Kitap Tanıtımı: Ahmet el-Kâtib’in kaleminden "Sünnilik-Şiilik"

Şiilerle Sünniler arasındaki ihtilafların ne kadar temelsiz olduğunu anlamak, iki Müslüman kitlenin asırlardır birbirine ve belli bir geleneğe düşmanca yaklaşımındaki hamakati yakından tanımak için Ahmet el Katib’in kitabını okumak gerekmektedir.

19-12-2009


“Bu, Efendimiz Hicr b. Adi’nin -Allah ondan razı olsun- kabridir. Onu, Efendimiz Muaviye -Allah ondan razı olsun- katletmiştir.”

İslam dünyasının kadim bir meselesi olan Şii-Sünni ihtilafına dair bir eseri dikkatlerinize sunmak istiyorum. Bu, Şii dünyasının tanınmış âlimlerinden Ahmet el Kâtib’in Türkçeye ‘Sünnilik-Şiilik’ adıyla tercüme edilmiş olan kitabıdır.* Yazarın daha önce de Kitabiyat yayınlarından, “Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi” adında daha hacimli bir kitabı yayınlanmıştı. (2005).

Ahmet el Kâtib’in kitabından söz etmeye, Türkçe tercümeyi yayınlayan yayınevine, hak ettiği bir eleştiriyi yönelterek başlamak istiyorum. Her kitabı eline alan okuyucu, ister istemez kitabın yazarı hakkında kısa da olsa malumat edinmek ister. Ses getiren kitaplar olunca bu, isteğin ötesine geçerek adeta zaruret halini almaktadır. Fakat el Katib’in kitabının hiçbir yerinde, yazarı tanıtıcı bir bilgi, bir açıklama bulunmamaktadır. Bunda sanırım mütercimin de sorumluluğu vardır. Bu durum, kitabın yayınının aceleye getirildiği izlenimini vermektedir. İç kapakta kitabın özgün adının verilmemesi, hatta kitabın adının kapakta farklı, iç sayfada farklı verilmesi de, bu kusurun bir devamı olarak görülmeye müsaittir. Kitabın girişinde yayıncıya veya mütercime ait bir açıklama da bulunmamakta olup, doğrudan müellifin (Londra/2006) önsözüyle başlamaktadır.
Yazarın bir başka kitabından, Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu hocanın ilgisi sayesinde Türkçeye çevrildiğini zannettiğim ilk kitabın yayıncılarından öğrendiğimize göre Ahmet el Katib Iraklı olup, Kerbela’da doğmuş (1953), Şii asıllı bir müslümandır. Kuveyt’te ve Tahran’da dini tedrisat yapmıştır.

Ahmet el Katib’in kitabı her ne kadar üç bölümden oluşmaktaysa da, üçüncü bölüm, yedi sayfadan müteşekkil bir nevi ‘sonuç’ yazısı olduğu için, esas olarak kitap iki bölümden oluşmaktadır diyebiliriz. Birinci bölüm ‘Din Birliği’ başlığını taşımaktadır ve burada inanç esasları, Şia’nın temel kaynakları ve Fıkıh konusu işlenmiştir. İkinci bölüm ‘Tarihsel ve Siyasal Ayrılık’ başlığını taşımaktadır ve bu bölümde tarihsel Şii-Sünni ayrılıkları, sahabe kavramı, dua ve ziyaretlerin tarihe dini nitelik kazandırması, anayasal siyaset teorisi hakkında yaşanan ihtilaflar ve bu ihtilafın günümüzde pratik değeri gibi konular işlenmektedir.

Kitabın ilk bölümünde ilk önce, Allah'ın birliği, peygamberlik ve ahiret inancı gibi, üzerinde ihtilaf etmenin söz konusu olmadığı iman esaslarına dikkat çekilmektedir. Bununla sanki, bu temel iman esaslarına hepiniz iman ettiğiniz halde nasıl oluyor da, ayrıntılarda birbirine düşman fırkalar haline geliyorsunuz mesajı verilmektedir. Bundan sonra, ihtilafın başladığı inanç konularına yer verilmektedir. Bu konuların başında da Şia’nın ‘İlahi İmamet’ teorisi gelmektedir. Bu bölümlerde yazar, 1993 yılında İstanbul’da düzenlenen “Tarihte ve Günümüzde Şiilik” adlı uluslar arası sempozyumda sunulan tebliğlere sıkça atıf yapmaktadır. Yazar, Şia’nın aşırı (gulat) gruplarının akidevî taşkınlıklarına örnekler vermektedir. Bunların arasında Allah imamları yarattıktan sonra âlemi yaratma ve idare etme işini onlara bırakıp gittiği ve İmam Cafer Sadık’ın ilah olduğu gibi görüşlere sahip olanlar (Ebul Hattap el-Esedî) da bulunmaktadır. Fakat hemen hatırlatmalıyız ki, ‘sünni’ olup da bu satırları okuyanlar galeyana kapılmamalıdır çünkü bu hususlarda, Cafer Sadık’ın bir günahının olmadığı anlaşılmaktadır. İşte Ahmet el Katib’in kitabını önemli kılan da, kaynaklara inerek, aykırı rivayetlere de yer vermiş olmasıdır. Bu konuda, hem de önemli Şii kaynaklardan olan el-Meclisî’nin Biharu’l-Envar adlı kitabından yaptığı, İmam Cafer’e ait bir sözle, İmam’ın asıl görüşünün bu olduğunu (en azından olabileceğini!) göstermiş olmaktadır. Buna göre İmam Cafer şöyle demiştir:

“Bizler Yüce Allah'ın yaratıp seçtiği kullardan başka bir şey değiliz. Allah üzerinde hiçbir hüccetimiz olmadığı gibi, elimizde Allah tarafından bir berat da yoktur. Hepimiz ölümü tadacak, meydana dikilecek ve sorgulanacağız. Aşırıları sevenler bizi öfkelendirir. Onları öfkelendiren de bizi sevindirir. Aşırılar küfürdedir…” Ahmet el Katib, Hz. Ali’ye mal edilen ve Allah'ın, yaratma fiilini Ali’ye havale ettiği tezini işleyen Hutbe-i Beyan adındaki bir hutbenin aslı olmadığını belirtmektedir. Yaş kuru ne varsa kitabına (Biharul Envar) aldığını belirttiği Meclisî’nin bile, uydurma olduğunu belirttiği bu hutbe ne yazık ki bir çok aşırı Şii söylemine kaynaklık etmiştir.
Yazar bu bölümde İmam Humeyni’nin bazı kitaplarını kısaca tanıtmakta, bazı görüşlerine yer vermektedir. Şüphesiz İmam Humeyni’nin ve Mutahhari’nin mesela ‘imam’ teorisine ilişkin fikirlerini kabul etmek mümkün değildir.

Şia ile Ehlisünnet arasındaki bunalımlardan birini de Kur'an’ın oluşturduğu malumdur. Sünni dünyada Şiilerin Kur'anı’nın farklı olduğuna dair bir kanaat vardır. İmamiye Şiası’nın bazı aşırıları da Ali ve Ehli Beyt’in açıkça zikredildiği ayetlerin Kur'an’dan çıkartıldığını iddia edebilmişlerdir. Bu hususlardaki tartışmaları Ahmet el Kâtib büyük bir vuzuhla tedkik etmekte, Şia arasındaki mutedil/insaflı sesler bulup ortaya çıkartarak, hakkın şahitliği makamına oturtmaktadır. Kısacası bu kişiler (mesela Muhammed Cevad el-Belağî), Şia’nın elindeki Kur’an’ın, Allah'ın Muhammed'e indirdiği Kur'an'ın aynısı olup, bundan başkasını kendilerine isnat edenlerin yalancı olduklarını söylemektedir.

Ahmet el Kâtib, Şia’nın temel kaynaklarının dört olduğunu belirtmektedir. Bunlar Kur'an, Sünnet, icma ve akıldır (kıyas/rey). Şia da tıpkı Ehlisünnet gibi sünneti bağlayıcı kabul etmektedir. En büyük sorun, sünnetin geliş tarzında (sübut) yaşanmaktadır. Sünnet sahabe yoluyla mı gelmelidir, yoksa Ehli Beyt kanalıyla mı? Şia genel olarak -Ehlisünnetin aksine- sahabenin tamamını adil saymamaktadır. Aslında Ehlisünnet arasında da böyle düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Biraz sonra üzerinde duracağımız gibi, burada aslında ‘sahabe’ tanımını netleştirmek gerekmektedir. İşte yazar bu konulara açıklık getirmekte ve bu arada Şia’nın Kuleynî, İbni Babeveyh el-Kummi (Şeyh Saduk) ve benzeri meşhur hadis kaynakları hakkında eleştirel bilgiler vermektedir. Haber-i vahid (ahad haber) Sünni âlemde olduğu gibi Şiiler arasında da tarihte hep tartışma konusu olagelmiştir. İlk devir İmamiye büyükleri, haber-i vahidi ne fıkıhta, ne de akaid alanında muteber bir rivayet olarak görmüşlerdir. Kitabın birinci bölümünde ayrıca fıkıh tartışmaları kapsamında, miras, ezandaki fazlalık ifadeler ve mut’a nikâhı gibi konuların değerlendirilmesi, okumaya değmektedir.

Yazar kitabın ikinci bölümüne, ‘Tarihsel Ayrılıklar’a örnek olarak ‘sahabe-i kirama bakış’ konusuyla başlamış. El Katib’in sahabeyi değerlendirişi gayet makul, ölçülü ve Kur'an perspektifine uygundur. Eğer sahabe, sadece Peygamber'i görmeye ve onunla bir kez bile olsa konuşmuş olmaya indirgenirse, bu tanımın içine münafıkların dahi gireceği açıktır. Hâlbuki sahabe, Peygamber'e, getirdiği mesaja canü gönülden iman etmiş, onun dostu, yoldaşı mü'minler demektir. Bununla beraber, böyle bir sahabenin de tamamını ‘adil’ sayarak, bir sahabe adına nisbet edilen her haberi sahih kabul etmek kadar gülünç bir şey olamaz. Çünkü sahabe de insandır ve hata yapabilir, yanlış iş yapabilir, yanlış kararların altına imza atabilir, Peygamber'in sözünü eksik ya da fazla anlamış olabilir. Ayrıca Peygamber (a.s)’ın bir sözünü on yıllar sonra bir başkasına eksiksiz olarak aktarmak, sadece ‘adil’ olmakla da ilgili değildir.

Sahabenin hepsini aynı kefeye koymak mümkün değildir. Onların içinde Âl-i İmran, 110; Tevbe, 100; Fetih, 18 gibi ayetlerde Allah'ın övgüsüne mazhar olmuş kimseler bulunduğu gibi, münafıklar da bulunmaktaydı. Şu var ki, gerçekçi bir sahabe tanımı yaptığımızda, münafıkların ‘sahabe’ tanımı içerisine asla girmeyeceği de bellidir.[1] ‘Büyük Fitne’[2] adı verilen o talihsiz olaylara kadar Müslümanlar arasında sahabeye bakışta önemli bir ‘sorun’ yoktur. Üçüncü halife Hz. Osman’ın katli, Hz. Aişe ile Hz. Ali arasındaki Cemel savaşı, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki Sıffîn savaşı gibi belli başlı olaylar ‘büyük fitne’yi oluşturuyordu. Çünkü Hz. Ali’nin karşısında her ne kadar Muaviye gibi biri vardıysa da, onun askerleri de Ali’nin askerleri gibi namaz kılıyorlar ve Kur'an okuyorlardı. Yani kardeş kardeşi boğazlıyordu. Emevî hanedanı 60 yıl boyunca camilerden Ali ve evladına lanet okuyup, küfretti.

Fakat her şeye rağmen Ehlisünnetin sahabe tanımı da sıhhatli değildir. Peygamber (a.s)’a izafe edilen, “İnsanların en hayırlısı benim çağımdakiler, sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler…” şeklinde devam eden hadisin, Peygamber'e ait olması mümkün değildir ve yanlış bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu ‘yanlış bakış açılarını’ Peygamber'in söylediği sözler olarak (sahih) kabul edenler, Muaviye’yi sırf sahabe(!) ve vahiy kâtibi(!) olduğu için, o kadar saygınlaştırmışlar ki, bir vesile ile kıyaslandığında, Muaviye’nin burun deliğindeki toz bile, Ömer b. Abdülaziz’den daha değerli sayılmıştır! Muaviye’nin Ali’ye çektirdikleri de, ‘iki sahabenin ictihadı’ diyerek işin içinden çıkıverilmiştir. Sahabeye güya laf söyletmeme gayretkeşliği öyle bir safhaya varmış ki, Hucr b. Adi gibi mümtaz bir müslümanı öldüren Muaviye de, öldürdüğü Hucr da eşdeğerde ‘efendimiz’ kategorisine alınarak, Hucr’un mezar taşına şöyle yazılmıştır:

“Bu, Efendimiz Hicr b. Adi’nin -Allah ondan razı olsun- kabridir. Onu, Efendimiz Muaviye -Allah ondan razı olsun- katletmiştir.”

Ehlisünnet’in sahabe yorumundaki çarpıklığı bu mezar taşı kitabesi yeterince açıklamaktadır.
Kısacası ilk dönem Şiası ile Ehlisünnetin sahabeye bakışı arasında ciddi bir farklılık yoktur. Fakat hicri birinci yüzyılın ardından Şia içerisinde -çektikleri cefaların etkisiyle- imamet teorisi doğmuş, Peygamber'in, Ali’yi imam tayin ettiği ve onunla ilgili bir vasiyet yazdığı ileri sürülmeye başlamıştır. Ahmet el Katib’in belirttiğine göre ‘İlahi imam’ teorisi ilk defa İmam Zeyd b. Ali’nin Kufe’de H. 122 yılında Emevi meliki Hişam’a karşı başlattığı kıyam sırasında ortaya çıkmıştır. Bu tarihten itibaren, Ebu Bekir ve Ömer’e küfretme geleneği de başlamıştır. Fakat el Katib, Muhammed Bakır ve Cafer Sadık gibi imamlardan, bunun aksini bildiren bir hayli nakilde bulunmaktadır.

Ahmet el Kâtib, Hz. Fatıma’ya ve Ali’ye yapılan ‘büyük haksızlık’ları uzunca kritik etmekte, ikinci bölümün, dolayısıyla kitabın ağırlıklı ve belki de en çarpıcı kısmını bu kritikler oluşturmaktadır. Çarpıcılığı şuradan gelmektedir: kendisi bir Şii olarak el Kâtib, Hz. Fatıma’ya ve Ali’ye yapıldığı söylenen kötülüklere ilişkin rivayetlerin uydurma, asılsız ve güvenilemez olduğunu delilleriyle ortaya koymaktadır. Hz. Fatıma ile Ebu Bekir arasındaki sorun ilk olarak Fedek arazisi yüzünden çıkmış görünmektedir. Fakat Şii -ve kısmen Sünni- rivayetler olayı öyle bir ters yüz etmektedir ki, hakikat ortadan kaybolmakta, yerini yalanlar ve iftiralar almaktadır. “Bir topluluğu duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” (Maide, 8) ilahî uyarısı da, bu iftira ve yalanlara karşı bir tesir yapmamış görünmektedir. El Katib olayın özünü şöyle özetlemektedir: Fedek arazisi Hayber savaşı sonrasında çarpışma olmaksızın ele geçmiş, Peygamber'in payına düşmüş, o da burayı Fatıma’ya vermişti. Ebu Bekir hilafete geçince burayı kamu malı sayarak geri aldı. Fakat Fatıma babasının bu araziyi kendisine bağış olarak verdiğini söyledi. Ebu Bekir ise buna dair şahit istedi. Fatıma şahit olarak Ali ile Ümmü Eymen’i gösterdi. İkisi de bu yönde şahitlik yaptılar fakat Ebu Bekir bir erkekle bir kadının şahitliğini yeterli bulmadı, daha fazla şahit göstermesini istedi. Fatıma da öfkelenerek oradan ayrıldı.

Bundan sonra bu olayla alakalı olarak, Ali’nin Ebu Bekir’e biat etmemesi, Ebu Bekir’in ise Ali’yi zorla biat ettirdiğine dair rivayetler başlamaktadır. Bu rivayetlere göre Ebu Bekir Ömer’i (ya da Kunfuz’u) Ali’nin evine göndermiş, Ömer Fatıma’ya ve Ali’ye son derece kötü davranmış, onlara hakaretler yapmış, evi yakmakla tehdit etmiş, hatta odun toplatmış, kendisi de toplayarak evi ateşe vermiş; Ali’yi sarığından çekerek yerlerde sürüklemişler, yaka-paça Ebu Bekir’in yanına götürüp biat ettirmişler; Ömer Fatıma’ya ya kırbaçla vurmuş, ya karnına tekme atmış ya da kapının ardına sıkıştırmak suretiyle, karnındaki Muhsin adı verilen bebeğini düşürmesine sebep olmuştur.

İşte Ahmet el-Katip büyük bir sabır ve itina ile bu rivayetleri tek tek gözden geçirmiş, rivayetlerin hem senet, hem de metin tenkidini yapmıştır. Özetle, bu tür rivayetlerin hiçbirinin güvenilir tarafı yoktur. Fakat geleneğin, bu anlatılanların ‘doğru’ olduğunu ısrarla savunan bir damarı hep olagelmiş ve kıyamete kadar da bu damar eksik olmayacaktır. Çünkü bu ‘damar’, Şiilerle Sünni adı verilen Müslümanların arasındaki kinden, husumetten ve düşmanlıktan beslenmektedir. Aslında olay bir bakıma, Cemel savaşında savaşmaya karşı isteksiz olan Hz. Aişe ve adamları ile, yapılmak üzere olan sulhü engellemek için zorla savaş çıkartan provokatörlerin tutumunu andırmaktadır. Bugün de, bu iki ana Müslüman grubun barışmasını, ama her iki tarafın da, Kur'an ve Sünnetten asla tasvip göremeyecek, köhnemiş zihniyet ve geleneklerini gözden geçirerek, Kur'an ortak paydası üzerinde buluşup barışmasını, yeniden kardeş olmasını istemeyenler, mesela Ali’nin, kızı Ümmü Gülsüm’ü Ömer’le evlendirmesinden; üç oğluna Ebu Bekir, Ömer ve Osman adını vermesinden hiç mi hiç bahsetmemektedirler. Ahmet el Katib ise bu haberlerden bahsetmektedir.

El Katib, iki Müslüman kanadın birleştirilmesi gayesiyle İran İmparatoru Nadir Şah’ın 1743 yılı Şevval ayında Necef’te düzenlediği büyük konferanstan bahsetmektedir. Konferansın sonunda katılımcılar ortak bir deklarasyon (sonuç bildirisi) yayınlamışlar ve Raşit halifelere karşı var olan olumsuz tavrın terk edilmesini istemişler; İran halkının sövme ve lanetleme geleneğini terk ettiği, deklarasyon metnine girmiştir. Katılımcılardan Abdullah es-Suveydi, sonuç bildirisinin imzalanmasından sonra, katılımcıların çocuklar gibi sevindiklerini anlatmıştır. İranlı katılımcıların Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın menkıbelerine, faziletlerine dair zikrettikleri ayet ve hadisler ehlisünnet âlimleri bile şaşkına çevirmiş. Sahabeye sövmeyi mubah sayan Şah İsmail’in görüşünü cahillik ve taşkınlık olarak nitelemişler.

Hâsılı, Şiilerle Sünniler arasındaki ihtilafların ne kadar temelsiz olduğunu anlamak, iki Müslüman kitlenin asırlardır birbirine ve belli bir geleneğe düşmanca yaklaşımındaki hamakati yakından tanımak için Ahmet el Katib’in kitabını okumak gerekmektedir. Biz kitabın içerdiği tutarlı birtakım kritiklere ve bazı çelişkilerin ortaya konmasına sadece kısa değiniler yapmış olduk. Kitaptaki doğruların tamamına tanıklık etmek, okuyucunun kendisine kalmıştır.

Ahmet el Katip tamamen hayali ve arzuların dile getirilmesi kabilinden yazmamaktadır; satırları, gerçekçi ve ilmi temele dayanmaktadır. Şöyle diyor: “İnsanı sevindiren husus, Şii toplumunda bu konuyla ilgili genel bir iyileşme ve büyük bir olumlu gelişme oluşudur. Şii toplumu geçmişte yapılan bu hataların sebeplerini araştırmaktadır. Günümüz Şiilerinin büyük çoğunluğu o asılsız ve korkunç suçlamaları tamamen reddetmekte, kesin bir dille kınamakta, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e saygı beslemektedirler.”

Ahmet el Katib’in kitabına ilişkin kanaatlerimizi sonlandırırken, eleştiriye açık bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Ne yazık ki son on yıllar içerisinde İslamî düşünce alanında kalem oynatan pek çok Müslüman entelektüelde, gerek İslami gerekse batı kökenli kavramlara karşı bir lakayıtlık gözlemlenmektedir. Bu lakayıtlığın iki önemli sebebi bulunabilir. Birincisi, ilgili fikir işçilerinin, sözünü ettiğimiz kavramlar hakkında gerçekten yetersiz bir vizyona sahip oluşlarıdır ki, bu, telafi edilebilir bir kusurdur. İkincisi ise telifçi, uzlaşmacı bir bakış açısıdır ki işte bunun telafisi mümkün değildir. Ahmet el Katib’in yazılarında, batı düşüncesine ait kavramlar hakkında, birinci türden olduğunu zannettiğim bir ‘pozisyon almama’ tavrı gözlenmektedir. Örneğin el Kâtib, kitabında sık sık demokrasiye atıf yapmakta ve demokrasi ile şurayı ile özdeş sayma anlamına gelecek ifadeler kullanmaktadır. Mesela yazar, “velayet-i fakih teorisinde temsil olunan Şii siyasal düşüncesini aşarak demokratik düşünceye sarılmayı başar[maktan]” dem vurmaktadır. Şu satırlar da ona aittir: “İslam birliğine giden yolun başı demokrasidir. Demokrasi ise akıl ve benlikte başlar. Demokrasi, dünyaya fazla önem vermemek; diğer insanlara karşı alçakgönüllü olabilmek; onlara büyüklük taslamamak; mallarını, hak ve çıkarlarını ele geçirmeye çalışmamaktır.” Burada el Katib’in demokrasiye, tamamen gönlünde yatan temennileri yüklediği anlaşılmaktadır. Çünkü demokrasinin böyle bir tanımı yoktur. Demokrasi en kestirme tanımıyla, İlahi egemenlik yerine, beşerî egemenliği tesis etme önerisi; hâkimiyeti Hakk’a değil, halka tahsis etme ilkesidir.

Demokrasi, yazarın hayal âlemindeki gibi dünyaya fazla önem vermemek değil, dünyanın tamamını birkaç kişinin tekeline geçirme; alçakgönüllülük değil, bilakis tam bir kibir, istikbar ve tuğyan hareketidir; insanların mallarını, hak ve çıkarlarını ele geçirmeye çalışmamak değil, bilakis yeryüzündeki bütün hakları, bütün çıkarları birkaç büyük ailenin tekeline verme çabasıdır. Hâsılı, eğer Şiilik-Sünnilik arasındaki bunca tarihsel fikir tortusu silkelenir, büyük bir sorgulama işi yapılır ama sonuçta İslam birliğine giden yolun demokrasiden geçtiği iddia edilirse, bu, bir çuval değil, çuvallarca, hatta tonlarca incirin berbat edilmesi, geldiğimiz noktadan çok daha beterine dönülmesi anlamına gelecektir. İslam birliğine giden yol, yüzde yüz tevhid akidesinden, hâkimiyeti tamamen Allah'a tahsis etmekten, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kâfir, fâsık ve zalim olduğuna kesin olarak inanma teslimiyetinden geçmektedir.

Dipnotlar:
* Ahmet el Katip, Nedenleri Tarihte Kalmış Siyasî Ayrılık SÜNNİLİK - ŞİİLİK İslam Birliği, Terc. Muharrem Tan, Mana Yayınları, İst., Eylül-2009, 362 sayfa.
[1] -Sahabeye bakışımız için bkz. Sahabe kavramı, İKTİBAS, XXII/311, Kasım-2004.
[2] -Bu isimde Taha Hüseyin’in bir kitabı olduğunu hatırlatalım.

(Tanıtım Yazısı: Mehmed Durmuş / İktibas)

Etiketler : #Kitap   #Tanıtımı:   #Ahmet   #elKâtib’in   #kaleminden   #SünnilikŞiilik   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN