Laiklik Ve Demokrasi

Laiklik özünde din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrılmaları, birbirine karışmamaları anlamına gelir.

03-03-2010


Laiklik ve Demokrasi 

Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir.Eski çağlardan beri din adamı olmayan , rûhani bi sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kIsacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılır.

Laiklik özünde din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrılmaları, birbirine karışmamaları anlamına gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak kişileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazlık alanı da çizer. Kişilerin dinsel inanç ya da inançsızlıktan, din buyuklarını yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamasını, ayrım görmemesini , serbestçe ibadet edebilmesini, ibadete zorlanmamasını v.b. öngörür.

Tarihi gelişimi ve niteliği: Başta Fransa olmak üzere Batı dünyasında yani dini Hıristiyanlık olan dünyada gelişen laiklik, dinsel doğmaların bilim, sanat, felsefe ve siyaset üzerindeki baskılarını gerileten Rönesans ve aydınlanma çağının düşüncesinden kaynaklandı; özellikle katolik kilisesinin merkezî ve baskıcı yapısına karşı duyulan TEPKIDEN doğdu. Yani TEPKISEL’dir. Kilise ve ruhbânın katı disiplin ve ahlak kurallarıyla toplum ve bireyler üzerinde kurduğu sıkı denetim, kendi karşıtlarını da yarattı; usculuk(Rasyonalizm) ve olguculuğun(Pozitivizm) yanında siyasal liberalizm gibi akımların gelişmesine yol açtı.

Bu düşünsel kaynaklardan beslenen laikliğin sınıfsal bir anlamı ve işlevi de vardı. Federal-aristokratik toplum ve siyaset yapılarına karşı çıkarak iktidara yükselen burjuvazinin ideolojik, siyasal özlemlerini dile getiriyordu. Özellikle tanrısal egemenlik anlayışına dayalı mutlak monarşilere karşı çıkan ve ve kapitalist değerlerin yaygınlaşmasında somut çıkarı bulunan bu orta sınıflar egemenliğin kaynağının ve kullanılışının dünyevîleştirilmesi (MILLI EGEMENLIK ILKESI) ve toplumlardaki değer yargılarının dinsel temellerinden uzaklaştırılarak laikleştirilmesi sürecini de başlattı. Laiklik ilkesine yöneliş özellikle Fransa’da (1793) militan bir nitelik kazandı. Ispanya(1868-1976), Portekiz(1908-1917), Fransa etkisindeki Meksika(19.yy) ile Türkiye(1920 sonrası) gibi cumhuriyetçi rejimlerde oldukça köklü değişimlerle uygulanmaya kondu.

Batı toplumlarının ve devlet düzenlerinin laiklik doğrultusundaki evriminin özü, devletin belli bir dini (Batı için yalnız hıristiyanlığı) temsil etmekten çıkarılması din ve devlet ayrılığının sağlanması ve devletin her türlü inanç karşısında tarafsız ve eşit davranmasıdır.Bu öncelikle devletin belli bir din ve mezhebe bağlı olmaması; herhangi bir din veya mezhebin savunuculuğunu ve yayıcılığını yapmaması ve belli bir din ya da mezhebin örgütlenmesine karışmaması demektir. Başta Fransa ve ABD olmak üzere, laik devlet sistemleri kamu kurumlarının din ve mezheblere ve bunlara bağlı kuruluşlara yardımda bulunmalarını yasaklamıştır. Devlet nasıl dinsel alana karışmamak yükümlülüğünde ise, din kurumu ve örgütleri de dünyevî ve siyasal alana müdahele edemezler.

Laik devlet din ve ibadet, inanma ve inanmama özgürlüklerini güvence altına alır. Kişilerin dinsel inançlarını seçmek, bunların gerektirdiği bireysel ve toplu ibadetleri yerine getirmek ya da hiç bir dinsel inanç beslememek ve bundan ötürü de kınanmamak konusunda mutlak dokunulmazlığı ve özgürlüğü vardır. İbadet özgürlüklerinin çerçevesi kamu düzeni anlayışıyla çizilmiştir. Bugün İngiltere ve Norveç gibi bazı devletlerin kurumsal düzeyde belli bir din(hıristiyanlık) ve mezheble geleneksel bağımlılıklarını sürdürüyor görünmesi gerçekte laik olmalarını engellememektedir.

Bütün bu yukarıda anlattıklarımız dini hıristiyanlık olan Batı dünyasının oluşturduğu ve kabullendiği, özellikle de kendi dinleri olan hıristiyanlığın, paganist değerlerle meczolmuş inanç ve uygulamalarının tüm batı toplumunda asırlarca geniş halk kitleleri üzerinde uygulama görmesine karşı oluşan TEPKİSEL gelişmelerin sonuçlarıdır. Zira Kral-kilise ikilisinin güdümündeki Batı toplumları köken itibariyle paganist (çok tanrıcı ve putperest) toplumlardır. Roma’nın hıristiyanlığı benimsemeye başladığında siyasî iktidar SEZARların elinde idi. Iktidarla uzlaşmaya girerek kendini topluma kabul ettirmeye çalışan hıristiyanlık Isa(a.s.)’a gelen mesajın özünde değişiklikler yaparak bu noktaya gelmiş; Yunan ve Roma’nın tarihsel gelişimine uygun olarak DIN ADAMLIĞI(RUHBAN SINIFI) ya da LAIK OLMAYAN(Halktan ayrı, din adamı) sınıfının dini olmuştu. Bu itibarla da zaten başlangıcından itibaren Ruhbân sınıfının yönetiminde ve tekelindeki bir dini ifade ediyordu.

Yönetici sınıfla uzlaşmasını pekiştiren Ruhban sınıf(ki sürekli olarak KILISE diyeceğiz) iktidar teorileri üretiyor ve IKTIDARIN TANRISALLIĞI üzerinde durarak, uzlaştığı Yönetici sınıfa(ki aşağıda sürekli olarak KRAL deyimini kullanacağız) yönetme yetkisinin tanrı tarafından bağışlanmış bir hak olduğunu söylüyordu.Halk kitleleri üzerinde bu görüşünü, halkın dindarlık içgüdüsünden yararlanarak yerleştiren ve halkı güdümüne alan Kilise, Kral ile birlikte halkın üzerindeki iktidarını otoriter bir şekilde sürdürüyordu.

Batı Eski Yunan’da ve Roma’da aynı geleneğe sahipti. Yönetici kadrolar hep RUHBAN SINIFINI iktidarları süresince yanlarında bulundurmuşlar, iktidarların himayesinde dindarlık yapılmış, âyinler yönetici sınıfın Ruhbân sınıfı ile öncülük etmesi ile uygulanagelmiştir.. Paganizmin iliklere işlemiş bu uygulaması Batı’yı hıristiyan olduktan sonra da bırakmamış, hıristiyanlık paganist geleneklerin içinde meczedildiği bir iktidar, ibadet ve Ruhbân sınıfının buyruklarından oluşan dünyevî davranışlar düzeninden ibaret hale gelmiştir.

Daha başlangıcında siyasal iktidarla uzlaşmayı kabullenen hıristiyanlık; daha sonra simgeselleşen ve kendisini SEZAR’IN HAKKINI SEZAR’A, TANRI’NIN HAKKINI TANRI’YA VEREN bir din haline gelmişti. Bu anlayış hıristiyanlığın özünde bulunan bir anlayış değil, paganist(çok tanrılı, putperest) anlayışın hıristiyanlaştırılmasının bir ürünü idi. Tanrı tek başına haklarının tümünün belirleyicisi ve sahibi olamayınca, iktidarının(hakları- nın) bir kısmını SEZARLARA(Yöneticilere) vermek zorunda kalınmıştı. Zira Isa(a.s.)’a gelen din(vahiy), onun en yakın arkadaşları tarafından taviz verilerek değiştirilmiş ve çok tanrılı yönetimin köküne aşılanmıştır. Müşrik kökenden büyüyen bu aşı, büyüdükçe aşılandığı kökün özelliklerini daha bariz olarak göstermeye başlamış ve tek Tanrı inancı esasına dayalı olarak gelen hıristiyanlık sonuçta yine esas itibariyle çok tanrılı(TESLIS) bir din haline getirilmişti. Böylece Batı insanının tanrılarında bir azalma olmuş, belki sayıları sınırlandırılmıştı.

Isa’ya gelen mesaj daha başından bozulmaya başlayınca ve bu işi yapanların tekeline girince, bunu yapanlar rahatlıkla bu yeni dinin de RUHBAN SINIFINI oluşturmuşlar, çok tanrılı devirlerdeki imtiyazları da ellerinde kalmıştı. Yine halkı Tanrıya(veya tanrılara) yaklaştırmayı, halkın tanrıların gazabından kurtulmasında aracı olmaya, bunun için ibadetleri(âyinleri) yönet- meye devam ediyorlar, saltanatları sürüyordu. Çok tanrıcılık döneminin ibadetlerini tekellerinde bulunduranlar, hıristiyanlıkta da bunu becermiş ve halk bir türlü Allah’ın kulları olamamışlar, yine kendi cinslerinden bazılarının kulu olmaya devam ettirilmişti.

Çok tanrılı dinlerin âyinlerini yöneten RUHBAN SINIFI; nasıl o âyinlerde Tanrı’yı gazabından vazgeçirmek, insanlara şefkat ve rahmetini temin etmekte aracı idi iseler, şimdi de bu işlevleri devam ediyordu. Ne var ki daha organizeli ve bu defa Kral(yönetici)ı da yanlarına alarak. Kralı yanlarına alabilmeleri, kralların yönetim hakkının tanrı tarafından kendilerine bağışlanmış bir hak olduğunu söyleyerek, yani iktidarlarını takdis ederek yapıyorlardı bu işi. Böylesi bir pekiştirilmeden tabiidir ki memnun olan kral yönetiminde daha da rahat hareket edebiliyor, Ruhban sınıfının desteği yanında halkın ruhban sınıfı tarafından belirlenen inançlarının da yardımına mazhar oluyordu. Keyfemâyeşâlık alabildiğine güç kazanmış, kurumlaşmıştı. Zavallı halkın, insanların söyleyebileceği, yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Olamazdı da. Zira şimdi artık Tanrı, Kral ve Kilise üçlü ittifakı karşısında bulmuştu kendisini. Kendinden yana kimse yoktu. Tanrı da, Kral da, Kilise de kendilerine karşı idi. Nasıl ve ne şekilde bu üçlü ittifaka karşı gelebilirler, kendilerinin de hakları bulunduğunu söyleyebilirlerdi. Bu ne teorik olarak ne de pratikte mümkün idi. Zaten hele birileri kıpırdasın ve halkın üzerinde kilisenin tanrı adına belirlediği gerçeklere(!) bir karşı çıksında görsündü gününü. Tanrı böylelerinin diri diri ateşlerde yakılmalarını emrediyordu. Tabii Ruhbân sınıfının uyduruk tanrısı böyle istiyordu. Halkın gerçekten sığınabileceği herhangi bir sığınak, herhangi bir ümit ışığı da görünmüyordu. Böylece bütün ortaçağ boyunca Avrupa koyu karanlıklar içinde KRAL-KILISE ikilisinin tanrı ile yaptığı(!) ittifakın sonucu yönetildi durdu.

Örneğin kral oğluna veya kızına düğün mü yapmak istiyordu. Bu düğün de büyük masrafları mı gerektiriyordu. Bu takdirde iktidarları kendilerine tanrı tarafından bağışlanmış bu insanların her arzuları da tanrı tarafından belirlenmiş arzular olmalı idi ve bu masraflar tanrı adına, tanrı için halk tarafından karşılanmalı idi. Kralın askerleri köylere dağılır ve bu masrafları karşılaya- cak malları köylünün elinden alır, toplar getirirlerdi. Yine koca sarayların masrafları da aynı yöntemlerle karşılanırdı. Halk yiyecek ekmek bulmakta, günlük hayatını sürdürebilecek yiyecek bulmakta zorlanırken, kralları her türlü nimetlerin içinde yüzmeli idiler.

Zira adına krallık yaptıklarına göre ve tanrılar böyle istediklerine göre elbetteki tanrı, kulları gibi olamazdı ve bütün nimetlerin zaten sahibi idi. Bu nimetleri de istediğine vermekte kendisi karar sahibi idi. Bu kararını da Ruhbân sınıfına bidiriyor, onlar da halka iletiyordu. öyle ise nasıl karşı gelebilirler ve kendilerinin de ihtiyacı bulunduğunu söyleyebilirlerdi. Tanrıları onların neye ne kadar ihtiyaçlarının olduğunu bilmez mi idi ? Mademki kıt kınaat geçinmelerini istiyordu tanrı o takdirde nasıl buna karşı çıkılır, itiraz edilirdi. Ahiretin beklemeden bu dünyada diri diri ateşte yanmak var olunca insanlar ister istemez boyun eğiyorlardı. Sızlansalar da.

Bütün ortaçağ böylesi bir uygulamanın kesif koyuluğunda geçti. Bir topluma uzun asırlar zulüm uygulanırsa o toplumda ihsası(duyarlılığı) kuvvetli insanlar çıkar ve ağırlığını kişi ve toplumun üzerinden bir lahza bile kaldırmayan bu uygulamalardan kurtulmak için yollar ararlar. Isabetli veya isabetsiz olabilir bu yollar. Ama insanlar içinde bulundukları darlıklardan kurtulma yolu aramaktan kimseler alıkoyamazlar. Tarih boyunca da insanlar hep böylesi yolları aramışlardır. Zira yaşamlarının sıkıntısı, doğaları gereği insanları bu sıkıntılardan kurtulmaya sevketmektedir.

Bazı düşünürler kendilerinin de dahil bulunduğu geniş halk kitleleri üzerindeki bu sonu gelmez sıkıntının nereden kaynaklandığını, bununla nasıl başedilebileceğini düşünmüşlerdir. Ve sıkıntının kaynağının KILISE olduğunu keşfetmişlerdir. Zira halkın yaşadığı bütün sıkıntılar Kilise’nin istediği tasarruflarda bulundurabildiği tanrı tarafından Krala verdirilen hakların(!) kullanılmasından doğmaktadır. Kral’ın toplayacağı vergiye halk itiraz mı etmekedir. Yiyecek birşeyimiz yok, bize de yaşama hakkı veriniz, yaşayacak kadar olsun birşeyler bırakınız bari diye sızlanan halkın sızlanmaları köyün papazı tarafından “ Bu dünyada fakir olan ahirette zengin olacaktır, krala karşı çıkmak tanrıya karşı çıkmaktır” şeklinde özetlenebilecek sözlerle bastırılıyordu. Pek özet olarak söylemek gerekirse her ne kötülük yapılırsa, hikmetinden sual olunmamalı, tanrının isteğinin böyle olduğu kabul edilmeli idi. Uygulama uzun asırlar hep bu anlayışın halk üzerinde baskın olarak bulundurulmasının sonucu olarak yaşayabildi, uygulama gördü.

Bu duruma çözüm aramak için düşünenler tüm melanetlerin kaynağının kilise olduğunu(tek din olan hıristiyanlığın temsilcisi olan kilise) görüyor ve kilisenin temsil ettiği şeyin de din olduğu gerçeğinden hareketle kurtuluşun ancak insanları(halkı) dinden, dinin etkisinden uzaklaştırmakla, dine itibar etmemekle mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Zira karşılarındaki gerçek böyle idi. Bütün sıkıntıların kaynağı gerçekten din idi, halkın itibar etmesi idi. Şayet halk dine itibar etmezse, din adamlarına(Ruhban sınıfa) itibar etmemiş olacak ve sonuç olarak da Ruhban sınıf halkın üzerindeki etkisini kaybedince, ister istemez Kral(Yöne- tici) halkı ezemeyecekti.

Halkın, dağınık da olsa gücü mutlaka Kralınkinden fazla idi. Hattâ kral yanında bulundurduğu yardımcılarınını askerlerinin de masraflarını halktan aldığı aldığı vergilerle karşılamıyor mu idi? Vaziyet böyle olunce halkın dinden uzaklaştırılması sonucu, halk kiliseye, yani Ruhban sınıfa itibar etmeyecek, onların sözlerini dinlemeyecek ve krala karşı, kralın tasarruflarına karşı gelecek ve kralın en azından her istediğini yapmıyabilecekti. Böylece de halkın üzerinden baskı, zulüm doğal olarak azalacak ve kalkacaktı. Bütün mesele bu kilidi açmaktı. Yani halkın üzerinde bütün ağırlığı ile bulunan dinin baskısını hafifletmek, kaldırmaktı. Iş yine zulme uğrayan halkta bitecekti. Şayet halk bu düşünceye(çözüme) yakınlık gösterir ve bu düşüncenin sahiblerine destek verirse istenilen olur ve halk kitlelerinin üzerindeki bu basınç en azından azalır ve sonuçta da tümüyle kalkabilirdi.

Bu sebeble düşünürler, içinde bulundukları şatların kendilerine alternatifsiz olarak gösterdiği çareyi uygulamaya koydular. Halka yapılan zulmün sebebinin din adamları olduğunu, bunun da dinin kendisinden(abii ki hıristiyanlıktan) kaynaklandığını söylemeye başladılar. Bu sözler kendilerine yapılan zulme karşı sözler olduğu için sempati ile karşılanıyor fakat tümüyle destek görmüyordu. Zira insanların dindarlık içgüdüleri onları dine karşı çıkmaktan alıkoyuyordu. Insan, kendisini karşısında âciz hissettiği şeylere itibar eden bir varlık olarak görmektedir. Zira insan gerçeği böyledir. Hakikaten insan âcizdir. Sığınmak, korunmak ve varlığını(bekasını) temin etmek onun yapısının özelliğidir.

Düşünürlerin, hergün halkın çektiği azaba, sıkıntıya çare olarak onlara öncülük etmeye çalışması az da olsa bazı insanların onların yanında yer almasına sebeb oluyor ve başlangıçta dışa pek vurulmasa da içten destek görüyordu. Dine karşı çıkmak şeklinde değil ama, din adına yapılanlara karşı çıkmak şeklinde algılanma daha ağır basıyor ve yine de düşünürler böylece halkı etkileyebiliyorlardı. Zira sıkıntıyı bizzat yaşayan halk idi. Halk bu sıkıntıyı çektiği sürece, halka bu sıkıntıdan kurtulmak için önerilen çareye kulak vermesi de kaçınılmazdı.

Bu düşünce sahiplerinin ve buna yakınlık gösterenlerin diri diri yakıldığı, ağır cezalarla yıldırılmaya çalışıldığı uzun yıllar yaşandı Avrupa’da (Zira o asırlarda Batı yalnız Avrupa’dan ibaret idi). Engizisyon mahkemeleri kuran ve tanrı adına onun kullarını cezalandıran Ruhban sınıfının tüm baskısına rağmeni halk öyle de olsa böyle de olsa zaten eziyetten başka yol bulamayınca yavaş yavaş da olsa bu düşünce daha çok taraftar bulmaya başladı. Yönetime karşı ayaklanmalar, kiliseye karşı çıkmalar çoğaldı.

Düşünürler şöyle de özetlenebilecek tez ileri sürüyorlardı: “DIN YOKTUR ve (DIN OLMAYINCA) HAYATTA DA YOKTUR”. Yani bu demekti ki Dinin varlığının kabul edilmesi(tabii hıristiyanlığın) halinde var olan ve varlığı ile kabul edilecek bu din yine zulmünü sürdürecektir. O zaman hiç bir şey deyişmeyecektir. Zira din demek, kilise demektir. Kilise demek ise zulüm (veya) zulmün başdestekleyicisi, zulmün icazet aldığı makam demektir.

Durum bu olunca ister istemez DIN YOKTUR demekten başka çare de görünmemektedir.Din olmayınca da, hayatta bulunması diye birşey olamaz. Yani hayatı; kişi ve toplum hayatını tedvir etmesi, düzenlemesi diye birşey olamaz. Öyle düşünmenin tabii sonucu olarak Olmayan dinin, hayatta da bulunmaması gayet tabiidir. Olmaması gereken din zalim bir dindir. Olmaması gereken din zulmün kendisinden icazet aldığı dindir. Reddedilen din düşünen ve düşünmeyeni ile, düşünür ve düşünür olmayanın bildiği tek din yani hıristiyanlık idi. Zira başka bir din bilinmiyor, hayal bile edilmiyordu. Her ne kadar zaman zaman İslam’ın adı duyuluyorsa da Ruhban sınıfı bu duyulanların hakkından geliyor ve müslümanlığı sapık, şeytanın işi olarak gösteriyordu.

Divinia Komedia -ki o asırların bugün bile meşhur olan anlayışını aksettiren bir eseridir- müslümanların ve İslam’ın peygamberinin cehennemde nasıl yakıldığını anlatan bir eserdir. Zaten halkın birşeylerden haberi yok iken, aristokrasinin de böylesi bilgilerle beslendiği bir ortaçağ Avrupa’sının başka bir şansının da olmadığı rahatlıkla düşünülmelidir. Böylesi çaresizlikler içinde yüzen Avrupa insanının yapabileceği başka birşeyin bulunabileceğini düşünmek herhalde hayalci olmak demektir.

Düşünürlerin, halka çare olarak sundukları DIN YOKTUR ve HAYATTA DA YOKTUR(UYGULAMASI OLMAMALIDIR) tezine karşı KRAL- KILISE ikilisi de DIN VARDIR VE HAYATTA DA VARDIR(Yani uygulanmalı hayat dine göre düzenlenmelidir) diyorlardı. Burada Kral-Kilise ikilisinin, düşünürlere göre avantajı insanların dindarlık içgüdüsü sahibi olmaları ve bu yüzden dini büsbütün kafalarından çıkarıp atamamaları iken, düşünürlerin de avantajı dinin hayatta uygulanmasının zulüm anlamına gelüyor oluşu idi. Yani tezlerinin DIN VARDIR kısmı ile halkı yanında bulan Kral-Kilise ikilisi karşısında, uygulaması zulüm olarak tezahür ettiği için tezlerinin DIN HAYATTA VARDIR bölümünü terennüm etmekten yavaş yavaş vazgeçmişler ve bütün ağırlıklarıyla DIN VARDIR kısmı üzerinde basa basa durmuşlardır. Böylece Kral-Kilise ikilisinin tezi yalnızca DIN VARDIR’dan ibaret hale gelmiştir. Yani din inkar edilmemeli, varlığı kabul edilmeli denilmeye gelmiştir iş.

Diğer yandan mücadelesini halkın kısmî de olsa desteğini yanına alarak sürdüren düşünürler, yine halktan tümü için destek bulamadıkları DIN YOKTUR, (SONUÇ OLARAK) HAYATTA DA YOKTUR şeklindeki görüşlerinin DIN YOKTUR kısmını geçiştirmeye ve ısrarla DIN HAYATTA YOKTUR bölümünü vurgulayadurmuşlardır. Zira dinin yokluğunu kabyul ettirebilmek hususunda insan doğasını kaşılarında bulmuşlardır.

Mücadele başladığında taraflar görüşlerinde taviz vermeden yürürlerken, fıtrî gerçekler onları aslı itibariyle fıtrata aykırı olan tezleriden taviz vermeye, uzlaşmaya sevketmiştir. Bunun sonucu olarak da “DIN VARDIR ama HAYATTA YOKTUR” şeklinde ifade edilebilecek bir sonuç ortaya çıkmıştır ki bu bir UZLAŞMA’dır.

Uzlaşma ne demektir sorusuna kIsaca cevab vermekte zaruret görüyoruz. Bir iddia ile, bu iddianın tam tersi olan bir iddianın arasını bulmak, birinci iddianın bir kısmı ile, ikinci(tam karşıt) iddianın bir kısmını birleştirmek, bu birleşim üzerinde birleşmek demektir uzlaşma. Dikkat edilirse uzlaşma olabilmesi için mutlaka iki iddianın varlığı ve mutlaka iddianın birinin, diğer iddianın tam tersinin ifadesi olması gerekmektedir.

DIN VARDIR VE HAYATTA DA VARDIR iddiası Kral-Kilise ikilisinin iddiasıdır. Ve asırlardır uygulayageldiği şeyin ifadesidir. DIN YOKTUR VE HAYATTA DA YOKTUR iddiası(tezi) ise ikinci iddiadır ve birinci iddianın tam karşıtı, yani birinci iddiaya(teze) tam anlamıyla bir tepkinin ifadesidi. Işte böylesi bir konumda UZLAŞMA söz konusdur ve bu uzlaşma konumuz itibariyle DIN VARDIR(Birinci tezin yarısı) ile DIN HAYATTA YOKTUR(Ikinci tezin yarısı)’un birleştirilmesii meczedilmesi olarak karşımıza çıkan ve LAIKLIK olarak günümüzde anılan şeydir.

Şimdi prensip olarak yukarıda anlatmaya çalıştığımız uzlaşmanın ne derecede bir gerçeğin ifadesi olabileceği üzerinde duralım. Bir konuda gerçeğin bir tane olduğu, gerçeğini baz alarak düşünürsek -ki düşünürler arasında genel geçer bir gerçektir bir konuda(aynı konuda) gerçek bir tanedir gerçeği- bu takdirde yukarıda anılan iki tezin ya birincisi veya ikincisi tümüyle doğrudur, denilmek gerekir. Zira tezler, ifade ediliş şekilleriyle ve kapsadıkları anlam itibariyle birbirlerinin tam tersini ifade etmektedirler.

Durum böyle olunca da ya birinci tez delalet ettiği konudaki doğrunun ifadesidir veya ikinci tez yine delalet ettiği konudaki doğrunun ifadesidir. Birinci doğru ise mutlak onun tersi olan ikincisinin tümü yanlıştır. Şayet ikinci doğru ise yine mutlaka onun tam tersi olduğundan birincisi yanlıştır. Bu gerçekten hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bir doğrunun yarısı ile bir yanlışın toplamı(birleşmesi) kesin- likle bir doğrunun ifadesi olamaz. Hakezâ bir yanlışın yarısı ile bir doğrunun yarısının birleşmesi sonucu ortaya çıkan şey gerçeğin ifadesi olamaz. Her iki halde de sonuç için ancak, bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış bir bütün demek mümkün olabilir.

Yukarıda ifade ettiğimiz formülümüzde bazı ifadelerin yerlerine ifade ettikleri gerçek değerlerini koyarak sonuca açıklık getirmeye çalışır isek şunu görürüz:

DIN yerine HIRISTIYANLIĞI koymamız halinde -ki konulacak başka bir şey sözkonusu olamaz. Zira konumuz laikliktir ve laiklik Batı’da gelişip, büyüyen ve giderek dünyayı istilâ eden bir düşünce ve uygulamadır. Bu sebepten Din yerine bir başka dini koymamız, örneğin müslümanlığı koyabilmemiz kesinlikle kabil değildir- Formülümüz şu şeklilleri alacaktır.

1- “HIRISTIYANLIK VARDIR VE HIRISTIYANLIK HAYATTA VARDIR” -Kral-Kilise ikilisinin tezi.

2- “HIRISTIYANLIK YOKTUR VE HIRISTIYANLIK HAYATTA YOKTUR” -Düşünürlerin görüşü.

3- “HIRISTIYANLIK VARDIR AMA HAYATA UYGULANMAMALIDIR” -Lâik görüş(Uzlaşma sonucu çıkan görüş).

Bu üç görüşün sahipleri için DIN olarak yalnızca HIRISTIYANLIK söz konusudur. Başka bir din kesinlikle söz konusu değildir. Zira düşüneni ve düşünmeyeni ile Avrupa için tek din vardır, o da hıristi- yanlıktır. Bütün olup bitenler gerek din adına, gerekse dine karşı olsun Din yalnızca hıristiyanlık olduğundan bununla ilgili tezler, ya da uzlaşma ile ortaya çıkan sonuç bakımından teoride ve pratikte hıristiyanlığı ilgilendiren hususlardır başkasını değil. Her ne kadar dünyanın başka yörelerinde de bazı dinler vardır ve esas itibariyle paganist olduklarından, çok tanrılı bulunduklarından RUHBAN SINIFI’nın tekelindedir ve bu sıfatları gereği hıristiyanlık için konuşulan, düşünülenlerin kendisine uyması sonuçta söz konusu ise de bu gerçek, bütün dinler için uygulanabilirliği kabil olmayan kısmî bir gerçekir ve dinlerin de ancak RUHBAN SINIFI bulunan kısımları(çeşitleri) için geçerli olabilir.                                                     

İSLAMA GELINCE :

İslam, ilk peygamberi olan Adem(a.s.)’den son peygamberi olan Hy. Muhammed(s.a.)’e gelin- ceye dein TEVHID esası üzerinde seyretmiş bir dindir. Bütün peygamberler bu gerçeği vurgulamadan hiçbir başka tâlî gerçeği açıklamamışlardır. Zira bütün tâlî gerçekler bu esas gerçeğin üzerine bina edilmeleri ile anlam ifade etmişlerdir.

TEVHID, Allah’ı(Tanrı’yı) birleme; gerek zatı itibariyle, gerek sıfatları itibariyle birleme anlamına gelmektedir. Kur’an tevhide tealluk eden açıklamalarıyla bunu mufassalan anlatır ve açıklar : Örneğin eşi, ortağı bulunmadığını, yalnızlığın kendisi için sorun olmadığını, varlığının başlangıcı bulunmadığı gibi sonunun da bulunmadığını, yoktan varetmenin (Yaratmak) yalnızca kendisine ait bir özellik olduğunu, yarattıklarının tümünün rızkının kendisi tarafından üstlenildiğini, gaybı ve (kıyamet) saatini yalnızca kendisinin bildiğini, herşeye kadir ve herşeyi bilenin yalnızca kendisinin olduğunu, insanları ve cinleri kendisine kulluk yapmaları için yaratanın kendisi olduğunu, hükmetme yetkisinin tartışmasız kendisine ait olduğunu, şeriat koyucunun (hüküm koyucunun) esas itibariyle yalnızca kendisi olduğunu, peygamber veya Devlet başkanının emirler koysa bile Kendisinin belirlediği esaslar dairesinde kalmak kaydı ile hüküm koyabileceğini belirleyen bie Allah’ın varlığını kabuldür Tevhid. Ve buna göre hareket etmektir tevhidi korumak.

İslam denildiğinde Kur’an akla gelir, gelmelidir. Allah’ın koruması altında kıyamete kadar tahrib olunmadan varlığını sürdürecek olan bu Allah Kelamı açık açık okunduğunda kesinlikle Allah ile kulu arasında bir aracının(RUHBAN SINIFI) olmadığı hemen görülür. Bu gerçek sokaktaki insanın bilgi- sinde bile demirbaş halindedir.

Kendisinde ruhban sınıfı bulunmayan bir dinde ruhbânlık yok demektir. Bu, pratikte kulun gerek ibadet özel ismini taşıyan namaz, oruç, hacc, zekat gibi ibadetlerini icra etmesi sırasında, gerekse kendisi ile nefsi ve yine kendisi ile başka nefisler(kamu ile) arasındaki ilişkilerinde bir aracının bulunmaması demektir. Yani insan, doğrudan Rabb(terbiye edici) kabul ettiği Allah ile ilişkilerinde aracısız demektir. Böyle olunca da doğrudan ve öncelikle de Allah’a karşı sorumludur. Esası böyle olan bir dinde şayet zulüm varsa, bu zulüm doğrudan Allah’ın(ruhban sınıfının değil, zira ruhban sınıfı yoktur) zulmü olur. Allah ise kullarına zulmeden değil, merhametli olandır. Zira O’nun zulmederek hükümranlık kurmaya ihtiyacı yoktur. Zulmetmek acizliğin bir sonucudur. Bu gerçeğin üzerinde herkes ittifak etmektedir. Aciz olan yaratıcı ve her herşeye kadir olmayacağına göre zalim de olamaz. Zira zulmeden bir âciz, Allah ise aciz değildir, kâdirdir.

Bu açıklamalar ışığında açıkça ve kesin olarak söyleyebiliriz ki Kur’an’da zulüm yoktur, var diyebilmek ya ona insan sözü karışmıştır diyebilmekle mümkündür ya da Allah acizdir diyebilmekle mümkündür. Başka bir alternatıf söz konusu değildir. Kur’an’a bir insan sözü karışmadığına ve Allah da aciz olmadığına göre İslam’da zulüm vardır, Kur’an’da zulüm vardır diyebilmek aklen mümkün olmadığı gibi Naklen(Kur’an’a göre) de mümkün değildir.

Kur’an’da zulmün ne olduğu hükmü vardır. Zalimlerin bazılarının isimleri vardır. Yaptıkları zulümlerin bazılarının tarifi vardır. Insanın kendisine zulmetmesinin ne demek olduğu vardır. Zulm; bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koyma demektir. Bu ifade geneldir. Bu ifadeden hareketle bir hakkı müstehakından başkasına verme anlamına da gelir.Örneğin canını veren Allah’tır ve yine verdiği canı almak hakkı da yalnızca esas itibariyle O’na aittir. Gerçek bu iken bir insan, bir başkasını öldürür se bu zulümdür.

Kendi nefsini keşişlik, riyazet ve intihar yoluyla öldürmesi de zulümdür. Canı alıcı olan Allah’ın yerine insanın kendisini koyması demektir, bir başkasını öldürme. Bu itibarla da Zulümdür. Rızka Allah kefildir. Bir insan, müşteri veliyyinimetimdir diye inanıyorsa müşteriyi Allah’ın yerine koyuyor demektir ki zulümdür. Bunu çoğaltmak, birçok alanlarda örnekler vermek mümkündür. Kur’an’daki gerçekler bize bu husust yol göstericidir. Bir insanın ne gibi durumlarda öldürülebileceğine yine ona canını veren belirlemelidir. Hak budur. Bu hak olunca da O’nun belirlediği ölüm nedenleri sabit olduğunda bir insanın hayatına son vermek zulüm olmaz, hak(adalet) olur. Çünkü, birisinin emanet olarak verdiğini alması zulüm olamaz ancak hak olabilir

Zulüm(zulm), birşeyi, kendi yerinden bir başka yrekoyma demek olduğuna göre, örneğin hükmetmek makamında bulunan Allah’ın yerine, insanı koymanın da zulüm olduğu açıkça anlaşılıyor değil midir ? Zira hükmetmek Yaratıcının hakkıdır. Hükmetme yeri(makamı) Allah’ın makamıdır. Bu makama, o makamın sahibi olmayan geçerse bu takdirde gerçekten zulüm yapmış, yani birşeyi(kendisini), kendi yerinden başka bi yere(Yaratıcının yerine) koymuş olacağından zulüm etmiş olur.Süvarinin yeri atın üzeridir. At’ın yeri süvarinin üzeri değildir. Bu gibi konularda insanlar yerlerini pek iyi bilirler ve bildiklerini tecavüz etmezler iken, kendilerine mühlet verilen hususlarda acizliğinin sonucu makam(yer) tecavüzlerinde bulunmakta ve gerçekten zulmetmektedir. Zulmeden yalnızca kendisine zulmetmekle kalmamakta, başkalarına da zulmetmektedir. Zulüm böylece yayınlaşınca, kimse onun(zulmün) verdiği sıkıntılardan kurtulamamakta, giderek toplum ifsad olmakta(bozulmakta)dır. Toplumlar bozulunca, içinde sağlam kalan ferdleri de bozulmaya zorlamakta ve zincirleme bozulma süreci işlemektedir.

Zulüm kavramını genişletmekte, daha doğrusu birçok yönleriyle örneklendirerek açıklamakta yarar vardır. Bu zaruret bize özerinde durmaya çalıştığımız konunun boyutları hakkında da fikir verecektir. Sonuç olarak içinde yaşadığımız dünyamızı aydınlıktan karanlığa çeviren zulmün ancak HER ŞEYIN YERLI YERINE(AIT OLDUĞU YERE) KONULMASIYLA SONA ERECEĞINDEN emin olmak, buna inanmak gerekmekte ve bu inancın gereğini yerine getirmek gerekmektedir. Insanlığın bugün şeklini, biçimini değiştirmiş olarak içinde yüzdüğü zulüm, ortaçağda Avrupa insanının içinde yaşadıklarından hiç de az ve aşağı değildir.

Batı’da meydana gelen yukarıda bahsettiğimiz köklü değişiklik Fransız ihtilâli sonucu Avrupa ülkelerinde ve giderek hemen bütün dünyada uygulanır oldu. Laikliğin uygulamasının dünyanın diğer, özellikle de hıristiyan olmayan(hasseten de müslüman olan) ülkelerine yayılması ve uygulama alanı bulması emperyalist batının gücüyle ve bu emperyalistlerin adamlarının eliyle gerçekleştirildi. Kendine yitiren toplumları oluşturan fertler ve hele ileri gelenleri bir güçlü büyüğe dayanmadan var olmayı mümkün göremezler. Bu itibarla da kendilerini yönlendirenlerin yönlendirdikleri istikamette hareket ederek varlıklarını koruyacaklarını ve hattâ kalkınarak kendilerini yönlendirenlerin yönetiminden kurtulabileceklerini sanırlar. Hattâ bu konuda o kadar ileri giderler ki Batıyla yarışacaklarını, batıyı geçeceklerini bile söyleyenleri olmuştur.

Şimdi burada bir ara vererek Demokrasi’den bahsetmenin gereğine değinelim. Avrupa’da Laiklik olarak ortaya çıkan uzlaşmanın ortaya resmen çıkışından önce, ferdi ve toplumu yönetip yönlendiren dinin(hıristiyanlığın-Ruhban sınıfının) elinden alınacak bu yetkinin kime verilmesi, ait olması gerektiği gündeme geliyordu ister istemez. Zira bir boşluk doğacaktı : Yaşama Boşluğu..

YASAMA BOŞLUĞU - DEMOKRASI

Laikliğin ortaya çıkışına kadar yasama işleri hemen tümüyle Kral-Kilise ikilisinin elinde bulunuyor. Kral söylese kilise tasvib ediyor, kilise söylese krala uygulattırıyordu. Bu işbirliği bu alanda asırlardır sürüyordu.

Dinin hayattan ayrılması mücadele süreci devam ederken düşünürler doğacak bu boşluğu doldurmak gerektiğini de düşünerek teoriler geliştiriyorlar, eski Yunan’da, Atina’da batının fikir babalarının mirasını karıştırıyorlar, çareler araştırıyorlar ve bunlardan hareketle de yeni yeni teoriler ortaya çıkarıyorlardı. Bu alanda en meşhur ve hala düstur niteliği ile algılanan “Kanunların Ruhu” (De L’espri de’ Lois 1989- 1755) “Sosyal Sözleşme”(Le contrate Social)’den bahsedilmeden geçmek mümkün değildir.

Montesqieu, Kanunların Ruhu adlı kitabında TABIAT HALI olarak varsaydığı bir nazariye geliştirmekte ve insanların doğal olarak analarından dört esas hürriyetle dünyaya geldiklerini, bunu onlara kimsenin vermediğini, doğuştan sahib bulundukları bu hürriyetlerini istedikleri gibi kullanabileceklerini söylemenin yanında diğer taraftan da yine tabiat halinde mevcut eşitsizlikten bahsederek , insanların kiminin diğerinden daha güçlü, daha akıllı olduğunu vurgulamakta ve hürriyet-lerinden gereği gibi yararlanmamanın bu eşitsizlikten kaynaklandığını, bu eşitsizliği giderebilmek için insanların yalnızca hürriyetlerini gereği gibi kullanabilmelerine   yardımcı olacak bir örgüt(devlet)leşmeye ihtiyacı bulunduklarını söylemektedir.

J.J Rousseau (1712-1778) ise Ictimâî Sözleşme isimli yukarıda andığımız kitabında Montesqieu’yu tamamlarcasına insanların(toplumun) aralarında bir toplumsal sözleşme akdettiklerini varsaymakta ve bu sözleşme ile birlikte yaşamayı amaçladıklarını, bunu sağlayan devleti teşekkül ettirdiklerini kitabında kurmaktadır.

Charles de Montes]ieu’nun 1734 yılında yayınladığı “Kanunların Ruhu Üzerine” isimli eserinin Sorbon tarafından mahkum edilmesinden sonra kilise tarafından 1751’de yasaklandığını biliyoruz. Protestan bir ailenin çocuğu olan J.J Rousseau Du contrate Social’ini 1762’de yayınlamıştı. “Insanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” isimli eseriyle günün Fransa’sında şaşkınlık yaratan Rousseau’nun, Emile isimli kitabındaki dinle ilgili bölümü de Fransız parlammentosu tarafından yakılmaya mahkum edilmişti. J.J Rousseau’nun eserine önsöz yazan Ingiliz filozofuyla arası açılmış, daha sonra Rousseau’nun “Yaradanın elinden çıkan herşey iyidir, herşey insanın elinde yozlaşır” ana fikrin- den yola çıkarak Toplum Sözleşmesi’nde ‘Hürriyet ve zorunlu eşitliği savunmaktadır. Bu savları ile Montes]iue ve Voltaire’dan daha ileri gidiyordu Rousseau.

Biri diğerinden etkilenen bu düşünürler, bir yandan birbirlerini tamamlamaya çalışıyor ve dinin hayattan ayrılacağı dönemin fikrî hazırlıklarını oluşturuyorlardı. Tabiidir ki ait oldukları batı toplumu için yapıyorlardı bunu, bir başka dünya düşünmeden.

Demokrasi, eski Yunanda, Atina’da zaten mahdud sayıdaki vatandaşın oylarının çokluğu ile eğri ve doğruların belirlendiği bir siyâsî rejim olarak batı tarafından tanınıyordu. Bunu batıya tanıtan yaptıkları tercümelerle müslüman düşünürlerdi.

Kilisenin kanun koyuculuğunun ortadan kalkması sonucu doğacak boşluğu dolduracak parlamento aynı zamanda bir YASAMA MECLISI görevi de olacaktı. Insanlar eskisi gibi değil, kalabalıktı artık. Bu kalabalıklar temsilciler seçerek parlamentoya yolluyorlar ve halk temsilcileri(Vekilleri) vasıtasıyla temsil ediliyordu. Bu Milletvekilleri(halkın temsilcileri) artık halkın adına halkı yönetecek yöneticileri seçtikleri gibi onların hayatını düzene koyacak kanunları da çıkarıyorlardı. Kilisenin yasamadaki yerini parlamento almıştı.

Bütün bu olup bitenleri yalnızca hıristiyan dünyası için geçerli şeylerdi ve gerçekten hıristiyan camiası sıkıntılı uzun asırların sıkıntısından böylece kurtulacaklarını sanıyorlardı ve bu yola girdiler. Parlamenter, laik demokrasiler artık batının vazgeçilmez rejimleri olmuştu. Norveç ve Ingiltere’de halâ kilise teorik olarak yönetimin kendisine tabi olduğu kurum olarak bulunuyorsa da pratikte batı insanını tümü ile saran laik anlayış, zaten hayatı tedvirden uzak ve bu uzaklığını Ruhbân sınıfın asırlardır doldurmasından şikayetçi bir toplum olarak tümüyle laikliğin etkisi altında bulmaktadır. Bildiği ve inandığını söylediği tek dinin hıristiyanlık olduğunu bildiğimiz batı, kendisi için, kend, dini için biçtiği bu yeni elbisesini gelişen ekonomisi ve canavarlaşan iştihasının ona sağladığı imkanlarla bütün dünyaya yaymaya çalıştı ve sonunda başardı da.

Batıdaki bu gelişmelerin yanı sıra İslam alemi de Batı ortaçağının başlangıcından bu yana sanki anlaşmışlar gibi IÇTIHAD KAPILARINI KAPATIYORDU. Yani dinini anlamak ve hayatın gereklerini çözmek için gayret sarfetmeye son vermişti. Kendilerine kalan içtihadın kapılarının açık olduğu zamandan ellerinde ne kaldı ise onlarla iktifa etmeye ve hayatlarını böyle sürdürmeye başlamışlardı.

Abbâsîlerin son günlerinde Abbâsîlerde gördükleri İslamlıkla tanışan ve bunu bağırlarına basan Türkler o günden bu güne kendilerine İslam düye tanıtılan şeyin uğrunda canlarını, mallarını ve verilebilecek herşeylerini vererek bu günlere gelmişlerdir. Ortaasyadan şamanist dinleriyle göçerek Iran üzerinden Anadolu’ya kafile kafile gelen Türkler, İslamı Abbâsîlerden tanımışlardır. Abbâsîlerin gününde ise İslam, Peygamberin Allah katından getirip bütün canlılığı ve tazeliği ile uygulanan İslam değildi.

Emevîlerin gününde ve bir asra yakın devletin gündeminin ilk sırasından indirilen İslam, Abbâsîlerin zamanında da bu konumunu korudu ve fevc fevc İslama giren başka din sâliklerinin eski dinlerinden getirdikleri ile arı-duru İslam halic’i kirlendi. İslamî olmayan düşüncelerin, inançların, amellerin içinde yüzdüğü bir kirli halic haline geldi. Iğfal edilmiş, esasından saptırılmış İslamı(!) tanıyanlar, tanıdıklarına bin yıldan beri bütün varlıkları ile sahib olmaya çalışmaktadırlar. Asırlarca haçlılara bu iman ile karşı koyanlar müslüman Türkler olmuşlardır. Bu arada müslüman Kürt Selahaddin Eyyûbî’yi ve Eyyûbîleri unutmak mümkün değildir.

Burada şöyle bir misal ile konımuza açıklık getireceğimizi düşünüyoruz. Bir semt pazarının ilk açıldığı sabahın erken saatlerini düşününüz. Herşey bütün tazeliği, örselenmemişliği ile pırıl pırıldır. Aynı pazara akşama doğru giderseniz seçilmiş, örselenmiş, çürüğü çarığı kalmış şeyler bulursunuz. Ve ne kadar seçseniz yine de sabahın erken saatlerinde pazara gidenlerin bulabildiklerini bulamazsınız. Işte bu misalimizi İslam için uygularsak şunu görürüz. Peygamberin İslamı Allah katından getirdiği pazarın ilk saatlerinde herşeyin pııl pırıl olduğunu ayet ve peygamber sözlerinin karıştırılmadığını söylemek gerekecektir.

Daha sonraki dönemlerde Arab olan Emevî ve Abbasîlerin bu pazarı bozduklarını, yabancı kültürlerden, dinlerden nice şeyin bu pırıl pırıl İslam Halicine akmasına siyasî ikballeri uğruna göz yumdukları ve hattâ yardımcı olduklarını biliyoruz. Eski Yunan feylesoflarının ne idüğü belirsiz düşüncelerini Arabçaya tercüme eden süryanilere kucak dolusu paralar bağışlıyorlardı. Varsın toplum, İslam toplumu ne idüğü belirsiz şeylerle meşhul olsundu. Kendileri için lazım olan siyasî iktidarları ve bunu ellerinde bulundurabilmek idi. Böylesi bir ortamda kaynaklar ilk tekkenin hıristiyanlara sizde daha dindar olmak için ne yaparlar sorusuna aldıkları ‘Riyazet içinde bir lokma, bir hırka ile yaşayan manastıra kapanan rahipler tarafından yaşandığını’ cevap üzerine kurulduğunu yazmaktadır.

Peygamberden sonra Ebû Bekir ve Ömer’in zamanında genilşeyen İslam toplumu, eğitilmekle başedi- lemeyecek derecede İslama girenlerle karşılaştı. Hassaten Hz. Ömer zamanında genişleyen İslam topraklarının fethi sırasında iyi yetişmiş İslamı iyi bilen nice insanın harblerde şehid olduklarını biliyoruz. Bir yandan eğitilecek insan sayısı çoğalırken, diğer yandan eğitecek durumdaki yetişkin insanın(müslümanın) azalması benzetme yerinde ise sınıf mevcudu çoğaldıkça, eğitim seviyesinin düşmesi gibi bir sonu. doğurmuş ve İslama girenler, eski kültürlerinden taşıdıkları kirliliklerle İslama girmişlerdir. Emevî ve Abbâsî dönemlerinde ise (Ömer ibni Abdulaziz’in günleri hariç) devletin gündeminin birinci maddesi olamamıştı.

Arablar, İslam öncesi kabile üstünlüğü duygularını devletin gündeminin birinci maddesi haline getirmişlerdi yine. Bu dönemden itibaren İslamı tanıyan kavimlerin ise bahtsızlığı burada başlıyordu.Insanlar, kendilerine birşeyi öğretenlerin öğrettikleri gibi öğrenirler öğretilenleri. Türklerin tanıdığı İslam, onlara tanıtılan İslam kendisine birçok İslamî olmayan şeyin karıştırıldığı bir halita idi. Bu halitaya Ortaasya’dan getirdikleri şeyleri de karıştırdılar. Komşu oldukları Anadolu hıristiyanlarından da birçok şeyi(Tevhidi gereği gibi devralamadıklarından) bu yeni dinlerine kattılar ve bugünkü Anadolu müslümanlığı meydana geldi : Biraz şamanizmden getirilenler, biraz hıristiyanlardan adapte edilenlerve Abbâsîlerden öğrenilen muharref İslam. Işte Anadolu insanı asırlardır bu dini, din olarak bellemiş, bu dinin uğruna can vermiş, mal vemiş, evlat vermiştir. Ana unsurları bunlar olan Anadolu müslümanlığının içinde Iran’ın zerdüştlüğünden ve Iran üzerinden geçerken alınanlar da bulunmaktadır.

Bu tarihî bilgi ve yorumlardan sonra İslam’ın fert toplum hayatını tedvirde ortaya koyduğu esaslardan bahsetmenin sırası gelmiştir.

İslam esasında Ruhbân sınıfının bulunmaması sonucu laik(din adamı olmayan, ruhban sınıfına dahil) bulunmayanlarının da kendisinde bulunmadığı bir dindir. İslam’da her insan Rabbi olan Allah ile vasıta- sız olarak muhatabdır. Allah kullarına şah damarlarından daha yakındır ki bir başka varlığın(insanın) bu araya girebilmesine imkan yoktur, bulunmamaktadır. Din adamı, yani Ruhban sınıfı olmayınca ruhban olmayan bir sınıf da yoktur İslam’da. Bu itibarla peygamber başta olmak üzere İslam’da kimse ruhban değildir. Allah buna imkan bırakmamıştır. Örneğin peygamberin bile kimseyi bağışlam yetkisi yoktur. Hattâ daha da ötesinde “Biz insanlara soracağız, peygambere de soracağız” (7 A’raf/6) buyuran Allah buna imkan bırakmamıştır.

Kendisinde ruhbân sınıfının bulunmadığı bir dinin ve bu dinin kurduğu düzenin kesinlikle ruhbân sınıfınca yönetilmesi, yönlendirilmesi diye birşey de bahis konusu değildir, olamaz. Bu sebeble Peygamberin başkanı bulunduğu ilk İslam Devleti’nin ne teokratik bir devlet ne de bir laik devlet olmadığını biliyoruz. Zira Teokratik devlet, Allah’ın adamı olanların yönettiği devlet demektir. İslam’da ise kimse Allah’ın adamı, yani Ruhbân değildir. Bu itibarla da İslam bir teokrasi değildir. Teokrasi olmayınca da devleti teokratların elinden çekip alma diye birşey sözkonusu olamıyacağından laik bir devlet olması da söz konusu olamaz. Aklen de böyledir bu naklen de böyledir.

İslamî Devlette Peygamber hem peygamberdir, hem devlet başkanıdır, hem camide imamdır, hem müslümanların arasındaki nizaları Allah’ın kendisine gönderdiklerini esas alarak çözen, hükme bağlayan bir hakimdir. Aynı zamanda savaşta başkomutandır. Nitekim bu gün de devlet başkanları savaşların teorik olarak da olsa başkomutanlarıdır. Peygamberden sonra müslümanlara devlet başkanı olan Hz.Ebû Bekir, Hz. Ömer de yine peygamberlik hariç diğer bütün görevleriyle görevli kimselerdir peygamberin. Dolayısıyla bu görevlerinde Onun halifesi idiler. Peygamberi Allah seçtiği halde, halifeleri onları yönetecek insanlar seçiyordu.

Devlet başkanını seçmek her zaman ve her kişi için ayrı ayrı olarak o devletin(İslam Devleti’nin) halkının hakkı idi. Halk her defasında bu hakkını kullanmak hakkına sahiptir. Müslümanlar aralarından birini kendilerine devlet başkanı seçmekle ona, kendisinden sonra kimi seçeceği ile ilgili hakkını da devretmiş olmuyordu. Böylesi bir devir söz konusu değildirİslam’da. Lakin Emevîler ve Abbâsîler İslam’ın bu esasını değiştirdiler, cahiliyye dönemine döndüler bu konuda. Ümmetin elinden devlet başkanlerını seçme hakları gasbedilmişti. Zira Emevîlerin Abbâsîlerin veya Haşimîler’in böylesi hakları(!) ancak cahiliyye devrinde var idi. İslam böylesi hakların bulunmadığını belirledi.

Konuyu burada keserek yine Laiklik’e geçelim. Emevîler ve Abbâsîler devrinde yapılan köklü değişikler ve İslam halicine akıp duran atık düşünce ve davranışlar ilgisizlik ve resmî bakımsızlığın da tesiri ile İslamlaşmış(!) ve asırlardan beri süregelmiştir. Sonuçta İslam teorik olarak Ruhban sınıfına yer vermeyen, Allah ile kulu arasında bie vasıtayı asla kabul etmeyen bir olduğu halde sanki böylesi bir sınıf var imiş gibi uygulamalar görmekteyiz. Giderek cami görevlileri, müftiler derken şeyhülİslamlık gibi görevler ihdas edilmiş ve halifenin yanında görevli olarak bulunmuşlardır.

Halife sanki devlet iş- lerinden, şeyhülİslam da din işlerinden sorumlu kişilermiş, yani devlet işleri ayrı, din işleri ayrı imiş gibi, görevlileri pratikte ayrılır olmuştur. Ruhbân sınıfın varlığını düşündürtecek her ne ki var olmuşsa, bütün bunlar İslam Dışı sürüklenip gelen, getirilip, sanki İslamlaştırılan şeylerdi. Zira İslam’ı biz orijinal haliyle peygamberin uygulamalarından biliyor , tanıyoruz. Tanıdığımız İslam’da ise kesinlikle Ruhban sınıfı yoktur. Peygamber bile ruhban değildir. Allah ile kulu arasında bulunarak istediğini cennete, istediğini cehnneme sokan, dilediklerinin günahlarını bağışlayan bir peygamber yoktur İslam’da. Bu dinin peygamberinin bile bu tür yetkileri bulunmuyor iken peygamberden başkalarının bulunuyor olması hiç söz konusu olamaz.

“Şunu açıkça söylemek gerekir : Din temeline dayanan bir devlet düzeninin demokrasi ile bağdaşması mümkün değildir. Bilindiği gibi, İslam Dini Ve Onun temelini oluşturan Kur’an, sadece iman ve ibadetle ilgili kurallar getirmekle kalmaz. Bunun dışında devlet yönetimine, toplum düzenine, insanlar arasındaki ilişkilere ve kişilerin davranışlarına yön veren geniş kapsamlı hukuk kuralları da getirir. Bu hukuk kuralları toplum yaşmının her yönünü kapsaması bakımından “bütüncü”, bugünkü deyimiyle ‘totaliter’ bir nitelik taşır. Egemenliğin halka ya da millete ait olması diye bir şey söz konusu değildir. Egemenlik sadece ve doğrudan Allah’a aittir. Herkes O’nun mutllak “iradesine” boyun eğmek zorundadır.”( 18.01. 1990 Cumhuriyet, Prof. Dr. Müncî Kapanî)

Yukarıda yaptığımız iktibasın da ifade ettiği gibi gerçekten ne laikliğin ne de demokrasinin İslam ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmamaktadır. Hattâ daha öteye giderek söylemek mümkündür ki gerek laiklik gerekse demokrasi İslam’ın zıddı olduğu gibi İslam da bunların zıddıdır. Nitekim Kur’an hemen birçok ayetinde insanları HEVALARINA UYMAKTAN uzak durmaya sevketmekte ve Allah’a teslim olmaya çağırmaktadır. Böyle yapması halinde dünya ve ahiretinin kendisi için mutlu olacağını söyle- mektedir. Hevalarına(gerek kendi hevasına gerekse başkalarının hevalarına) uyanların ise hüsrana uğra- yanlar olacağını belirtmektedir.

İslam hayatı tümüyle kapsayan ve tümünü düzenleyen bir bütün bulunduğu ve bunu din adamları (ruhban sınıfı) aracılığıyla yapmadığı için hayatı düzenlemenin dinin ya da din adamlarının elinden alın- ması diye birşey söz konusu değildir İslamda. Aklen de mümkün değildir. Zira sokaktaki insanın anlaya- cağı şekilde ifade etmek gerekirse kulu olan insan Rabbi olarak kabul ettiği Allah’a diyecektir ki “Bir takım emir ve nehiylerin başımın üzerine ama, diğer bir kısım emir nehiylerini dinlemeyecek ve yasama meclisinin yaptığı kanunlara riayet edeceğim”. Tek başına hüküm koyucu olduğunu Kur’an’da bildiren Allah böylesi bir isteği kabul eder mi? Etmesi mümkün mü? Hangi sebeb ve geçerli gerekçe ile böylesi bir düşüncenin kabul göreceğini sanıyorsunuz? Allah, hiç birşeyde kendisine ortak kabul etmediği gibi, HÜKÜM KOYMADA da bir ortak kabul etmemektedir.

Iktibas / Ercument OZKAN

 

Etiketler : #Laiklik   #Ve   #Demokrasi   
YORUMLAR
  • cetin   03-03-2010 14:24

    Demekki anlaşımayan laiklik bu diyor insan.niye bu haldeyize bir cevaptır bu yazı.sözüm ona yazarlar.laikliğin anlamadığı yazılarıyla sisteme destek veriyorlar.İNSAF.OKUYUN ŞU YAZILARIDA HİZAYA GİRİN .Laiklik yalamasını hala anlayamadınız! bu yazılara ihtiyacımız var.bilinçlensin bu ümmeti MUHAMMED(S.A.V).Hakkı öğrensin ,gitmesin batıla... ALLAH RAZI OLSUN

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN