06-02-2024 11:28

`Asrın felaketi`nin yıldönümü... Deprem değil kıyamet

“Bu deprem değil abi, kıyamet” dedi ve sonrasında yaşanan yıkımın büyüklüğü ve kayıpların boyutundan söz etti. Kahramanmaraş’ta üniversite yerleşkesinde kurulmuş olan çadırkentte sohbet ettiğimiz bir depremzede de bu durumu, “Deprem olmaya başladığında ‘Bu deprem değil, kıyamet kopuyor olmalı’ dedim” şeklinde ifade ediyordu.

`Asrın felaketi`nin yıldönümü... Deprem değil kıyamet

İZLENİMLER... DEPREM DEĞİL KIYAMET

Şükrü Hüseyinoğlu

Bu cümle, Türkiye’nin güneyi ve Suriye’nin kuzeybatısını yıkıma uğratan 7.7 ve 7.6’lık iki büyük depremin ardından Hatay merkezde (Antakya’da) arama-kurtarma çalışmalarına katılan bir gönüllünün, kendisine sorduğum “Hatay’da ne kadar can kaybı vardır” sorusuna cevap verirken kurduğu ilk cümle. “Bu deprem değil abi, kıyamet” dedi ve sonrasında yaşanan yıkımın büyüklüğü ve kayıpların boyutundan söz etti. Kahramanmaraş’ta üniversite yerleşkesinde kurulmuş olan çadırkentte sohbet ettiğimiz bir depremzede de bu durumu, “Deprem olmaya başladığında ‘Bu deprem değil, kıyamet kopuyor olmalı’ dedim” şeklinde ifade ediyordu.  

Arama-kurtarma gönüllüsü arkadaşla bu konuşmamız, Suriye tarafına yardım ulaştırmak gayesiyle bulunduğumuz Reyhanlı’da gerçekleşmişti. Ertesi gün (depremin 9. günü) Antakya’yı yaklaşık 5 saat baştan sona dolaştım ve yaşananın depremden öte bir kıyamet olduğuna aynel yakîn tanıklık ettim. Bir şehir gerçek anlamda ölümü yaşamıştı.

Enkaza dönmüş bir şehir, terk edilmiş evler, arabalar, dükkanlar ve bunun da ötesinde enkazlardan çıkarılıp ceset torbalarına konulmuş olan mevtaların bir kısmının dahi enkazın bir kenarında sahiplerini beklediği, enkaz başında tek başına ağlayan insanların çaresizliğinin yaşandığı bir şehir…

Reyhanlı’dan gelen arabadan, şehrin uzandığı, merkeze epey uzak bir noktada inerek merkeze doğru yürümeye başladım. Enkazdan ziyade ciddi yıkım ve hasar görüntülerinin hâkim olduğu o mevkide iki mobilya mağazası dikkatimi çekti. İkisi de hasar görmüştü, kısmi yıkıntı içindeydiler ve şehirdeki tüm dükkanlar gibi kapalıydılar. Birinin camındaki “Mobilya Yenileme Günleri” yazısı, önündeki yıkıntılar arasında dikkat çekiyordu. Oysa şimdi o dükkân, dahası koskoca bir Hatay yenilenmeye muhtaç bir hale gelmişti.

İkindi namazını ikame etmem gerekiyordu ve yol üzerinde oluşturulan ufak bir çadır yerleşkesi önündeki birine nerede abdest alabileceğimi sordum, o da az ileride seyyar lavabolar bulunduğunu söyledi. Gayet düzenli bir çadırkent ve yanında seyyar lavabolar tesis edilmişti ve orada abdestimi alıp yola devam ettim. Hatay’da ilk günlerde ciddi bir sorun olan gıda, lavabo ihtiyacı ve çadır gibi barınma ihtiyaçları hal yoluna konulmuş görünüyordu.

Özellikle gıda ve giyim konusunda ihtiyacın ötesinde bir yardım bölgeye ulaşmış görünüyordu. Yol kenarlarında yığın yığın pet şişe sular, giyim kolileri vs göze çarpıyordu. Tabir yerindeyse adım başı aşevi hizmet vermeye başlamıştı. Biraz daha ilerlediğimde, iki iş makinasının hemen ana cadde kenarında, yerleşimlerin arasında kalmış, ekini yeşillenmiş büyük bir tarlayı düzlediklerini gördüm. Tüm deprem bölgesinde olduğu gibi, Hatay’da da konteyner kentler kurulması için yoğun bir çaba gösterilmekteydi.

Çeşitli İslami kuruluşların yardım çadırları ve aşevleri, bunun yanı sıra AKP’li ve CHP’li belediyelerin büyük çadır kurulumları ve iş makinaları ile Hatay’da yoğun bir çalışma gözlenmekteydi. 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi sonrası, yardım çalışması için Adapazarı’nda bir ay bulunmuş biri olarak, adil şahitlik sorumluluğu gereği, bugün özellikle kimi çevrelerce, zaaf, ihmal ve eksiklerin dile getirilmesinin ötesinde tamamen ideolojik amaçlarla bir kapa propaganda olarak oluşturulmaya çalışılan “devlet bölgede yok” algısının ne kadar gerçeklerden uzak, kurgu bir iddia ve algı olduğunu çok net şekilde söyleyebilirim.

Rejime siyasi olmanın ötesinde akidevi temelde muhalif bir Müslüman olarak bunu ifade etmeyi, adil şahitliği emreden imanımın gereği bilirim. Bir grup arkadaşla İstanbul’dan temin ettiğimiz battaniye, yastık gibi yardım malzemelerini bölgede ve Suriye tarafında ihtiyaç sahiplerine dağıtmak amacıyla 6. günde çıktığımız yolda bölge boyunca gözlemlediğimiz durum da, benim 9. günde Hatay merkezde gözlemlediğimden farklı değildi.

Evet, devlet kurumlarının bu çapta bir afete hazırlıklı olmadıkları görüldü, ilk birkaç gün ciddi bir zaaf yaşandı, koordinasyonsuzluk ve hazırlıksızlığın getirdiği yetersizlik sahada ciddi mağduriyetlerin yaşanmasına yol açtı. Fakat bir hafta içinde bir toparlanma ve hızlı çalışmalar başlatıldı.

Oysa 99’da Adapazarı’nda devlet bir ay boyunca gerçekten yoktu, çeşitli ülkelerin yardım çalışmaları da olmakla birlikte, asıl yükü fî sebilillah yardım çalışmaları, aşevleriyle İslami kuruluşlar omuzlamıştı. Hiç unutmam, devletin varlığına ancak 20. günlerde, hemen Sakarya Dayanışma Platformu olarak kurduğumuz çadırkentin yanındaki Sakarya stadyumunun duvarına yazılan “Devlet nerede” yazısı sonrası tanıklık edebilmiştik, polisin çadırkentlerde dolaşıp bu yazıyı kimin yazdığını araştırdığında yani.

Maraş depreminde ise, ilk birkaç gün ciddi olarak sendelenmiş, zaaf yaşanmış olmakla birlikte, bir hafta içinde toparlanma ve sahada etkisi yoğun şekilde görülen bir çalışma içine girilmiş durumdaydı. Üstelik ibretlik olan husus şuydu ki, “resmi kurumlar yok, kimse yok” diye feryat eden önyargılı ideolojik çevreler dışında herkes bölgede canhıraş bir çaba içindeydi.

Dedim ya, neredeyse adım başı bir yardım çadırı, aşevi çalışması. İşte o ekiplerden birine, aşevi kurup depremzedelere sıcak yemek dağıtmakta olan Doğu Türkistanlılara selam verip hal hatır sorduktan sonra, namazımı nerede ikame edebileceğimi sordum. Oracıkta birkaç seccade serip namazlarını ikame ettikleri alanı gösterdiler.

Bir Ayet Olarak Deprem

Gerçekten bir kıyamet provasının içinde yürüdüğümü iliklerime kadar hissederek merkeze doğru ilerliyordum. Büyük hasar almış, ilk katları üzerine çökmüş ve fakat bina bütünlüğü kaybolmamış iki bina dikkatimi çekti. Binaların arası daire sahiplerince belli ki otopark olarak kullanılıyordu. Çökmeyle birlikte arabalar binaların altında kalıp ezilmiş halde öylece enkaz altında terk edilmiş halde duruyorlardı, daha ön binanın altındaki kebapçı dükkânı da hasar almış ve kendi haline terk edilmişti.

İş, ev, araba… İnsanlar bunlar için çalışıp çabalamıyorlar mıydı? Oysa bakın bir karede işyeri de, ev de, araba da yıkıntılar altında kalmış, terk edilmişti. Kur’an’da kıyametin tasvirini yapan Zilzal, Kıyamet, Tekvir, Karia, İnfitar, İnşikak gibi surelerdeki kimi anlatımları adeta birebir gözlemleyebiliyordum. Zaten bölgedeki yol boylarında arazide gerçekleşen büyük yıkımlar, yarılmalar bu kıyamet provasının ilk tanıklarıydı.

“Yer, o büyük sarsıntıyla sarsıldığı

İçindeki ağırlıkları dışarı attığı

Ve insan ‘Buna ne oluyor” dediği’ zaman…” (Zilzal, 1-3)

“Güneş katlanıp dürüldüğünde,

Yıldızlar döküldüğünde,

Dağlar sallanıp yürütüldüğünde,

Gebe develer (değerli binekler) terk edildiğinde…” (Tekvir, 1-4)

Evet, Kitab-ı Kerim’deki bu ve benzeri kıyamet sahneleri bölgede bir kıyamet provası olarak yaşandı. Yer, o kaçınılmaz asli depremi bir kez daha bize hatırlatan bir ayet olarak büyük sarsıntılarla sarsıldı, insanlar, tıpkı kaçınılmaz olan ez-Zilzal nasıl ansızın gelecekse ansızın gelen depremler karşısında “ne oluyor” şaşkınlığını ve çaresizliğini yaşadılar. Dağlar yürütülüp yarıldı, evler, işyerleri, değerli binekler terk edildi.

Bir enkazın başında tek başına oturmuş, bir yakının ismini söyleyip ağlayan genç kızın çaresizliği ve yalnızlığı, aynı enkazda belli ki arama-kurtarmacıların bir can daha kurtarabilmek gayretindeyken bulup enkazın yanı başına üst üste koydukları aile albümleri ve devasa enkaz yığınının yanında binadan kalan yegâne yâdigar, “Cumhur Apt. No: 1” yazılı küçük bina tabelası. İşte Antakya’da bir enkazın acı hikâyesi. Genç kıza teselli vermek için sabır temennisinde bulunmak istedim, hıçkırıkları daha da arttı, acısını paylaşacak bir dayanak bulduğu hissiyle muhtemelen.

Enkaza dönmüş bir şehir ve nice ailelere, onlarca insana mezar olan her enkazın acı hikâyesi. Bu enkazların arka planında, yerleşim yerlerinin doğru seçimi, doğru malzeme, doğru inşaat gibi, imar ve inşanın kaderinin (gözetilmesi gereken ölçülerinin) dikkate alınmaması acı gerçeğinin yattığını görüyor ve Rabbimizin kevni ayetlerinden bir ayet olan deprem afetinin, imar ve inşa kaderine riayetsizlik sebebiyle büyük kayıpların yaşandığı yıkıcı bir afete dönüşüyor olmasına yanıyorsunuz.

Bizler, Rasulullah (a.s.) ve ilk nesilden, "Allah'ın bir kaderine (afet, hastalık vs) karşı, diğer kaderine (tedbire)" başvurmakla mükellef olduğumuzu öğrendik. Deprem konusunda "kader", depreme gerekli hazırlıkların yapılması, yerleşim yerlerinin doğru seçilip binaların sağlam inşa edilmesidir.

Dağları yarıp parçalayan, yolları, arazileri 4 ile 7 metre arasında kaydıran bir büyük kırılmanın bu yönüyle doğal bir afet olduğunda tabii ki kuşku yoktur ve bir uzmanın isabetle belirttiği ve bizim de sahada gözlemlediğimiz üzere, özellikle de fay hattının doğrudan denk geldiği, dağları, yolları parçaladığı mevkilerde herhangi bir mühendislik eserinin ayakta kalması mümkün değildir. Bu anlamda, tedbiri mutlaklaştırmak gibi insanı müstağnileştirecek ve tuğyana sürükleyecek yaklaşımlardan da uzak kalmak gerekir.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ifrat ve tefrit uçlarından uzak durmak, vasat tutum üzere olmak gerekir. Kader mefhumuna insanın sorumluluklarını, tedbir imkânlarını yok sayacak bir anlam yükleyip, çürük zeminlere çürük binalar dikme suçunun faturasını haşa Rabbimize yıkmaya çalışmak yanlış olduğu gibi, tedbiri mutlaklaştırmak ve insanın muhtaciyet ve acziyetini gündemden düşürmek de yanlıştır.

Aslında deprem afeti, nisyan ile malul olan biz insanlara unutup gündemimizden düşürdüğümüz o kaçınılmaz asli depremi, ez-Zilzal’i, Kıyamet’i hatırlatan bir ayettir. Yani asıl depremi hatırlatan, sürekli gündemde tutmamızı ihtar eden Rabbani bir işarettir. Bu yönüyle de aslında insanoğlu için, ebedi ziyan konusunda ihtar ve inzar vazifesini gören bir rahmettir.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi, onu şehirlerde yıkıcı bir afete dönüştüren biz insanların, kevni ayetleri, Rabbimizce doğaya konulmuş olan statik kaderi ve tabii ki Kitabi ayetleri, iman ve ona dayalı emanet bilincini esas almadan imar ve inşaya kalkışma yanlışımızdır.

Bu noktada, toplum olarak iman ve dolaysııyla imar konusunda köklü bir tevbeyle, tevbe-i nasuhla temelden bir dönüşüme ihtiyacımız olduğu açıktır. Kentsel dönüşüm diye ifade edilen hususun temeline “imansal dönüşümü” koyamadığımız müddetçe, o çabaların da sonunun rantsal dönüşüme çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Kimse Kaldı mı ki!

Hatay merkezden önce yol güzergâhımızdaki Belen beldesinde, Kırıkhan ve Reyhanlı ilçelerinde ve Ovakent beldesinde de gözlemlerimiz oldu. Fakat Hatay merkez, tam anlamıyla enkaza dönüşmüş bir şehir olarak beni derinden sarstı. Asi nehrinin hemen kenarında, depremde zarar görmüş son model lüks otomobillerini nehrin üstündeki köprüden karşıya geçirmeye çalışan bir baba-oğulu görünce, selam verip durumlarını ve bir ihtiyaçları olup olmadığını öğrenmek istedim.

“Yakınlarınızdan vefat eden oldu mu?” soruma, babanın cevabı “Kimse kaldı mı ki” şeklindeydi. Evlerinin enkazı da hemen yakındaydı. Sabır dilemekten ve “İnna lillahi ve inna ileyhi râciun / Biz muhakkak ki Allah için varız ve O’na dönücüleriz” (Bakara, 2/156) hakikatini hatırlamaktan başka elinizden ne gelebilirdi ki?

Köprünün hemen karşısında orta yaşlarda bir amcaya selam verdim, o da yaşadıkları büyük yıkım ve kayıplardan söz etti, nisbeten  daha metanetli olmaya çalışan bir yaklaşımla. Ciddi bir yıkım yaşanan tarihi Habib-i Neccar Camii’ni sorup, Asi nehri istikametinden iç tarafa doğru yöneldiğimde artık hava kararmıştı. Caminin ara caddeye çıkan ana kapısı kısmen hasar almış olmakla birlikte ayaktaydı, ancak kapıyı biraz aralayıp içeriye girmek istediğimde yıkımı karşımda buldum. Avluda nöbet tutan askerlerin girişin yasak olduğu ikazı sebebiyle caminin durumunu karanlıkta kapı önünden görebildiğim kadarıyla gözlemleyebildim.

Kapıdan çıktığımda, orta yaşlarda bir hanımefendinin elindeki cep telefonuyla caminin giriş kapısını kameraya alıp belli ki görüntülü görüşme yaptığı birine bilgi vermeye çalıştığımı gördüm. “Bak burada ne yazıyor” ifadesini duyunca, caminin ismini bilmeyen biri zannıyla ona yardımcı olmak için “Burası Habib-i Neccar Camii abla” dedim. “Kardeşim ben bu sokakta yaşıyorum. Bak sokak ne halde. Burası ne kadar canlı bir yerdi. Şimdi enkaza döndü. Almanya’da yakınlarım beni çağırıyor, fakat ben burada kalacağım, burası benim vatanım, bir yere gitmeyeceğim” şeklinde duygularını ifade etti. Kendisine sabır dileğinde bulunup teselli etmeye çalıştım, dua ettim.

Hava iyice kararmıştı ve burası da arkalarda bir caddeydi. Allah’tan oradan geçen bir UMKE ekibi gördüm, onlara araç bulabileceğim bir ana caddeye nasıl çıkabileceğimi sordum, bir noktaya kadar kendileriyle gidebileceğimi söylediler. Yüz metre gibi yürümüştük ki, o karanlık içinde ufacık bir ışık gördük, az sonra da bir asker yolumuzu kesip yolun kapalı olduğunu, az ileride enkazda canlı araması yapıldığını, sessiz olmamız gerektiğini söyledi.

Işığın geldiği yerden biraz sonra ortak bir ses yükseldi: “Sesimiz duyan var mı?” Sonra derin bir sessizlik. Bir süre bu sessizliğe eşlik ettikten sonra, UMKE ekibiyle yıkıntılar arasından ara sokaklarda bir süre yürüdükten sonra, bana bir ana caddenin yolunu tarif edip ayrıldılar. Yarım saat tek başıma o karanlıkta, çeşitli sokaklardan ve bir sanayi sitesinin içinde geçerek bir ana caddeye çıktım. Habib-i Neccar Camii’ni görme düşüncesinin beni böylesine bir belirsizliğin içine düşüreceğini tabii ki bilemezdim.

O gün baştan başa dolaştığım Antakya’nın tam anlamıyla ölü bir şehre, enkaz kente dönüşmüş hali gerçekten çok acıydı. Rabbim bu depremlerde orada ve diğer beldelerde vefat eden mü’minlere rahmet etsin. Vefat edenlerin yakınlarına sabır ihsan etsin, yaralılara şifa versin. Çok büyük bir afet, çok büyük bir imtihan.

Ovakent’te bir mezarın başında hüzünlü şekilde durduğunu görüp yanına gittiğim ve babası ve iki küçük yeğenini depremde kaybettiğini öğrendikten sonra sarılıp sabır dilediğim gencin, “Köyde sadece bir evde 16 cenaze var, hangi acıya üzüleceğimizi şaşırdık” sözleri, bölgede yaşanan yıkım ve acıları özetliyor olsa gerek.

Merhamet, Şefkat ve Paylaşımı Daim Kılmak

Deprem sonrası, ilk günden itibaren örnek denilebilecek düzeyde bir toplumsal dayanışma çabası yaşandı. İneğini 13 bin 500 TL’ye satıp bu parayı deprem bölgesine gönderen yaşlı teyzemiz, bilgisayar almak için biriktirdiği parasını “Allah bana daha çoğunu verir” diyerek bölgeye gönderen çocuklar, evlerini depremzedelere açan aileler… Büyük toplumsal bir şefkat ve merhamet hareketine tanıklık ettik, ediyoruz. Bu, gerçekten çok güzel ve önemli bir haslet.

Hatay’da ve Kahramanmaraş’ta aynel yakîn, diğer bölgelerde de ilmel yakîn olarak örnek bir toplumsal dayanışma seferberliğine tanıklık ettik ve bizler de bu dayanışmanın bir parçası olmaya gayret gösterdik. Maraş’ta çeşitli İslami kuruluşlarca teşkil edilen ve depremzedeler için günde 20 bin kişilik yemek çıkarılan aşevinde, dergimiz yazarı Mehmed Durmuş ile Tv kanallarındaki politik tartışma programlarının müdavimlerinden akademisyen Tacettin Kutay’ı yan yana oturmuş patates soyarken görmek, yaşanan toplumsal dayanışma seferberliğinin hoş bir enstantanesiydi benim için.

Gönül ister ki, Rabbimizin insan fıtri olarak yüklediği bu şefkat, merhamet ve paylaşım duygu ve amelleri süreklilik arz eden bir tutuma, toplumsal bir yönelime dönüşsün, böylesi afet dönemlerinde birbirini enkazdan kurtarmak için seferber olan insanlar, normal zamanlarda birbirini enkaza gömmeye, hayatı birbirine zehir etmeye çalışmasalar, hep böyle merhametli, paylaşımcı olsalar.

İşte bu da ancak, bahsettiğimiz “imansal dönüşümle” mümkün olabilecek bir durum. Zira bu toplumun tüm fıtri özellik ve İslami güzelliklerini bir asırdır ezip yok etmek için işleyen bir tuğyan, fısk-fücur düzeni silindiri söz konusu. Rabbim, Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil nasıl o gün başarmışlarsa, bizleri de bugünün coğrafyalarında söz konusu “imansal dönüşümü” gerçekleştirmeye muvaffak kılsın.

Deprem bölgelerinde dikkatimizi çeken, bizi umutlandıran bir diğer husus da, bölgenin yoğun bir Ümmet dayanışmasına tanıklık ediyor olmasıdır. Gerek işgalci Rusya ve İran emperyalizminin finosu zalim Esed rejiminin bombardımanlarında şehirleri enkaza dönmüş, kendileri mülteci durumuna düşmüş olmalarına, gerekse de bu depremlerde tıpkı Türkiye’nin bölgedeki şehirleri gibi büyük bir yıkım yalamış ve enkazlarda binlerce kayıp vermiş olmalarına rağmen, Suriyeli Müslümanların ekmek üretip Türkiye’deki depremzedelere göndermesi, söz konusu Ümmet dayanışmasının en anlamlı örneklerinden biriydi.

Gerek Hatay’da, gerek Maraş’ta, Filistinlisinden Mısırlısına, Endonezyalısından Malezyalısına, Pakistanlısından Arakanlısına, Doğu Türkistanlısından Çeçenistanlısına, Mısırlısından Katarlısına, İslami dayanışma bilinci ve buna dayalı sivil insiyatifle bölgeye gelmiş olan birçok ekiple karşılaştık, kısa sohbetler etmeye çalıştık.

İçlerinde beni en çok etkileyenler, Arakanlı üniversite öğrencileriydi. Maraş’a, üniversite okudukları Karabük’ten kendi imkânlarıyla otobüsle gelmişlerdi ve depremzedelere yemek çıkarılan aşevinde canhıraş şekilde çalışmaya koyulmuşlardı.

Burma’da Budist dikta rejiminin işgal ve zulmü altındaki Arakanlı Müslümanların bu güzel evlatlarıyla, bir tekstil fabrikasından yardım merkezi ve aşevine çevrilen binada mescid olarak ayrılan bölümde sabah namazı için beklerlerken karşılaşıp tanıştık ve Arakan’daki durum hakkında konuştuk. Arakan’da, gündemden düşmüş olmakla birlikte halen devam eden büyük zulmün tam anlamıyla korkunç boyutları hakkında bilgiler verdiler.

İslam coğrafyası toplumları olarak gerçekten çok zor dönemlerden geçiyoruz. Parçalanıp dağılan Ümmet binası, fiili işgal ve zulüm altındaki çeşitli beldelerimiz, bombardımanlar, katliamlar ve bunun yanı sıra yaşadığımız coğrafyada olduğu gibi bir asırdır siyasi ve kültürel işgal altındaki beldelerimiz… İmandan ve dolayısıyla emanet bilincinden uzaklaştırılan ictimai ve siyasi işleyişin doğurduğu insafsızlık ve izansızlığın neticesi olarak, doğal afetin ötesinde büyük yıkımlara ve dolayısıyla insani afete dönüşen deprem, sel, yangın gibi musibetler…

Kur’an şairi merhum Mehmed Akif, bir asır önce Ümmet binasının çöküş günlerinde o acıyı hissederek kaleme aldığı şu dizelerinde adeta yaşadığımız bu acı günleri de özetlemiş:

"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım

Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım

Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?

Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!

Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan

Yatıyor şimdi, nasıl yerlere geçmez insan?

Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu

Nereden başladı yükselmeye, bak nerede ucu"

Evet, tıpkı salgın dönemi gibi şimdi de depremle binlerce insanımızı kaybettiğimiz büyük bir acı içinden geçmekteyiz. Bu durumlarda mü'minler olarak nasıl davranacağımıza dair Rabbimizin şu ayetini ve Rasulullah'ın, oğlu İbrahim vefat ettiğindeki şu tavrını esas alarak hüzün üzere sabrı kuşanmak durumundayız:

"Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde: 'Şüphesiz biz Allah için varız ve O'na döneceğiz' derler." (Bakara, 2/156)

Rasulullah (a.s.), oğlu İbrahim vefat ettiğinde şöyle demiştir: “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.” (Buhari, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 62)

Deprem bir ayet olarak bize birçok ders ve mesajlar verdi kuşkusuz. İman esaslı bir imarın gerekliliği bu ders ve mesajlardan biri. Bunun da ötesinde asıl ders ve mesajı, dünyanın mutlak güven ve rahatlık yeri olmayıp, bir imtihan yeri olduğu gerçeğidir. Ölüm her an yanı başımızda. Dolayısıyla her an ölüme ve hesaba hazırlıklı olmak gerek.

“İnsanların hesapları yaklaştı. Oysa onlar, gaflet içinde yüz çevirmektedirler.” (Enbiya, 21/1)

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Mart 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !