Cemil ARSLAN

12 Şubat 2007

DEMOKRASİ DÜŞÜNCESİ: ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM

DEMOKRASİ DÜŞÜNCESİ: ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM

           

            Demokrasi; günümüz dünyasını önemli ölçüde olumsuz yönde etkileyen kavramlardan birisidir. Yaşadığımız asırda, ekseriyetle demokrasinin nimetlerinden yahut müspet taraflarından söz edilmiş, demokrasinin ideal bir yönetim tarzı olduğunu empoze edilmiş,  tüm dünyaya demokratik yönetimin alternatifi olmayan tek bir model olduğu dayatılmış, demokrasi global kapitalizmin ve emperyal düzen ilişkilerinin “kadim bir aracı” olarak sıklıkla kullanılmıştır.

Bu nedenlerden ötürü; küresel/toplumsal olaylar ve olgular sürekli olarak manipüle edilmeye çalışılmış, yeryüzü coğrafyasının sorunları ve açmazları gün geçtikçe artarak adeta çığ gibi büyümüştür.

            Bu bağlamda, temel gayem; demokrasinin anlamlarının ne olduğu, tarihsel süreç içerisindeki uygulamaları, demokratik sistemin olumsuz tarafları; aldatmaları, dayatmaları, kandırmaları, düzenbazlıları ve İslam Dini ile demokrasinin ne ölçüde bağdaşabileceğini açıklamak, tartışmaya açmak, masaya yatırmak veya mercek altına almaktır.    

Demokrasinin kelime anlamları:

                              Demos: “Halk”; Kratia veya kratos: “Yönetim veya iktidar” anlamına gelen sözcüklerin birleşmesinden oluşmuştur. Kavramı ilk olarak M.Ö. 5. Yüzyılda Yunanlı tarihçi Herodot kullanmıştır. Dolayısıyla demokrasi denilince; “halk iktidarı, halkın yönetimi” anlaşılmaktadır. ABD eski Başkanlarından Abraham Lincoln demokrasiyi; “halkın halk tarafından, halk için yönetimi”; Churchill’e göre; “en iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli” biçiminde tanımlamışlardır.

Genel tanımları:

1)      Demokrasi, her şeyden önce siyasal otoritenin halka ait olduğu siyasal rejime verilen addır.

2)      Demokrasi, bireyin siyasal iktidara karşı tavır almasına olanak tanıyan rejimdir.

3)      Demokrasi, iktidarın halk tarafından ve halk için kullanılacağı bir siyasal modelin adıdır.

Demokrasinin tarihsel gelişim süreci:

Demokrasinin klasik modeli, Eski Yunan (Antik Yunan) uygarlığı döneminde, tipik örneğini Atina yönetiminin oluşturduğu şehir veya polis devletine dayanır. M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllarda Atina’da işleyen doğrudan demokrasi, genellikle halk katılımının yegâne ve saf modeli olarak gösterilir.

            Atina demokrasisinde sınırlı bir katılım sözkonusu idi. Siteyi (kenti) ilgilendiren önemli kararların tamamını, bütün yurttaşların katıldığı meclis alırdı. Sözkonusu kararların alındığı toplantılar yılda en az 40 defa yapılırdı. Tam zamanlı yani daimi olarak çalışacak görevlilere ihtiyaç duyulduğunda, kura yöntemi uygulanırdı. Kurayla belirlenen kişilerin görevleri oldukça kısa süreliydi. 500 vatandaştan bu konsey, meclisin icra komitesi (yürütme organı veya hükümet) olarak görev yapmaktaydı.

            Ancak Atina’da uygulanan demokrasi, hakikaten oldukça tartışmalı ve bir o kadar enteresan bir yönetim tarzı idi. Çünkü katılım hakkı sadece 20 yaşın üstündeki Atina doğumlu olan erkeklere tanınmıştı. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan köleler, kadınlar ve yabancıların siyasal hakları bulunmuyordu. Dolayısıyla, nüfusu yaklaşık 300.000 olan Atina’da yönetime ancak 30.000 kişi katılabilmekteydi. Atina toplumu genellikle köle emeği üzerine oturtulmuş bir ekonomik yapıya sahipti ve en yoksul Atinalının dahi çok sayıda kölesi mevcuttu.

            Klasik Çağ’ın önemli düşünürü Aristo’nun ifadesiyle demokrasi kısa zamanda demagojiye dönüşmüştü. Ona göre demagoji; “bir toplumun duygularını çelerek ya da bir toplumu kandırarak kendi çıkarlarını koruma ve yürütme yolu” idi. Bu tespit, gerçekten değerlendirilmesi icap eden önemli bir yaklaşımdır. Keza demokrasinin hakiki karakteri, aslında bu perspektiften öte bir şey değildi.

Bu dönemdeki demokrasilerin ortak karakterleri; halkın yapılacak idari işlere katılması veya devlet yönetimine katkıda bulunmaları olayı yalnızca fikri planda gerçekleşmiştir.  Hülasa, demokratik yönetim biçimi sadece lafta kalmış, uygulama alanına yansıtılmamış yani teoriden pratiğe dönüşmemiştir.

            Ortaçağda tarihi ve derin bir durgunluk dönemi yaşayan Avrupa’nın sosyal ve siyasi yapısı; gerek Avrupa’nın bu dönemdeki politik yapılanmasının (feodalitenin) ve gerekse skolâstik felsefenin ve batıl Hıristiyan inancının olumsuz etkileriyle tam bir duraklama yahut gerileme dönemi yaşamıştır. Daha doğrusu; Avrupalılar için bu dönem karanlık bir dönem olarak telakki edilebilir. Çünkü bilim ve felsefe alanlarındaki gelişmeler tümüyle sekteye uğramış, zaten yok denecek kadar az olan özgürlükler ve insan hakları rafa kaldırılmış, tam tersine Doğu ve İslam dünyası bu dönemde altın çağını yaşamıştır. 

            Avrupa’da Yeniçağ’ın başlangıcına kadar sosyal ve siyasi sistemler; nüfuzlu insanların, derebeyi ve toprak sahipleriyle kilisenin kontrolü altındaydı.

            Endüstri Devrimi’nden sonra Avrupa’da feodal düzenin yani senyör ve derebeylerin yerini sanayiciler veya zengin burjuva sınıfı (şehirli zenginler) almıştı. Bu kapitalist/sermayedar ve emperyal sınıf, kendi döneminden önceki senyör ve derebeylerin zulüm ve baskılarını belki fazlasıyla yaşatmıştı. Adeta halk, yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmuştu.

            Bu dönemde mazlum, mağdur ve masum konumdaki kitleler; sosyal, siyasi ve ekonomik haklarını elde etmek için büyük mücadeleler vermişler, canlarını ortaya koymuşlar ve büyük bedeller ödemişlerdi. Çünkü demokratik sistem; yoksullardan çok zenginleri temsil ediyor, çoğu zaman fakirlerin mecliste temsil edilme oranı adeta devede kulak misali kalıyordu. Milletvekili adayı olma şartları öyle tespit edilmişti ki, bu olanakları ancak servet sahipleri aşabiliyor, fakirler ise seçime bile giremiyordu.

            Neticede demokrasi; kapitalizmin, liberal düzenin ya da küresel sermayenin kaçınılmaz bir simgesi haline dönüştü. Marksist paradigma da demokrasiye sahip çıkmaya başlamış ve liberallerin demokrasiyi bozduklarını ve gerçek hedefinden saptırdıklarını iddia ve ifade etmişlerdi. Bu yaklaşıma göre; “Sınıflı toplumlarda demokrasi, hâkim sınıf tarafından yürütülen diktatörlük şekli”dir.  

            Demokratik sistemin olumsuz tarafları:

1) Demokratik seçimlerin sonucunda halk, temsilcileri aracılığıyla yönetime veya devlet idaresine katılamamaktadır. Halkın siyasi partiler kanalıyla ya da aracılığıyla seçtiği milletvekillerini denetlemesinin mümkün olamadığı gibi aynı zamanda milletvekillerine ulaşamaması sözkonusudur. Dolayısıyla demokratik söylemler, yasalar, parlamento, halk yönetimi, v.b yapılanmalar hayali/spekülatif olmaktan öteye gidemeyecektir. Kısaca şekilsel, görünümsel veya formel/biçimsel bir temsil sistemi etkin bir biçimde varlığını sürdürüyor.

2) Demokrasinin olumsuz bir yönü de bireye tanınan aşırı hürriyettir. Tamamen bireyci bir yaklaşımı esas alan demokratik ve laik düzen; egoizmi/bireyselliği birinci plana almakta, toplumun genel beklentilerini veya toplumsal değerleri ikinci plana düşürmektedir.

Bu durumda topluma zarar veren görüş, davranış ve icraatlar; bireysel özgürlüğe engel olur bahanesiyle serbest bırakılacak, toplumsal asayiş dejenere olacak; toplumsal yozlaşma artacak, her türlü sapkın ve azgın eylemler sıradan bir alışkanlık şekline dönüşecektir.

3) Ekonomik yönüyle kapitalizm, siyasi yönüyle liberal demokrasi, sosyal yünüyle toplumun çözülmesi/bozulması şeklindeki sapmalar, seküler felsefe v.b batılı paradigmayı oluşturan bütün değerler; her şeyden önce Allah’ın hayatı düzenlemek ve hayatı adaletle ayakta tutmak üzere indirmiş olduğu İslam hukuku ve İslam düşüncesiyle taban tabana zıt düşmektedir.

Diğer taraftan; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diye ifade edilen liberalist felsefe; sınırsız ve sorumsuz bir kazancı meşru görmüş,  bu anlayışı daima teşvik etmiş, aç gözlü, kıskanç ve arsız bir insan tipi yaygınlaşmış ve insani değerler pervasızca ayaklar altına alınmıştır. Laik düzen; din, aile ve ahlak gibi kutsal değerleri yok etmeyi amaçlamış, en hassas ve mahrem konular bile kitle iletişim araçları vasıtasıyla acımasızca teşhir edilmiştir.

4) Günümüzde demokrasi, insan hakları, özgürlükler, sivil toplum v.b kavramlar kapitalizmin, egemen güçlerin veya küresel sermayenin yoğun ve kesintisiz bir baskı aracı olmuştur. İslam ülkeleri ve diğer emperyalist olmayan 3.dünya ülkeleri azgelişmişlikle, demokratik olmamakla, geri kalmışlıkla, insan haklarına saygı göstermemekle v.b iftira, kandırma, kampanya ve çeşitli yaftalarla suçlandı, dışlandı, bu ülkelerin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri tarumar edildi. Bu devletlerin müstez’af halkları öldürüldü, işkenceye uğradı, en kötü muamelelere maruz bırakıldı. Gelecekleri ipotek altına alındı, hayalleri ve umutları çalındı. Bütün bunların hepsi sözde demokrasi için, zenginlik için, refah için, insan haklarının ihyası için yapıldı. Bombalar; demokrasinin; petroller ise özgürlüklerin en şanlı sembolü oldu.

İSLAM İLE DEMOKRASİ GENELLİKLE BAĞDAŞMAZ:

            Neticede İslam’ın, insanların dünya ve ahıret mutluluğunu hedefleyen ilahi kaynaklı bir din; demokrasinin ise, insanların kendi akıl, irade, düşünce ve bilgi birikimine dayalı olarak ortaya çıkardıkları bir yönetim biçimi olduğunu vurgulamak gerekir. Bu vurguyu yapmamın ana hedefi; bu iki kavramın, birbirinin zıddı, birbirinin alternatifi ya da birbiriyle tamamen uyuşan unsurlar gibi takdim etme gayretlerinin doğru olmadığını vurgulamaktır, yansıtmaktır.

Bu yüzden, İslam’ı bir “din” olarak kendi kulvarında; demokrasiyi de bir “yönetim şekli” olarak kendi kulvarında değerlendirmek gerekir. Bunu yaparken, sadece kavramlara takılıp kalmamak, kavram karmaşasına girmemek ve bu kavramların muhtevasını objektif ve gerçekçi bir bakış açısıyla karşılaştırmak zarureti vardır. Demokrasi bir araçtır; İslam dini ise tüm insanlığın yegâne amacı ve temel hedefidir.  Demokrasinin hararetle savunduğu bazı temel değerlerin hakikatte İslam’ın özünde zaten var olduğu hepimizce bilinen bir gerçektir. 

Bu noktada, İslam ilahiyatçılarının bir kısmı tarafından kabul edilen önemli husus şudur: Kur’an tarafından, adı açıkça belirtilen ve insanlara emredilen herhangi bir yönetim biçimi mevcut değildir. Ancak hem Kuran’da, hem de Hz. Peygamber’in uygulamalarında, yöneten ve yönetilenlerin sorumluluklarını açıklayan ve hassasiyetle vurgulayan evrensel prensipler vardır. Dünyanın herhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürel yapısına, oluşan siyasi şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkân ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir.

            “Onların işleri, aralarında danışma iledir.” (Şura: 38)

Yine, İslam’ın benimsediği idari yapı; danışma (meşveret) üzerine kurulması gerektiğinden hareketle, “herhangi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği veya idare etmeye çalıştığı “demokrasi” veya "demagoji"den ayrılır.”

İslâm'daki istişare sistemi çoğunluk veya azınlık farkı gözetilmeksizin imkân dâhilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte, ancak görüşler içinde tercihe şayan olanın, parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tespit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir. İslam dini nicelikten çok niteliğe önem verir. Nicel çoğunluğun yerine nitel azınlığı tercih ettiğini rahatlıkla ifade edebilirim.

Özetle; İslam dini, bir taraftan ferdin korunmasını emrederken; diğer taraftan toplumsal hassasiyetlere atıfta bulunur ve içtimai ruhun canlı ve dinamik tutulmasını ister.

Toplumsal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik eder.

İnsanları ahlaklı davranmaya ve bencil davranmamaya yöneltir. Bu yüzden dolayıdır ki; fertlere yüklenen her sorumluluğun, toplumsal hayata bakan bir yönü vardır ve ferdin sadece kendi nefsini düşünerek yaptığı ibadetler bile muteber, makul ve makbul sayılmamaktadır.

Allah’ın rahmeti, mağfireti ve bereketi tüm inananların ve inancının gereğini ifa edenlerin üzerine olsun…