06-01-2010 11:45

`Tarihselcilik, beşere vahyi şekillendirme misyonu yüklüyor`

Oktay Altın: Tarihselci okumada şartlar belirleyici kabul ediliyor. Şartların belirleyiciliğini belirleyen de maksadı, muradı tespit eden de beşerdir. Beşer de zaten tarihî, coğrafi ve sosyal şartların ürünüdür. Sonuçta tarihselci anlayış vahiye göre kendisini şekillendirmesi gereken beşere vahyi şekillendirme gibi bir misyon yüklemektedir.

`Tarihselcilik, beşere vahyi şekillendirme misyonu yüklüyor`

Tarihte Kur'an'ı anlama konusunda karşımıza iki yöntem çıkmaktadır: Teczii (parçacı-atomize) ve mevzuî (tevhidi- konulu) metot. Bu iki metodu biraz açar mısınız?

Bu tasnifi, Rahmetli Muhammed Bakır es-Sadr, "Kur'an Okulu" adıyla çevrilen eserinde yapmıştı. Buna göre teczii/parçacı metot, surelerin ve de ayetlerin Kur'an'daki sıralamaya göre teker teker tefsir edilmesidir. Bu yöntemde de tefsir edilen ayetin diğer ayetlerle ilişkisi üzerinde durulur, rivayetlerden ve daha önceki tefsirlerden yararlanılır. Fakat sonuçta ayetin tek başına ne anlam ifade ettiği esastır. Dolayısıyla Kur'an'ın bütünlüğü çok fazla göz önünde bulundurulmaz. Kur'an'ın salt açıklanması gereken bir bilgi kaynağı olarak telakki edilmeye başlanmasının sonucu oluşmuş bir yöntemdir bu. Bir edebî eserin şerhi ile teczii yöntemle yapılmış tefsirin, usul açısından çokça benzeştiği rahatlıkla görülebilir.

Tevhidî yöntemde ise bir sorun ya da konu gündeme alınır. Bu sorun ya da konuya Kur'an'ın nasıl yaklaştığı anlaşılmaya çalışılır. Ayet öncelikle bağlamı içerisinde ele alınır. Daha sonra aynı konuyla ilgili ayetler ve Kur'an'ın bütünü gözetilerek sonuca varmaya çalışılır.

Teczii tefsirde müfessir Kur'an'a soru yöneltmez, pasif bir durumdadır. Sadece dinler ve anladıklarını anlatır. Tevhidi yöntemde ise müfessir hazırlıklıdır. Kur'an'a mesele arz eder. Süreç karşılıklı konuşma şeklinde cereyan eder. Kur'an'ın bütünlüğü içerisinde meseleye çözüm bulunmaya çalışılır. Kur'an'ın yaşanan hayatla irtibatı kurulur.

Teczii tefsirde müfessir her ayeti açıklama ihtiyacı hisseder. Ayetleri uzun uzun açıkladığı için konu bütünlüğünü muhafaza etmesi zorlaşır. Teferruat öne çıkar. Bu yöntemle yazılmış tefsirler bilgi yığını hâlindedir. Müfessirin bir konudaki görüşünü tespit bile çok zordur. Tevhidi tefsirde ise ele alınan konu dışına çıkılmaz, detaylarla uğraşılmaz. Müfessirin nasıl bir sonuca ulaştığı, ne demek istediği kolayca anlaşılır.

Yüzyıllardır teczii yöntemle yapılan tefsirler birbirini tekrar eder duruma gelmişti ve sorulara cevap vermekten uzaktı. 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının sömürgeciliğe ve modernleşmeye bağlı olarak yaşadığı sorunların Kur'an'a arzı bir ihtiyaç halini alınca tevhidi tefsir yöntemi geliştirilmiştir. Tevhidi tefsir yöntemi, meselelerimizin Kur'an'a arzı ve Kur'an'ın bir konu hakkındaki yaklaşımını tespit hususunda etkili bir yöntemdir.

Kur'an'ı anlayabilmemiz ve dolayısıyla yaşayabilmemiz için ileri derecede Arapça bilme şartı öne sürülüyor. Bu anlayış tarihte ruhban sınıfına benzer bir sınıfın ortaya çıkmasına neden oldu. Yakın tarihimizde ise buna tepki olarak çıkan "Her şeyi meallerden öğrenebiliriz." anlayışı yani "mealcilik" doğdu. Bu ikisinin ortası yok mudur?

Allahu Teala, Kur'an'ı açık, anlaşılır bir Arapça ile indirmiştir. Kur'an; mübeyyen, mufassal, müfesser bir kitaptır. İlk muhatapların Kur'an'a; şiir, kehanet, cin sözü, esatir, yabancı öğretiyor vb. suçlamalarda bulunduklarını biliyoruz. Ancak Kur'an'ın kapalı, anlaşılmaz olduğuna dair hiçbir itirazlarına rastlamıyoruz.

İslam'ın yayılması ve gayri Arap unsurların Müslüman olmasından sonra doğal olarak bir "dil" sorunu oluşmuştur. Nas'a, bütün insanlığa hitap eden Kur'an'ın dili olan Arapçayı bütün insanların öğrenmesi mümkün değildir. Öyleyse Arapça bilmeyen insanların Kur'an'la irtibatları çeviriler/meallerle sağlanacaktır. Şifahi topluluklarda bu irtibat vaz/nasihat şeklinde gerçekleşirken kitabi topluluklarda ise bunun aracı meal ve tefsirlerdir.

Her meal ve tefsir aynı zamanda birer "aracı"dır. İdeal olanı Kur'an talebesinin Kur'an'la aracısız konuşabilmesidir. Ancak her müslümanın Arapça öğrenmesi mümkün olmadığına göre mealler vahiyle muhatap olmanın kaçınılmaz araçlarıdır.

Bugün Arapça bilmenin Kur'an'ı doğru anlamak için yeterli olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Aksi taktirde Arapçayı bilenlerin hepsinin Kur'an'ı doğru anlamaları gerekirdi.

"Kur'an nedir? Nasıl bir kitaptır?" sorusuna verilen cevap, Kur'an anlayışını da belirlemektedir. Kur'an anlayışı ise Kur'an'ı doğru anlamanın temelidir. Kur'an'ı sadece okuyarak sevap kazanmanın bir aracı ya da izah edilmesi, açıklanması gereken bir bilgi kaynağı ya da şifreli bir kitap olarak görenlerin Kur'an'ı doğru anlamaları mümkün mü? Kur'an; okunması, anlaşılması, düşünülmesi ve yaşanması için Yüce Rabbimizin hayata bir müdahalesi olarak görülürse doğru anlaşılabilir. Bu bakış açısına sahip olanlar Arapça bilmeseler bile meal, tefsir gibi "aracı"larla Kur'an'ı doğru anlayabilirler kanaatindeyiz.

Yalnız dilin canlı bir organizma olduğunun unutulmaması gerekir. 1400 yıl önce inzal buyrulmuş kelamın bugün yapılmış bir mealini bizatihi kelamın kendisi olarak görmek "dil" vakıasını anlamamak demektir. Kavramların tarihi süreç içerisinde geçirdiği dönüşümü ve nüzul ortamı/bağlamı görmezden gelerek tefakkuh için bir mealin yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Her meal, beşer ürünüdür ve müterciminin zaaflarıyla maluldür. Bu nedenle meallerin taşıdıkları zaaflar; karşılaştırmalı mealler, toplu Kur'an çalışmaları, kavram ve tefsir çalışmalarıyla aşılmalıdır.

Bazen de Kur'an bir bilimler ve keşifler kitabı imiş gibi tüm ayetler "pozitivist" bir perspektifle yorumlanmaktadır. Bugün piyasada pozitivist diyebileceğimiz mealler bulunmaktadır. Bunların karşımıza çıkarabileceği sorunlar nelerdir?

Fen bilimlerinin hızlı gelişimi özellikle 19. yüzyılda bilim adamlarına müthiş bir öz güven verdi. Adetullah çerçevesinde kâinatın işleyişindeki bazı kuralların keşfi "bilim"in ilahlaştırılmasını beraberinde getirdi. Üstün Yaratıcı ile izah edilen olaylar bilimle izah edilmeye başlandı. Hatta zamanla bu sosyal alanlara da teşmil edildi. Sosyal işleyişteki kurallar bilindiğinde toplumların kolaylıkla idare edilebileceği fikrine ulaşıldı.

Bilim adamlarının büyük bir kısmı, dinleri terakkiye mani kabul ediyorlardı. Müslümanların Batı karşısında yenilmeleri, yaşadıkları sefalet İslam'ın ilerlemeye karşı olduğu fikrini besliyordu. Nitekim Renan'ın bu minvaldeki iddialarına başta Cemalleddin Afgani olmak üzere Namık Kemal dahil birçok kişi cevap vermek durumunda kalmıştı. İşte bu ortamda İslam'ın bilme karşı olmadığını ispatlamak hususunda bazı ayetlerin son derece rasyonel izah edildiğini müşahede ediyoruz.

Bilimi esas alan tefsirler yapıldı. Oysa bilim zannidir, sürekli değişebilir. Temel olarak kâinatı yaratan ve yürüten de vahyi indiren de Yüce Allah olduğuna göre kâinattaki kurallarla vahyin çatışmaması son derece normaldir. Ancak doğru kabul edilen bir kurala istinaden tefsir yapmak, o kural değiştiğinde vahiyle ilgili şüphe oluşturur. Nitekim yeryüzünü döşeğe (firaş) benzeten ayetten yola çıkarak bazı müfessirler dünyanın küre şeklinde değil, tepsi şeklinde yuvarlak olduğunu iddia etmişlerdi. Ayrıca her bilimsel keşif karşısında "Bu Kur'an'da var." demek bence bir kompleksin tezahürüdür. Madem vardı keşfedilene kadar neden beklenildi?

Gelenekte üretilen abartılı hurafeleri engelleme adına Kur'an'ı rasyonel tefsire tabi tutmak sakıncalıdır. Peygamberimize isnat edilen olağanüstü rivayetler, Kur'an süzgecinden geçirilmelidir. Ancak Kur'an'ın aktardığı mucizeleri rasyonelleştirmeye çalışmak bence bir kompleksin yansımasıdır.

Kur'an'ı anlama iddiasındaki iki güncel metodoloji varlığını hissettiriyor. Birisi Fevzi Zülaloğlu'nun deyimiyle insanı olağanüstü vasıflarla donanmış bir süper özne olarak öne süren tarihselcilik; diğeri ise anlamanın merkezine "özne"yi koyan tarih üstücülük. Bu iki akımı nasıl anlamalıyız?

Kur'an indirildiği dönemin şartlarını mutlaka gözemiştir. Sosyal, siyasi, coğrafi, ekonomi yapı; dil ve kültür açısından muhataplarının birikimini yok saymamıştır. Kullanılan dilden verilen örneklere kadar birçok konuda bu nüzul ortamının etkisi kolayca hissedilir. Burada sorun Kur'an hükümlerinin nüzul döneminin tarihî, coğrafi ve sosyal şartlarına bağlı olup olmamasıdır.

Kur'an hayata müdahale etmiştir. İnsanların ferdî, toplumsal hayatlarını, şirk sistemini değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Coğrafi, tarihî ve sosyal şartlar belirleyici olamaz. Olsa zaten vahiy ortama göre şekillenirdi. Oysa ortam, hayat vahye göre şekillenmiştir.

Nüzul sürecini ve ortamını anlama ve bugüne uyarlama bakımından tarihî şartların gözetilmesi elbette önemlidir. Ancak muradı, maksadı gözetme iddiasıyla ayetleri Kur'an lafzıyla çelişecek şekilde yeniden yorumlamak ve bunu genel geçer mutlak bir yöntem olarak sunmak ciddi riskleri beraberinde getirir. Kur'an, modern telakkide olduğu gibi hayatı kesin çizgilerle birbirinden ayırmaz. İbadi alanın ahlakla, ahlaki alanın siyasetle ilişkisi vardır. "Kur'ani bir hüküm, 620'li yıllarda Arabistan'da uygulanabilirdi, ancak zaman ve şartlar değiştiği için bugün olduğu gibi uygulanması mümkün değildir. Ayetin lafzıyla çelişse farklı şekilde uygulayabiliriz." iddiasının, itikadi, ibadi, ahlaki alana da yansıtılmasının önünde hiçbir engel yoktur. Netice itibariyle bu anlayışın İslami olanı dışlayan yerine beşeri olanı ikame eden modern paradigmadan bir farkı kalmaz.

Tarihselci okumada şartlar belirleyici kabul ediliyor. Şartların belirleyiciliğini belirleyen de maksadı, muradı tespit eden de beşerdir. Beşer de zaten tarihî, coğrafi ve sosyal şartların ürünüdür. Sonuçta tarihselci anlayış vahiye göre kendisini şekillendirmesi gereken beşere vahyi şekillendirme gibi bir misyon yüklemektedir.

Tarih üstücülük ise tersine bir yanlışla tarihî şartları yok saymaktadır. Bugünün anlayış ve bakış açısıyla Kur'an'ı anlamaya çalışmakta dolayısıyla geçmişi, değişimi yok saymaktadır. Sözlüklerden yola çıkılarak kelimelere "bugün"e en uygun anlam giydirilmektedir. İlk neslin algılaması, yaşayan sünnet yok sayılmakta ve bin dört yüzyıldır kesintisiz, uygulamalı şekilde sürdürülen ibadetlere bile başka anlamlar yüklenebilmektedir.

Tarihte örneğini çokça gördüğümüz batıni yorum da benzer şekilde değil miydi? Zahiri bağlayıcı kabul etmeseniz "batın" adı altında ayete istediğiniz anlamı giydirebilirsiniz. Bunun nesnel bir ölçüsü de olmaz. Maalesef bugün karşılaştığımız tarihselcilik ve tarih üstücülükte de benzer bir durum söz konusudur.

Yaşanan hayatla Kur'ani ilkeler arasında ciddi çelişkiler yaşamaktayız. Söz konusu iki akım da var olan çelişkiyi reel hayatı merkeze alarak hatta belirleyici kabul ederek ilke ve değerlerimizi törpüleyerek çözme eğilimindedir. Batı düşüncesi, kültürü ve bunların ürettiği sorunları temel algılarımızı, ilkelerimizi muhatabımıza benzeterek çözemeyiz. Kendimize ait bir eksende ilke ve değerlerimizi belirleyici kabul ederek ancak bunlarla yüzleşebiliriz. Kısaca vahyi değerler günlük hayatımızla çelişiyorsa değişmesi gereken vahiy değil biziz. En azından vahyin belirleyici olacağı bir ortamı oluşturma mücadelesini vermeliyiz.

Kur'an'ın anlaşılmasında katkı sağlayıcı yan unsurlar olan sebeb-i nüzul, siyer ve rivayetlerin günümüzde zaman zaman Kur'an'ın anlaşılmamasına neden olduğunu görüyoruz. Bunlar Kur'an'ı gölgeleyen, perdeleyen bir işlev üstlenmektedir. Bu unsurlardan daha iyi nasıl faydalanabiliriz?

Ayetlerin iniş sebebini bilmenin ayetleri anlamada önemli olduğu görülmüş ve nüzul sebebi gibi bir yöntem geliştirilmiştir. Fakat zamanla bir ayetle ilgili çok farklı rivayetler, bir nüzul sebebiyle ilgili birden çok ayet zikredilir olmuştur. Hatta bir ayetin nüzul sebebi ile ilgili senetleri güçlü iki farklı rivayet zikredildiğinde durumu kurtarmak için bir ayetin iki defa indirildiği bile söylenebilmiştir. Görüldüğü gibi anlamayı kolaylaştırması beklenen bir yöntem, bizatihi anlamanın önünde engel olabilmektedir.

Kur'an'ın nüzulü yirmi üç sene gibi bir sürece yayılmıştır. Bu süreçte Müslümanlar Mekke'deki ezilen konumdan Medine'de yönetici pozisyona geçmişlerdir. Doğal olarak içinde bulunulan duruma göre ayetlerdeki vurgular da değişmiştir. Mekke'de müşriklerin saldırılarına sabırla karşılık verilmesini emreden ayetler yerini Medine'de kıtal/savaşa bırakmıştır. Yine içki yasağında olduğu gibi tedrici gelişen emirlerdeki çelişki gibi görülen farlılıkları ortadan kaldırmak ve İslam'ın hakim pozisyonunun ilelebet süreceğini farz eden alimler nesh diye bir teori geliştirmişler ve bazı ayetlerin hükmünün kaldırıldığını iddia edebilmişlerdir. Kısaca Kur'an'ı doğru anlama kaygısıyla geliştirilen bu yöntem Kur'an ayetlerinin iptalini beraberinde getirmiştir.

Tarihî birikimimiz bu açıdan faydalanılması aynı zamanda ayıklanması gereken bir yığındır. Kur'an'ı doğru anlama hususunda yapılan tüm samimi çabaları takdir etmekle birlikte geleneğin getirdiği olumsuz mirası ayıklama gibi bir sorumluluğumuzun olduğu kanaatindeyim.

Eğer muhkem ve mütevatir olanı yani vahyi/Kur'an'ı merkeze alarak siyer ve rivayet bilgilerini değerlendirirsek ufkumuzu açacak ve bize katkı sağlayacak birikimi görebiliriz. Ancak sırf senedi güçlü diye rivayetleri ya da büyük bir âlimin eseri diye Kur'an'la çelişen bilgileri kabul edersek bunlar bahsettiğiniz gibi Kur'an'ı anlamanın önünde payanda olmaktan öte bir işe yaramazlar.

(Röportaj: Eynas.net)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !