünün yanlışı düzeltilmek istenmektedir.

«Bu ağır iftirayı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse, o vardır. Bu günahın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azab vardır. Erkek ve kadın mü’minlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanlarıyla hüsnü zanda bulunup da ‘Bu apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi? (Bu iddiayı ortaya atanların)da dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getirip isbat edemediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların tâ kendisidirler. Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, size mutlaka büyük bir azab isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, gelişigüzel birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız (bu uydurma haberi) ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Hâlbuki bu Allah katında çok büyük (suç)tur, Onu duyduğunuzda, ‘Bunu konuşup, yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu çok büyük iftiradır’ demeli değil miydiniz? Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer bir tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır. Ve Allah, âyetlerini size açıklıyor. Allah (işin içyüzünü) çok iyi bilir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada ve ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı: Allah, çok merhametli ve şefkatli olmasaydı (söyleyiniz, haliniz ne olurdu). Ey imân edenler! Şeytanın adımlarını takib etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takib ederse, şunu bilsin ki o, edepsizlikleri ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse temize çıkamazdı…»(24/12’den 21’e kadar)

Dikkat edilirse olayla ilgili olarak peş peşe iktibas ettiğimiz âyetler peygamber dâhil hiç kimseyi istisna etmeden (elbette başta iftirayı ilk uyduranlara) büyük azab olduğundan söz etmekte ve iftirayı uydurmamak başta olmak üzere, uydurulmuş bir iftirayı (delilsiz haberi) de kimsenin ağzında çiğneyip durmaması gerektiğini söylemektedir. Bir erkeğin, hakkında zina iftirası çıkarılmış karısını babasının evine yollamasının bu iftirayı uyduranlar için ayrıca destekleyici görüntüsü bulunduğu görülmezlikten gelinemez. Peygamber başta olmak üzere bütün Müslümanlar Allah tarafından uyarılmakta ve böylesi bir olay karşısında nasıl davranmaları gerektiği kendilerine açık açık söylenmekte ve ayrıca tekrarlamaktan da sakındırılmaktadır. Zira olay gerçekten Allah’ın belirlediği hududların dışında cereyan etmiştir. Allah kullarından böylesi bir olayı gündeme getirebilmeleri için dört şahit istemişken, kulları bir şahide bile gerek görmeden olay olmuş gibi hiçbir titizlik göstermeden birbirinin ağzından aldığı haberi (tahkik etmeden) ağızlarında geveleyip durduklarından (bir şeyler de ekleyerek, başkalarına da yayılmasını sağlamalarından) söz ediyor ve bunun önemsiz olduğunu sandığımızı fakat Allah katında çok büyük bir suç olduğunu açıklıyor.

Her iftira böyle değil midir? Her asılsız haberi yaymak böyle değil midir? Daha ilk duyulan yerde önüne set çekilip, araştırılmak, iddia sahibinden delil ve şahit istemek gerekirken Müslümanlar neden böyle yapıyorlar? Allah, o gün de bu gün de önümüzü aydınlatan değil midir?

«Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana (ve mü’minlere) helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun. Allah, yeminlerinizi çözmeyi size meşru kılmıştır. Allah, sizin yardımcınızdır. O, bilen, her şeyi hikmetle idare edendir.»(66/1-2) âyetinin meşhur bal şerbeti olayı ile ilgili olarak geldiği rivâyetleri vardır. Pek kısa olarak peygamber, hanımlarının birinin yanında çok sevdiği bal şerbeti içmiş, diğerlerinden ikisi de kadın kıskançlığı sebebi ile aralarında anlaşarak peygambere bunu ağzından kötü kokular geldiği şeklinde aksettirmişler ve peygamber de onların kıskançlıklarından dolayı böyle yaptıkları ve kendini sıkıntıya soktukları için ‘madem ki böyle, yani bal şerbeti içtiğim için kıskançlıklar oluyor ve başımı ağrıtıyorsunuz, o takdirde ben de bundan böyle bunu içmem (haram olsun) diye yemin etmiştir. Burada yapılan yanlış da Allah tarafından düzeltilmiş ve hem Allah’ın helâl ettiğini (peygamberce de olsa) haram edilemeyeceği vurgulanmış, hem de böylesi sebeblerle yapılan yeminlerin bozulmasından korkup, yanlışı tekrar etmeyi önlemek istemiş ve yeminlerin bozulmasında bir mahzur bulunmadığı belirtilmiştir. Allah’ın, Peygamberi başta olmak üzere kullarının yardımcısı olduğu, onları sıkıntıdan kurtarıcı açıklamalarla bildirilmiştir.

«Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnâd etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiklerimizden saptıracaklar ve ancak o takdirdedir ki seni candan dost edineceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasa idik, gerçekten neredeyse, onlara birazcık meyledecektin. Ama, o zaman hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.» (17/73-74-75)

Bu âyette de süregiden hayatın içinde müşriklerin Allah’ın elçisine teklifleri, beklentileri ve ona vaad ettiklerinden söz edilmektedir. İnsan olarak sen ‘nerede ise onlara birazcık meyledecektin’ buyuran Allah, elçisinin temayül gösterdiği zaaftan söz etmekte ve bundan ancak ‘seni sebatkâr kılmasa idik’ demek suretiyle, yani Kendi koruması ile kurtulabildiğini açıklamaktadır. Eğer onlara birazcık da olsa meyletse idi ne olacağı ile ilgili tehdid de âyetin devamında hemen buyurulmaktadır. Ama, işte o zaman sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık!’ denilmektedir. Bu tehdide karşı bir şey yapamayacağına ise ‘Sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın’ diyerek onu dört bir yandan bağlamaktadır. Başka âyetlerde de böylesi tehdidlere rastlamaktayız. Allah’ın elçisini sebatkâr kılması sonucu onun, müşriklerin dilediği istikamete meyletmekten korunabildiğini, aksi halde bu zaafı gösterebileceğini, âyetin ifadesinden açıkça anlamaktayız. Bu da göstermektedir ki Allah’ın elçisi, gerçekten bir insandır ve zaaf gösterebilir.

Ashâb-ı Kehf ile ilgili âyetler geldiğinde -ki Medine’de nazil olmuştur- bilhassa Medineli Yahudiler onların isimleri ve sayılarıyla ilgili olarak peygamberle konuşmakta, birtakım iddialar öne sürmektedirler. İsrâilî bilgiler cümlesinden olarak ortaya attıkları bilgilere karşı Allah, elçisini uyarmakta ve «Onların sayılarını Rabb’in daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır, öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında hiç kimseden bilgi isteme.»(18/22) demektedir. Bu âyette Ashâb-ı Kehf’in sayıları hakkında Yahudilerin öne sürdüğü rakamlara itibar etmemesini, isimleriyle ilgili konuda da tartışmaması velhâsıl kendisi için gayb olan (bilinmeyen) hususlarda genel olarak olduğu gibi bu konuda da tartışmaya girmemesini elçisine emreden Allah ‘delillerin açık olması halinde’ ifadesini kullanarak gerek elçisine, gerekse onun vasıtasıyla biz Müslümanlara ancak delillere dayanarak konuşabileceğimiz, kanaat sahibi olabileceğimiz hususunda düstur belirlemektedir. Müslümanlar, başta peygamberleri olmak üzere delile dayalı olarak kanaat sahibi olmak ve konuşmak durumundadırlar. Hele hele gaybî konular bu hususta başta gelmektedir. Bu ikâzı yapmak suretiyle Allah, elçisinin bir başka türden yanlışa düşmesini önlemek istemiş ve ona yol göstermiştir ki, bu yol bizleri de mutlaka bağlayıcıdır.

«Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşaallah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve ‘umarım Rabb’im beni doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.»(18/23-24) âyetinde de bir başka hususta Allah, elçisini uyarmakta ve ona doğru olanı göstererek, gösterdiği gibi hareket etmesini öğütlemektedir. Bilindiği gibi Yahudilerden bir grubun, Allah’ın elçisini imtihan(!) etmek maksadıyla ona bazı sorular sordukları ve onun da bu soruların cevabı için “Yarın gelin, size sorularınızın cevabını vereyim” dediğine dair rivayetleri hatırlayacaksınız. Bu sorular ruh ile ilgili sorunun da aralarında bulunduğu sorulardır. Peygamber, kendisine bu soruları soranlara elbette ki Allah’tan gelecek cevapları verecekti. Bir zaaf göstererek (yani Allah’ın ne zaman cevap göndereceğini kesin olarak biliyormuş gibi davranarak) ‘Yarın gelin size sorularınızın cevaplarını bildireyim’ demiştir. İkaz bu sebeble gelmiş ve Allah, elçisinin bu gibi durumlarda nasıl davranması gerektiğini onu uyararak bildirmiştir. Allah, göndereceği vahyi, ancak Kendisinin takdir ettiği zaman gönderir, elçisinin söz verdiği vakitle bağlı değildir ve olamaz da. Bu itibarla Elçi, mutlaka kendini vazifelendirenin (Allah’ın) dilediği zaman (inşaallah) demek suretiyle, O’ndan gelecek cevabı beklemesi ve bu cevap geldiğinde ancak, onlara bildirmesi gerekir. Elçi de olsa, Elçisi olduğunun tasarrufu ile kayıtlıdır. Allah ne zaman isterse o zaman bildirir, bildirmesi gerektiğini. Elçisinin arzusuna tâbi olmadığı gibi, onun kendisini düşürdüğü sıkıntılı durumdan onu, onun istediği zaman değil, ancak Kendisinin istediği zaman kurtaracağını Elçi bilmelidir. Elçi’nin de derse ihtiyacı vardır, öğreneceği şeyler vardır. Nasıl davranacağı ile ilgili talimata ihtiyacı vardır. Vahy, elinin altında imiş gibi ‘Yarın gelin cevaplarınızı vereyim’ diyebilmesi mümkün değildir. Zira bu konuda da yalnızca Allah’ın iradesi ve dilemesi söz konusudur. Elçi, başka konularda da olduğu gibi bu konuda da yanıldı ise onu gönderen Rabb’i onu düzeltecektir. Nitekim de öyle olmuştur. Yani kısaca Allah’ın dilemesi (yani meşietiyle) olacak bir iş için insan, Allah’ın elçisi de olsa kesin bir söz veremez, işi Allah’ın meşietine bağlamak zorundadır. Böyle yapmadığı takdirde uyarılır, âyette gördüğümüz gibi. Olayı anlatanlar bildiğiniz gibi Yahudilerin sorularına ‘Yarın gelin, cevaplarınızı vereyim’ diyen Allah’ın elçisinin bu cevapları söz verdiği ertesi gün veremediğini, daha ertesi gün de, daha nice günler de veremediğini (zira bu konuda vahiy gelmiyordu) ve bu yüzden soru sahibi Yahudilerin ve işin içine karışan münafıkların da katkısıyla Peygamber ile alay edilmeye başlandığını söylüyorlar, zaten onların amacının bu olduğu da tahmin edilmektedir. Fakat vahyin gelmesi geciktikçe soru sahipleriyle münafıklar ilk günler ‘peki öyleyse’ deyip geçerler iken vakit ilerledikçe ve vahyin gelmesi geciktikçe yavaş yavaş kendi aralarında ‘Allah Muhammedi terketmiş’ demeye başlamışlardı. Bu hâl de Allah’ın elçisini epey sıkıntıya sokuyordu. Öyle ya verdiği sözü yerine getiremiyor ve ‘yarın veririm’ dediği cevabı veremeden günler geçiyordu. Bu günler, soru sahipleri Allah’ın elçisine geliyor ve ‘daha gelmedi mi?’ diyorlardı. Gelmeyen cevabı veremeyen peygamber âdetâ soğuk terler döküyor ve sıkılıyordu. Elbette Rabb’inin kendisini bu sıkıntıdan kurtaracağını ve Yahudilerin karşısındaki müşkil vaziyetine son vereceğine inanıyordu ama cevap da gelmekte gecikiyordu. Rabb’i elçisini daraltmazdı. Lâkin işte bir yanlışlık olmalı idi. Nitekim gelen cevapta ‘Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşaallah) demedikçe…’ denilmek suretiyle işteki ‘yanlışlık öncelikle belirtiliyor ve davranıştaki yanlışlık düzeltilerek daha sonra cevap veriliyordu. Zira soruların cevaplarından daha önemli olan Allah’ın elçisinin davranış biçimi idi. Ondaki yanlışlık düzeltildikten sonra soruların cevabı veriliyordu. Konu esas itibariyle peygamberin nasıl davranması ile ilgilidir, soruların ne olduğu ile ilgili değildir. İşin bu yanı tâlî derecededir. Asıl olan Elçinin neyi, nasıl yapacağı ile ilgili davranış biçimidir, ki âyet bu konuya ışık tutmakta ve Allah, elçisini burada da düzeltmektedir.

«Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine ikram edip (hürriyetine kavuşturduğun) kimseye: ‘Eşini yanında tut (boşama) Allah’tan kork’ diyorsun. Hâlbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içine gizliyorsun. Oysa asıl korkmaya lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadının ilişiğini kesince Biz onu sana nikâhladık ki (bundan böyle) evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Allah’ın kendisine helâl kıldığı bir şeyi yerine getirmekte peygambere herhangi bir vebâl yoktur, önce geçen (peygamberler) arasında da Allah’ın âdeti (sünneti) böyle idi. Allah’ın emri, mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir. O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar. Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesab görücü olarak Allah herkese yeter.»(33/37 ilâ 39) âyetleri de meşhur olduğu üzere Zeyd’in peygamberin halası kızıyla evliliği ve ondan kendisini dengi görmeme sonucu yürümeyecek bir evliliğe son verme isteğinin peygamber tarafından engellenmek istenmesidir. Bu olay da bize peygamberin, insanlar arasında süregelen âdetler karşısında zayıflık gösterdiği ve insanlardan çekinmesi sonucu Allah’ın açığa vurduğunu insanlardan (kınayacakları gerekçesiyle) çekinmesi sonucu içinde gizlemesinin doğru olmadığı vurgulanmakta ve Elçi, Allah tarafından düzeltilmektedir. Bu konuda nasıl davranması gerektiği kendisine öğretilmektedir. İnsanların “Bak bak!, kendisi almak için evlatlığına karısını boşattırıyor” demelerinden çekinmesini söz konusu eden Allah, elçisinin hem bu yanlışını düzeltmek, hem de bu konuda doğru olanın ne olduğunu bildirmek suretiyle yol göstermektedir. Zira, o zamanlarda evlatlıklar bilindiği gibi insanların gerçek evlâdı sayılıyor ve onun boşadığı karısı ile evlenmek kerih görülüyor, aşağılanma vesilesi sayılıyordu. Allah, evlatlıkların gerçek evlad olmadıklarını, bunun insanların demelerinden öte bir anlam ifade etmediğini «Muhammed sizin erkeklerinizin hiçbirinin babası değildir» (33/40) buyurarak toplumun bu konudaki örfünün kaldırılması, ona itibar edilmemesi bildiriliyor. Allah katında bir anlamı olmayan böylesi bir örfe uymanın da bir ecri bulunmadığı gibi, bilâkis Allah’ın helâl ettiğini haram etme manası taşıdığını belirtiyor ve bu sıkıntıdan elçisini kurtarıyor öncelikle ve Müslümanlara da artık böyle davranmaları, atalarının ne idüğü belirsiz örflerini terketmelerini bildiriyor. Bizlere de genel bir düstur gösteriyor. İnsanların kınaması şayet Allah’ın kınaması ile paralellik taşımıyorsa insanlar (Müslümanlar) bu kınamalardan çekinmemeli, korkmamalı, yalnızca Allah’tan korkmalıdırlar. “İnsanların levminden korkma. Allah korkmaya daha lâyık değil mi?”

“Allah, seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? Allah’a ve ahiret gününe imân edenler mallarıyla, canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah, takva sahiplerini pekiyi bilir. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkular içinde bocalayanlar (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler. Eğer onlar savaşa çıkmak isteselerdi elbette, bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların davranışlarını çirkin gördü ve onları (böyle cihad gibi güzel bir amelden) geri koydu, onlara, ‘Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun’ denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak için aranızda koşarlardı. Hâlbuki içinizde de onlara iyice kulak verecekler vardır. (Bunları kuşkulandırıp fitne çıkarabilirlerdi) Allah zalimleri gayet iyi bilir. Andolsun onlar, önceden de (Uhud Savaşında) fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri gâlib geldi. Onlardan öylesi de var ki ‘Bana izin ver, beni fitneye düşürme’ der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Çünkü cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.»(9/43 ilâ 49)

Tebuk seferine çıkılırken Müslüman görünen bazılarının (münafıkların) peygamberden kendileri için savaşa katılmamak üzere izin istediklerini ve onun da bunlara izin vermesini kınıyor âyet. Ve peygamberine Allah, nasıl davranmasının daha isabetli olacağı hususunda ders veriyor ve onu düzeltiyor, yaptığının yanlış olduğunu belirtiyor. ‘Allah’a ve ahiret gününe inananların mallarıyla, canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) peygamberden izin istemeyecekleri’ gerçeği vurgulanarak, gerçekten izne ihtiyacı olanlarla, münafıkça izin isteyenlerin ‘iyice belli olmadan izin verilmemesi gerekirdi’ buyuruyor Allah, elçisine. Bu gibilerin Uhud’a çıkılırken de henüz savaş alanına varmadan geri döndüklerini, bu hallerinin Müslümanlar için daha isabetli olduğuna işaret ediliyor. Zira savaşılırken ric’at (geri dönme) daha tehlikeli olduğu halde henüz savaşa başlamadan geri dönmenin o kadar kötü sonuçlar doğurmayacağı anlatılmak isteniyor.

Allah, elçisini buradaki davranışında da düzeltiyor ve ona nasıl davranması gerektiğini gösteriyor. Yanlışı belirtiyor. Savaş sırasında geri dönmenin (ric’at etmenin) savaşlar arasında bulunan belki daha az zayıf olanları da etkileyerek çok daha kötü sonuçlar verebileceğine değiniyor. Yani kolun, kırıldıktan sonra yen içinde kalmasının hiçbir yararı olmadığı anlatılmak isteniyor. Dışarıdan bakılınca birlik içinde görünmenin gerçek birlik olmadığı, çürüklerin o birliği (vahdeti) dışarıdan gelecek tehlikeden daha fazla etkileyeceği belirtiliyor. Biz Müslümanlara da ders veriyor ve stratejilerimizi tesbitte esaslar belirliyor, yol gösteriyor Rabb’imiz. Konu üzerinde genel olarak daha çok şeyler söylemek mümkündür ve söylenmeli, düşünülmelidir. Ama bizim konumuz Allah’ın, elçisini düzeltmesidir. Bu sınırı taşmak istemiyor ve konumuzla bağlı kalmak istiyoruz. Zira ancak bu suretle üzerinde durulan konu daha iyi anlaşılabilir ve zihinlerde yerleşebilir.

«Biz senin göğsünü açmadık mı? Ağırlığından dolayı belini büken yükünü senden alıp, atmadık mı? Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi? Şunu iyi bil ki; Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır. İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul, Rabb’ine rağbet et.»(94/1 ilâ 8)

Peygamberin göğsünün açılması, yüreğini çıkarıp, yıkayıp tekrar yerine yerleştirilmesi değildir. Buna dair Kur’ân’da en küçük bir işaret bile yoktur. Göğsün daralması ve göğsün açılması bir deyimdir ve anlamı hem Arapça’da, hem de Türkçede bir insanın bir mes’eleyi çözememesi, halledememesi sonucu sıkılmasıdır. Göğsün açılması ise bir çıkar yol bularak bu sıkıntıdan kurtulması, ferahlamasıdır. İçinde yaşayıp durduğu toplumda olup bitenler Kureyşli Muhammed’i düşündürmektedir. Ne yapılmalı, nasıl edilmelidir ki kavminin (topluluğun) içinde yüzdüğü pislikten kurtulunmalıdır. Muhammed bunu düşünmekte ve çözüm aramaktadır. Lâkin bir çıkar yol da bulamamaktan sıkılmakta, daralmaktadır. Deyim ile ifade edildiğinde ise ‘göğsü daralmakta’ dır. Yani çıkar yol bulamamaktadır. Kavminin halini dert edinen Muhammed düşünmekte, taşınmakta ve başını alıp daha sakin düşünebilmek için Hıra Mağarasında kendini dinlemek, yalnız kalmak istemektedir. Sık sık gitmektedir bu mağaraya. Hanımının merak etmesine rağmen azığını alıp gitmektedir. Düşün, düşün bir yol da bulamamaktadır. Sıkıntılanmaktadır. Yani âyetin ifadesi ile ‘göğsü daralmakta’dır. Nihayet kendisine gelen Cibril ona görünmüş ve Rabb’inin emrini bildirerek ‘Oku!’ demiştir, üst üste. Sonunda talim ettirdiklerini okutmuş ve bırakıp gitmiştir. Hayatında başına ilk defa gelen bu olay Muhammed’i telaşlandırmış, korkutmuş ve olanca hızlılıkla evine yöneltmiştir onu. Evinde hanımı vaziyeti görünce şaşırmış ve ’Sana ne oldu, nedir bu hâlin?’ diye sormuştur. Kendisi de başına geleni anlatmış ve tereddüdünü açığa vurarak başına gelenin ‘Rabbinden mi, şeytandan mı olduğunu bilemediğini’ belirtmiştir. Hanımı onu sakinleştirmiş ve tedirginliğini gidermeye çalışmıştır. Olayı uzun uzun tafsil etmeden konuya geçersek Vahiy gelene kadar dert edindiği mes’eleler sebebiyle sıkıntılanan, göğsü daralan Muhammed’in, Rabb’i göğsünü açmıştır. Yani onu ferahlatmıştır. Ona, neyin ne olduğunu, kendi başına bulamadığı, bilemediği şeyleri bildirmiş ve onu sıkıntıdan kurtarmıştır. Dert edindiği mes’elelerden dolayı bükülen belini, ağırlığını alarak (bulamadığı yolu göstererek) belini düzeltmesini mümkün kılmıştır. Daha evvel (vahiyden önce) pek tanınıp bilinmeyen, ünü, şanı bulunmayan Muhammed’i ün ve şan sahibi yapmıştır. İyi bilmesi gerektiği hususun ise muhakkak zorlukla beraber bir kolaylığın bulunduğu gerçeği olduğudur..

«Sen Kitab nedir, iman nedir bilmezdin.»(42/ 52) buyuran Allah, Elçisinin vahiy gelmeden önceki durumunu bildirmektedir. Bazılarının Allah’ın defaatle bizler gibi insan olduğunu vurgulamasına rağmen sadece zannlarına uyarak onu, doğduğundan beri peygamber olduğunu bildiğini söylemesi açıkça Kur’ân’a terstir. Onun peygamberliğini kabul etmeyenlerin gösterdikleri ana gerekçenin (bizler gibi bir insan olması gerekçesi) ne yazık ki onun peygamberliğini kabul edenlerde de bulunması kabul edilecek ve hoş görülecek bir şey değildir. Peygamberi, insanüstü görme temayülü müşrikçe bir temayüldür ve Kur’ân’da bu temayül kınanmaktadır. Müşriklerde bulunduğu ve tevhid üzerinde olanlarda bulunmaması gereken hâlin hangi gerekçe ile (insanların gerçekten zayıflığının dışında) bulunması aslâ kabul görmemelidir. Zayıflığı ise Allah, bildirdiği doğrularla gidermek istemektedir. Zaaf gösteren kullarını bundan kurtarmayı, hepimizi temizlemeyi dilemektedir. Buna rağmen mi kirli kalmaya devam edeceğiz! Allah’a sığınmaktan başka yol göremiyoruz aczimizden dolayı.

Peygamberi büyütmek, ya da onun büyüklüğünü kabul etmek onu, insanüstü yapmaktan değil, bilakis bizler gibi bir insan olduğu gerçeğinden geçer. Bizler gibi bir insan olmasına rağmen Rabb’ini razı edebilmiş olmasıdır ancak bizlere ‘güzel bir örnek’ olabilmesi. Ve onun büyüklüğünün belirtisi. Hiç melekler insanlara örnek gösterilmişler midir? Hayır! Zira bizlerin benzerleri değildirler. Asıl itibariyle benzemediklerimize benzeme, yani onları örnek edinmek mümkün müdür? Aklediniz, lütfen. Allah için aklediniz. Zira Allah sık sık böyle buyuruyor. Ve akledemeyenleri davarlara benzetiyor, meleklere değil.

«Rabblerinin rızasını isteyerek, sabah akşam O’na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur. Zira senin, onları yanından kovman, zalimlerden yana olmana sebeb olur.»(6/52) Gerek özel olaylar, gerekse genel olarak Allah, elçisine hep yaptığı gibi yine yol göstermektedir. Yaptığı yanlışı düzelterek olduğu gibi, yanlış yapmaması için de yol göstermektedir. Bu ve benzeri âyetlerin mutlaka yapılmış bir yanlış üzerine nâzil olduğunu düşünmeyiniz. Ama düşününüz ki yanlış da yapılmakta, yapılabilmektedir. Bu sebeble herhalde düzgünlüğe ihtiyaç hâsıl olmaktadır, düzeltmek suretiyle de olsa. Hulûs ile Rabb’lerine yalvaranlar âciz de olsalar -ki acizlerden de böylesi olabilir- sakın onları aşağı görme, aşağı görerek küçümseme ve sonuç olarak da yanından kovma buyuruyor Allah. Yani Kendini Rabb’inin rızasını dileyerek O’na iyi kul olmaya niyet ve amel edenlere hor bakma, küçümseme demektedir. Hiç kimsenin bir diğerine ‘sen Müslüman olamazsın, senin Müslümanlığını kabul etmiyorum’ demesi mümkün değildir. Bu davet umumîdir, bütün insanlaradır. Kabul edenler acizlerden olurmuş, kabiliyetlilerden olurmuş bakılmaz. Gelen herkese buyur edilmek zorunluluğu vardır. Senin, peygamber (elçimiz) de olsan böyle bir yetkin yoktur, olamaz da. Bundan haberdâr ol ve buna göre hareket et insanlara karşı, buyurmaktadır Allah, kulu ve Elçisi Muhammed(sa.)’e. Yani Allah, elçisini sürekli olarak görüp gözetmekte ve davranışlarında ve hatta niyetlerindeki yanlışlıkları, yanılgıları düzeltmektedir. Böylesi de gereklidir. Zira o bir insandır. Yanılmamak Allah’ın vasfıdır yalnızca. Başka birinin değil, Allah’ın elçisi de olsa.

«Andolsun ki Allah Müslümanlardan bir gurubun kalbleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle Ensar’ı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O (Allah), onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.» (9/117)

Aynı surenin 43 ilâ 49. âyetleriyle ilgili olarak yukarıda değindiğimiz gibi peygamberimiz Tebuk seferine çıkarken münâfıklar gelip yalandan özür beyan edip izin istediler, o da onlara izin verdi. Bu hususta 43. âyet indi. Ve Allah, elçisine itâb etti. İtâb lügatte ‘azarlama, tersleme, paylama, darılma’ anlamında kullanılmaktadır. Darılmak için bir sebeb gereklidir. Bu sebeb de izin verilmemesi gerekenlere izin verilmesidir. Yalancıları bilinceye kadar onlara neden izin verdin buyuran Allah, gösterilmesi gereken ihtimamın gösterilmemesinden elçisini sorumlu tutmakta ve yanlışını düzeltmektedir. Gerek peygamberin, gerekse kalblerine şüphe düşen Müslümanların ise tevbe etmeleri sonucu Allah, hem tevbe eden elçisini hem de muhacir ve Ensar’ı affettiğini bildirmektedir. Tevbe etmelerine sebeb olan yanlışları belirtilmekte, böyle davranılmaması istenmekte ve yanlışı gösterildikten sonra anlayıp ondan tevbe edenler (pişman olan ve bir daha tekrar etmeyenler) affedilmektedir. Elçisi de buna dahildir, hattâ başta zikredilmektedir.

«Şimdi sen sabret!..» (30/60) diye başlayan âyette de Resulullah(sa.) uyarılmakta, yönlendirilmektedir. Mutlaka önce onun sabırsızlık göstermiş olması gerekmez. Lâkin sabırsızlık etmiş de olabilir. Her halükârda Elçisine Allah, sabrı öğütlemektedir. Sabır göstermiyorsan göster, gösteriyorsan göstermeye devam et buyurmaktadır. Te’kid ihtiyâcı duyulduğu açıktır, en azından.

“Ey peygamber Allah’tan kork. Kâfir ve münafıklara uyma. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy.”(33/1-2)

Yukarıya iktibas ettiğimiz âyet ve benzeri sâir âyetlerle Allah, elçisini ikaz etmekte, uyarmaktadır. Allah’tan korkmakla başlayan uyarı, kâfir ve münâfıklara uyma diyerek sürmektedir. Allah’tan nasıl korkulacağına ışık tutan âyet kâfir ve münâfıklara uymayarak korkulacağını göstermektedir. Senin herhangi bir şeyi şöyle veya böyle değerlendirmen, sanman seni şöyle veya böyle düşünmeye veya davranmaya sevkedebilir. Örneğin, kâfir ve münâfıklara bazı konularda olsun uymayı isteyebilir, meyledebilirsin. Lâkin bunu yapma. Zira Allah her şeyi bilmektedir. Senin yanlış değerlendirmene sebeb olan şeyi de bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Sen gerektiği şekilde bunları değerlendirmiyor olabilirsin. Bu sebeble de yanılabilir ve yapılmaması gereken şeyi yapabilir, yapmaya meyledebilirsin. Sen ‘Rabbinden sana vahyedilene uy..’ başka bir şeye değil, buyurmaktadır Allah, elçisine.

“Ey Resul (elçi), Rabbinden sana indirileni tebliğ et (açıkla). Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni, insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.”(5/67)

Elçiliğin ön ve asıl şartının AÇIKLAMA (tebliğ) olduğunu açıkça belirten âyette Allah, elçisine yapması gerekeni söylüyor. İkinci olarak, yapmakta imtina edebileceği bir hususta onu uyararak bu işi yapmazsan ‘O’nun elçiliğini yapmamış olursun’ diye onu açıklamamaktan alakoymak ve görevi yerine getirmek için sen bunu yaparken insanlardan bir zarar geleceğini düşünerek yapmıyorsan -ki başka ne sebebi olabilir?- bil ki ‘Allah seni, insanlardan koruyacaktır’ diye teminât vermekte, desteklemektedir. Yapılması güç olan işler insanların omuzlarına yüklendiğinde, bu yükü yükleyenler, yükü yüklediklerine destek vermek, onları, bu yükü taşıyabilecek morali, gücü de vermek durumdadırlar. Nitekim Allah da, kulu Muhammed’e bir yük yüklemiş, yani görev vermiştir. Bu görevi yerine getirmesinde birçok zorluklar vardır. Hele hele insanların levmi ve vermek isteyebilecekleri maddî zararlar gerçekten insanı görevini yerine getirmekten alıkoyabilecek boyutlara varmaktadır. Buna tahammül herkesin harcı değildir. Hattâ peygamber olarak seçilen bir insan olduğundan etkilenir ve gerileyebilir. Nitekim Kur’ân’da, aynı sebeble bir süre gerileyen Yunus peygamberin durumu hatırlansın.

Biz Müslümanların da aynı sözlerin muhatabları olduğumuz gözden ırak tutulmamalıdır. Ve bilmeliyiz ki, bildiklerimizi açıklamaz isek, İslâmla bildiğimiz doğruları açıklamaz isek sorumluluktan kurtulamayız. Eğer bunu yapmazsak bilelim ki Allah’ın biz Müslümanlara bildirdiklerini açıklamamakla O’nun peygambere nisbetle ikinci derecede de olsa elçiliğini yapmamış oluruz. Zira insanlara Allah sorduğunda insanlar “Bize açıklanmadı, anlatılmadı..” derlerse halimiz nice olur? Açıklamayanlar değil midir asıl cezalandırılacaklar.

İnsanları küfürle (örtmekle) itham edebilmek ve suçlayıp, cezalandırabilmek için öncelikle onlara AÇIKLAMAK (tebliğ) gerekmektedir. Nelerin açıklanması gerekiyor? Rabbimizin açıkladıkları açıklanacaktır. Yani İslâm akidesi (tevhidi oluşturan esaslar) açıklanacaktır. Buna ilâveten de bu akide üzerine kurulu hayatı biçimlendiren ve salih amelleri oluşturan kaideler açıklanacaktır. Elbette münker olarak bildirilenler de açıklanmalıdır. Ki açıklama (yani tevhid) yapılmış olsun. Bunu defaatle yaptıktan sonradır ki açıklanan kimse açıklananı örterse (küfrederse) o takdirde ancak ona örtücü (kâfir) denebilir. Diğer yandan Allah, kullarını kâfir sayım memuru olarak da göndermemiştir. İnsanın, Müslümanım diyen insanın memuriyeti kendine dönük olarak tevhide inanmak, münkerden kaçınmak, ma’ruf ile emretmek ve başkalarına dönük olarak da bunları açıklamaktır.

“Andolsun sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur ki; Allah’a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.”(39/65)

Allah, gönderdiği son elçiyi de diğerleri gibi şirk koşmaktan sakındırmaktadır. Sakındırdığından sakınmadığı takdirde ‘işlerinin boşa gideceği’nden söz etmektedir. Bu da onu göstermektedir ki peygamber de olsa, ikaza, uyarılmaya ihtiyâcı vardır. Zaten bütün bildirilenlerin ilk muhatabı peygamberin bizzat kendisidir. Peygamber de kendisinin öncelikle inanması gerekenlere inanılmasını, kendisine bildirilen sakınılması gerekenlerden sakınılmasını ve yapılması gerekenlerin yapılmasını diğer insanlara duyurmakta ve inandıklarına inanmaya, kaçındıklarından kaçınmaya, yaptıklarını yapmaya çağırmaktadır, başka bir şey değil. Bu demektir ki ‘O size neyi verdi ise alın, neden kaçındırdı ise ondan kaçının.’ buyurmaktadır. Yani peygamber ne ile memur edilmiş ise, insanları da aynı şeylerle memur olmaya çağırmaktadır, ayrı ve ilâve olarak başka şeyler değil.

“Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce Tevrat’ı okuyanlardan sor. Andolsun ki Rabbinden sana hak gelmiştir. Sakın şüphecilerden olma. ‘Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma, sonra ziyana uğrayanlardan olursun.”(10/ 94-95)

Allah Resulünün de şüpheye düşebileceğinin mümkün olduğundan bahisle onu uyarıyor. Ola ki seni, sana vahyettiğimiz bazı şeylerden şüpheye düşürmek isterler, sakın şüphe edenlerden olma. Zira sana gelen hak’tır. Şüphe ederek yalanlayanlardan olursan, hüsrana uğrayanlardan olursun. Elçi, bir insandır. İnsan ise insanlarda bulunan özelliklerin kendisinde bulunduğu kimsedir, elçi de olsa. Bu gerçekten hareketle Allah, insanlardan seçtiği elçisine neyi nasıl bildireceğini, alıntılamaya çalıştığımız âyetlerden de anlaşıldığı gibi bir insana davranılması gerektiği gibi davranmakta; uyarmakta, yanlışlarını düzeltmekte, onu yönlendirmektedir. Yalnızca emirlerini ve nehiylerini bildirip bırakmamaktadır. Görüp gözeterek yapabileceği hatalardan korunmasını, yaptığı yanlışlarını tekrar etmemesi gerektiğini, olmuş ve olması muhtemel şeyler hususunda onu yönlendirmektedir, bu hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Zira Kur’ân bu hususlarda da çok açıktır. Bu açıklık örtülmemeli(küfredilmemeli)dir. Müslüman olduğu halde insan küfürden şiddetle kaçınmalıdır. Müslüman küfretmeyen insandır. Müslüman olduğu halde ihmalinden, dikkatsizliğinden, geleneksel alışkanlıkları sebebi ile veya hangi sebeble olursa olsun küfretmesi muhtemeldir, bundan şiddetle kaçınmalıdır. Zira Müslüman olmakla küfürden muaf (korunmuş) değildir. Kendisi koruyacaktır kendisini, küfürden. Önemli bir husustur, gözden kaçırılmamalıdır.

“Ayetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zalimler topluluğu ile oturma.”(6/68)

Bu âyette de Allah, Elçisinin ‘unutabileceği’nden söz etmektedir. Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi peygamber de insandır. İnsan olması münasebetiyle UNUTUR. Unuttuğunu hatırlar. Hatırlayınca da nasıl yapması gerekiyorsa, öyle yapması gerekir. Elçisi başta olmak üzere Rabbimiz kullarının davranışlarını biçimlendirmek istemekte, onlara yön vermektedir. Önemli gördüğü hususlarda neleri, nasıl yapması gerektiğini elçisinden başlayarak düzene koymaktadır. Bu da onu göstermektedir ki davranışları istenilen biçime sokulması gereken Elçidir. Elçiden başlayarak diğer TESLİM OLAN İNSANLAR’dır.

Başından beri örneklendirmeye çalıştığımız üzere Allah, elçisini insanlardan seçmiştir. Yeryüzünde gezip dolaşanlar insanlar oldukları için, bunların arasından uygun bulduğunu onlara elçi olarak göndermiştir. Bu insan, yani elçi seçilen insan da diğer insanlar gibi bir insandır. Elbette insanların da amaçlarına uygun olarak elçi seçtikleri gibi, Allah da kullarına göndereceği elçiyi, amacına uygun olarak seçmiştir. Elçide bulunması gereken en önemli husus sağlıklı bir ruh yapısına sahib olmaktır. Buna inzimamen Güvenilir (EMİN) olmalıdır. Zira insanlar, onun güvenilirliği sayesinde, onun söz ve davranışlarına güveneceklerdir. Elçinin ciddiye alınması istenir, göndereni tarafından. Bu itibarla elçi ciddî olmalıdır, hafif, istikrarsız, güvenilip, güvenilmeyeceğinden tereddüt edilen birisi olmamalıdır.

Burada elçi gönderenin, kendilerine elçi gönderilenlerin nelere itibar edip, nelere itibar etmediklerini göz önünde bulundurduğunu görmek ve söylemek gereklidir. İnsanlar ciddiyete önem vermese idiler, insanlar emin olmaya itibar etmese idiler, insanlar tutarlılığa itibar etmese idiler, herhalde insanlara gönderilen elçilerde de bu vasıfların bulunması gerekmezdi, insan doğası, insan fıtratı O’nu yaratanın yarattığı şekliyle ciddiyete, güvenirliliğe, tutarlılığa itibar eden bir fıtrattır. Buna biz diğer bir ifade ile sünnetullah da diyebiliriz. Bugün doğa kanunları denildiği gibi. Doğa, kanunlarını kendisi koymamıştır. Doğayı yaratan, yarattığı doğa için onun tabi olacağı kanunlar da koymuştur. Doğa varolduğundan bu yana bu kanunlara şaşmadan tabi olagelmiştir. Varlığı son bulana kadar da bu uyma (tebâiyyet) sürecektir. Zira O’nun kanunlarında (sünnetinde) bir değişiklik bulmak mümkün değildir.

Biz Müslümanlar olarak öncelikle SAHİH İMAN sahibi olmaktan sorumluyuz. Allah hakkında, Elçisi hakkında, Öldükten sonra dirilme hakkında, hesaba çekileceğimiz hakkında, ve diğer inanmamız (emin olmamız) gereken şeyler hakkında.. SALİH AMELLER ise ancak, sahih iman üzerine bina edilmelere edilmeleri halinde bir kıymet ifade edeceklerdir. Bu sebebtendir ki Allah Kur’ân’da mütemadiyen “YA EYYÜHELLEZİNE AMENU ve AMİLUSSALİHATİ!.” diye söze başlamaktadır. Bunun içindir ki Müslümanım diyen AKİDESİNİ ARI TUTMAK, Arılıktan çıkmış ise ARINDIRMAK zorundadır. Bunu yapmadıkça ne kadar hüsn-ü kuruntu kurarsa kursun umduklarına kavuşması mümkün olmayacaktır. AKİDEYİ ARINDIRMAK Müslümanın ilk işidir. Akidesini arı tutmak Müslümanın ilk görevidir. Zira bundan sonraki işlerinin tümü ancak akidesinin (şirkten, küfürden, zordan) arı olması halinde bir kıymetin ifadesi olacaktır. Allah’a iman zanla olmaz. Allah’tan emin olma zan ile olmaz. Resulü hakkında kanaat sahibi olmak zan ile olmaz. Ahiret, cennet, cehennem, kitaplar, resuller, hesaba çekilme, gaybı yalnız Allah’ın bildiği, kıyametin ne kadar zaman kopacağı ile ilgili hususlarda zan olmaz. Akidevî hususlarda (Kur’ân’da insandan inanması taleb edilen hususların hepsini içine alan hususlarda) zan olmaz. Olursa akide bozulur. Bozuk akide ise, amelleri yer bitirir ve amellerde salihlik bırakmaz.

Allah’ın elçisini de olduğu gibi bilmek, Kur’ân’da tanıtıldığı gibi tanımak ve ziyade etmemek gereklidir. Onu, insanüstü bilmek akideyi bozar.

Allah indindeki din budur. Allah’ın razı olacağı dine sahip olunuz. Başkasına değil.

(İktibas Dergisi, sayı 133-134-135)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !