Dünya bizim için ‘Mekke’, farkında değiliz!

Çizgisini net bir şekilde Müslüman’ca sürdürebilmiş ender düşünürlerden biri olan Rasim Özdenören Müslümanları kuşatan zihni ve siyasi sorunları anlattı.

07-05-2009


Rasim Abi ile Özgün İrade dergisi için bu ikinci söyleşimiz. Ankara’daki evinde bizi ağırlayan Rasim abi uzun bir muhabbetin koyuluğunda bu söyleşiyi gerçekleştirdik. Ümit Aktaş ile ilk kez buluştukları bu dem benim için hoş bir sürpriz oldu.

Rasim Özdenören, yazı serüveni erken dönemlerde başlamış ve bu güne kadar çizgisini net bir şekilde Müslüman’ca sürdürebilmiş ender Müslümanlardan biri. Ayrıca ‘Düşünce Adamı’ özelliği en yakışan kişidir. Kitaplarında hep bir adım öteye işaret bakışı ve okuyucuyu yeni bir serüvene hazırlaması sürekli bir okuyucu profilini oluşturmaktadır. Şiir tadında denemeleri ve ayrıntıları ipe dizen öyküleri ile birlikte düşüncenin en saf halini dile getiren makaleleri hep gündemde olacaktır…   

Hayata dair ne varsa kalem oynatan ve bunu vukufiyetle, derinlikli yapan ender yazarlarımızdan biridir. Kendisiyle uzun bir söyleşi gerçekleştirdik ve hayata dair, bizi kuşatan zihni ve siyasi sorunlarımızı konuştuk. Gerçekten bu güne kadar cesaretle dile gelmeyen bir çok konu bu söyleşide dile gelmiş oldu.   

Bize alicenaplık göstererek evinde misafir ettiği ve güzel söyleşinin oluşumuna yaptığı katkı dolayısıyla Rasim ağabey’e en kalbi teşekkürlerimizi sunarız…

Ümit Aktaş: Rasim Abi, sizi daha çok fikir ve edebiyat dünyasından tanıyoruz, ama sizin çok uzun bir İslami geçmişiniz var! Bu geçmiş nerelerden başladı. Bu konuda bize neler söylersiniz?   

Rasim Özdenören: Biz İslam’ı aramak için yola çıkmadık. Buna ihtiyaç da yoktu. Çocukluğumuzda öyle çok dindar bir aile ortamında da yetişmiş değiliz. Türkiye’deki aile ortamı bizim aile ortamımız için de geçerliydi. Babamız elbette Müslüman’dı. Kendine mahsus alışkanlıkları vardı. Ramazan ayı girdiğinde Kur’an okuduğunu biliyorum. Mahalleliye teravih namazı kıldırırdı. Ama Ramazan ayı bittikten sonra gündelik hayatına geri dönerdi. Çocukluğumuzda annemin namaz kıldığını hatırlamıyorum. Öyleyken Kuran öğrenmemiz için bizi mahalle mektebine gönderdi. Bizim erişkin çağımızdayken hiçbir vaktini geçirmedi. Orucunu zaten tutardı. Üç aylar da dâhil... Anneannem ise, beş vakit namazını kılardı. Sürekli tespih çeker ve bizim dinî bilgimizle de ninemiz ilgilenirdi. Ninemiz bize masallar anlatır, namaz ve oruç üzerine konular anlatırdı. Biz herhangi bir Anadolu ailesi gibi alışılmış bir aile tipi içinde yetiştik…   

Ümit Aktaş: Maraş denince sanki orada dinî bir kültürel havza var, o yüzden insanda farklı çağrışımlar oluşturmakta...   

Abdulaziz Tantik: Örneğin sizin kitaplarınızdan biri olan Gül Yetiştiren Adam’da o yaşlı amcanın uzun bir sessizlik döneminden sonra çıktığı cami ortamında yaptığı vaaz önemliydi. Acaba Rasim Özdenören olarak o yaşlı ‘Gül Yetiştiren Adam’da olduğu gibi bir zihnî yapıyı siz de taşıyor musunuz?

Rasim Özdenören:  O bir protesto idi. Cumhuriyete karşı inzivaya çekilmiş olan şahsiyetlerden biri. O tip insanlardan Maraş’ta beş altı kişi yaşadığını biliyoruz. Fakat ben onlarla tanışmadım. Onlar muhalefet bağlamında uzun süre kendilerini saklamışlardı. O kitapta yazdığım kişileri bazı özel isimlere izafe ettiler. Ancak ben Maraş’ta iken bu isimleri duymuş değildim. 1970’li yılların ikinci yarısında bununla ilgili bir metin yazma isteği oluştu. Bunun öyküsünü yazayım dedim.   

Ümit Aktaş: Kendinizi gül yetiştiren adam gibi mi hissettiniz?   

Rasim Özdenören: Hayır! Çünkü gül yetiştiren adam inzivaya çekiliyor. Biz ise hayatın içindeydik.   

Ümit Aktaş: Ama bizim de kendimizi küskün hissettiğimiz zamanlar oldu. Bu gün baktığımızda belki yanlış olduğunu söyleyebilirim, ama Müslümanlara yönelik o yoğun baskı bazen bizi de o tarz duygulara itmekteydi…   

Rasim Özdenören: Yetmişli yılların sonlarında ben Hicret ile ilgili bir yazı yazmıştım. O yazıda şunu söyledim: Bu günün Müslüman’ı da hicretini gerçekleştirmelidir. Peygamber (sav) ve ashabına farz kılınan hicret bir defaya mahsus olmuştur. Ama hicret yolu kapanmış mıdır? Hayır! Fakat mekânsal olarak bugün hicreti nereye yapacağımız meçhul kalmıştır. Bu günün Müslüman’ının Medine’si neresi? Öyle bir yer göremiyoruz biz! İran dahi böyle bir yer değildir. Çünkü İran’ın Müslümanlara kucak açtığını söylesek bile, İran sadece Şii Müslümanlara kucak açıyor. Asrısaadette olan bir Medine yok! Bugün için Hicret edilecek bir yer yok. Peki, hicreti bugün nasıl gerçekleştirebiliriz? Biz bugün bu hicreti zihinsel olarak gerçekleştirmek durumundayız. Zihinsel olarak nasıl gerçekleştirebilirsin? Bütün önyargılarından sıyrılarak ve devri cahiliyeye ait görüşleri terk ederek İslam’ın teklifleri ile yüzleşerek zihinsel hicretini gerçekleştirebilirsin.   

Ümit Aktaş: Medine yok diyorsunuz ya! Peki, Mekke var mı? Cahiliye ile ölümüne mücadele eden kişilerin Mekke’si var mı?   

Rasim Özdenören: Sanırım var! Bütün bir yeryüzünün o Mekke’nin izdüşümü olduğunu söyleyebiliriz.   

Ümit Aktaş: Seyyid Kutup Amerika dönüşü bir zihinsel devrim yaşadı. Daha önce normal bir aydın konumunda iken, Amerika’yı gördükten sonra Mısır’a dönüp bugün bildiğimiz Seyyid Kutup oldu. Siz de Amerika’ya gittiniz. Dönüş sonrası sizin de böyle bir zihinsel değişiminiz oldu mu?   

Rasim Özdenören: Ben Amerika’ya 1970 yılının başlarında gittim. 1971 yılının sonlarında da geri döndüm. Biz Amerika’ya gittiğimizde, bizim fikirlerimiz aşağı yukarı teşekkül etmiş durumdaydı. Amerika’da üç temel unsur gördüm: servet, israf ve fuhuş. Bugünkü Amerikan hayat tarzının bu üç temel üzerine inşa edildiğini gördüm. Bu durumun sağlam bir temel oluşturmadığının farkına vardım. 1970’li yıllarda arkadaşlarıma yazdığım mektuplarda diyordum ki: Amerikan hayat tarzı ve kültürünün ne zaman çökeceğini bilemem! Ama bana öyle geliyor ki bu çöküşün çok uzun bir vadesi yoktur. Ne var ki kısa dediğimiz bu süre ulusların hayatında öyle birkaç yılla veya elli altmış yılla ölçülebilecek bir süre değildir. Ama bugünkü Amerikan hayat tarzı bir gün çökecektir. Kaçınılmaz olarak bu böyledir. Bunu İbn-i Haldun tarzı bir mülahaza ile de söylemiyorum. Daha farklı bir mülahaza ile söylemek istiyorum. Amerikan hayat tarzında şunları görüyoruz. Zahiren özgürlük var. Zahiren herkes her şeyi söyleyebiliyor diye düşünüyorsun. Fakat benim gittiğim 1970/71’li yıllarda Maoculuktan hapse atılmış insanlar vardı. Demek ki Amerika her tarafta olduğu gibi kurulu düzenine zarar vermeyen faaliyetlere izin veriyor. kendi zararına olacak en küçük bir faaliyete ve kıpırdanışa müsaade etmiyor. Dışardan sanıldığı gibi mutlak bir özgürlük ortamı söz konusu değil.   

Ümit Aktaş: Yani bir fuhuş özgürlüğü var, ama fikir özgürlüğü yok!   

Rasim Özdenören: Evet yok. Nitekim Maoculara bu fikir özgürlüğü tanınmamış. Genç bir zenci Maoculuktan dolayı içerdeydi. Buna benzer niceleri var. Ben sadece bunu hatırlıyorum. Eldridge Cleaver... ‘Buz üstünde Ruh’ kitabıyla tanıdım. O sırada otuz beş yaşları civarındaydı. Onunla görüşme isteğimi belirttiğimde, dediler ki o hapishanededir. Kitabı dışarıda, fakat kendisi içerdeydi.   

Abdulaziz Tantik: Yani Amerika özgürlükler ülkesidir yargısı tamamen bir propagandadır, değil mi?   

Rasim Özdenören: Tabiî… O bağlamda özgürlük Türkiye’de de var. Kurulu düzenin isterlerine, beklentilerine ram olmuşsan özgürsün. Ama gerçekten özgürlüğün tadını çıkarmak üzere tavırlar ve görüşler serdedersen ve halen bugün bile bu durumdan dolayı insanlar içerdeyse özgürlük yok demektir.

Abdulaziz Tantik: Her yer Mekke dediniz. Ama Mekke bütün çıplaklığı ile ortada. Orada Peygambere ve Müslümanlara yönelik işkence ve hakaretler açık. Kesin bir din karşıtlığı vardı. Ve Müslümanlara yönelik açık bir tahammülsüzlük var. Bu gün bu açıdan bakıldığında Mekke ile bu günkü şehirler arasında bir fark yok mudur?

Rasim Özdenören: İşkenceyi kendin çekmediğin için yok sanıyorsun. Kendin derken senin şahsını kastetmiyorum. Herhangi biri için de bu geçerlidir. Mekke’nin Resulullah’a teklifi bugün de aynen geçerlidir. Sembolik olarak bu gün de Peygambere teklif edilen ‘bir yıl sen bizim ilahımıza tap, bir yıl da biz senin ilahına tapalım’. İşte sen onun taptığına tapmayı kabul ettiğin anda o tuzağın içindesin. Şu anda biz Müslümanlar olarak bu tuzağın içindeyiz ve bu tuzağın içinde olduğumuzun farkında değiliz. Mekke’nin teklifi bu: hangisi bize kazançlı ise onu uygulayalım. Resulullah bu teklifi reddediyor. Kâbe’de 360 put var. İnsanlar oraya panayıra geliyor, ticaret yapıyor. Ama peygamber bu teklifi kabul etmeyerek oyunu bozuyor. Hâlihazırda o tuzağın içindeyiz. Düzenin sahipleri bize diyor ki, çocuklarını eğitmem için okula gönder. Benim denetimim altında olan camilerde namaz kıl, benim denetimim altında olan mesaiye riayet et. Benim denetimimde olan ticareti yap, benim denetimimde olan giyim kuşamı istediğin gibi giy. İstediğin rengi ve modeli seçebilirsin. Biz de buna baş üstüne dedikten sonra nizalaşmanın ortamı ortadan kalkıyor. Aslında biz Mekke şartlarının altında yaşadığımızın da farkına varmıyoruz.

 Ümit Aktaş: Yani biz ciddileşmediğimiz için muarızlarımız da ciddileşmiyor.

Rasim Özdenören: Evet, ama aslında muarızlarımız ciddi. Bunlar kendi dünyaları içinde isteklerini Müslümanlara kabul ettirmişler. Müslümanlar, ben şapka giyersem, giymezsem ne olur? Müslüman’ın kendine ait bir kılık kıyafeti mi var ki? Müslümanların kendilerine ait yeme içmesi mi var ki, ben bunu kendime sorun yapayım? Günümüzde içki içiliyor ama ben bunu içmediğim zaman bunu bana zorlayan mı var, diye düşündüğün anda, işte tam olarak kurulu düzenin sana teklif ettiği şeyin içine düşersin. Bilincin köreltilmiş olduğu için farkına varmazsın! Uzun yıllar başbakan ve cumhurbaşkanı olarak görev yapmış zatın bir söylemi var. O her zaman Müslümanlara karşı şunu ileri sürmüştür: Namaz kılıyorsun, sana kılma diyen mi var? Camiler açık değil mi? 2007 yılında bir gazeteci, Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni, bir yazı yazdı. Yazısında şunu söylüyor: dün gece önemli bir şahsiyetle, -yurt dışından biri- Boğazda yemekteyken muhtemelen yatsı ezanı okunuyor. Yabancı işittiği sesi soruyor. Ezan olduğu cevabını alıyor. Türkiye’de din serbest, camiler açık, işte bu duyduğun ses de insanları camiye, ibadete davet eden bir çağrıdır. Peki demiş o kişi de, o zaman bu Ak Partililer ne istiyor? O da demiş ki bunlar daha fazla şeyler istiyorlar. Yazarımız da yazısını şöyle bağlıyor; tabiî mealen aktarıyorum: daha ne istiyorsunuz, cumaya gidiyorsun, bayram namazına gidiyorsun, dinini yaşıyorsun. Aslında yazarımız cumaya gitmediği için Cuma namazının yasak olduğunun farkında değil! Nasıl yasak Cuma namazı? Patronun Cuma saatinde namaza gitmene göz yumuyorsa cumaya gitmende birinin icazeti olduğunun farkına varmazsın! Patron, dur bakalım, şu an mesai saati dediği anda, cumaya gidemezsin. İşte meseleye uç noktada bakmazsan devri cahiliye Mekke’sinde olup olmadığının farkına varamazsın! Demirel gibi bir hayat yaşarsan, yasakların özüne dair bir bilgiye sahip olamazsın! Başı açık gezen bir kız başörtüsünün yasak olup olmadığını fark edemeyebilir. Kızların başını açtırmak için olmadık şaklabanlıklar yapılıyor. Ve bizim Müslüman camia da, başörtüsünün gerekçesini insan haklarına bağlayarak açıklamaya çalışıyor. Hâlbuki insan hakları diye örtünmüyorsun, İslam’ın emri diye örtünüyorsun. Son beş on yıldır şunu tartışmaya açıyorlar. Başını örten öğrencilere İslam’ın böyle bir emrinin olmadığını ispat etmeye kalkışıyorlar. Orada da bir başka garabet var, o da ayrı bir şarlatanlık.

Ümit Aktaş: 70’lerin başında Milli Görüş hareketi ortaya çıktı. Yeni Devir gazetesi, Mavera gibi dergiler yayınlandı. Sanki birden bire bir entelektüel hareket patlaması yaşandı. Siz de o dönemi yaşayan ve oralarda yazan bir şahsiyetsiniz. Bu ortaya çıkış; bir manipülasyon muydu, bir ihtiyaca binaen mi ortaya çıkmıştı veya bir sürece binaen mi gelişmişti? Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rasim Özdenören: Bir manipülasyon olup olmadığını ben şahsen bilmiyorum. Ama bu partiler kurulurken, ilki 1969 yılında Milli Nizam Partisidir. O parti kapatıldıktan sonra 1972 yılında Milli Selamet Partisinin kurulması aşamasında aralarında benim de bulunduğum arkadaş çevresi ile istişareler yapıldı. Yakın arkadaş grubumuzda toplantılara katılan isimleri sayabilirim. Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Mustafa Yazgan, Bahri Zengin, Cevat Ayhan, Kahraman Emmioğlu, Nazif Gürdoğan, Musa Çağıl, belki daha başka arkadaşlar... Bu isimlerden bir kısmı Erbakan hocanın fakülteden öğrencileri idi.

Ben o zaman şu mülahazaları öne çıkarıyordum. Kurulacak olan bu partinin nihai hedefi nedir? Verilen cevap: Nihai hedef elbette ki İslam’dır. Şahıs isimleri vermiyorum, aşağı yukarı kişiler belli… Dedim ki o zaman böyle bir parti kurulduğu takdirde; bir, Müslümanlar kendileriyle çelişkiye düşmüş olurlar. İki, alelumum Müslümanları da aldatmış olurlar.

Ümit Aktaş: Hangi açıdan bu çelişkidir?

Rasim Özdenören: Şu açıdan bir çelişkidir: Eğer İslamî bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir parti kuruyor isen, -bu partiyi siyasal bir parti olarak düşünüyoruz tabiî- bir, bu parti yürürlükteki siyasal partiler yasasının öngörüleri çerçevesinde kurulmaya mecburdur. İki, mevcut anayasal düzene uymayı taahhüt ederek kurulabilir. Böyle bir partiyi kurduğumuzu varsayalım. Üç, seçime girdin ve 450 milletvekili ile –o zamanki sayı- iktidara geldin. Böylece Demirel bir kez daha haklı çıkacak ve parti kurmak istediniz de engel olan mı var söylemi haklılık kazanacak…  Buradaki aldatıcılık şurada! Sen 450 milletvekili ile mecliste yer almış olsan bile ondan sonra bu 450 milletvekilinin arzuları istikametinde işlerin yürümeyeceğini bilmen gerekir.

Ümit Aktaş: Bu durum Türkiye demokrasisi için mi geçerli? Yoksa gerçek anlamında bir demokratik yapı söz konusu olsa bu durum değişir mi? Bu tutumun kendisi, bizi sürekli bir siyaset dışı olmaya zorlamaz mı?

Rasim Özdenören: Evet, ben senin sorularını anladım. Buradaki incelik şu: Sen, sana açılan mecraların içinde yer almaya razı olduktan sonra seni herkes oynatabilir. Demokratik yöntemlerle demokrasiye ulaşırsın. Siyasal partiler; demokrasinin unsurlarıdır, demokratik yöntemin temel rükünlerinden birisidir. Derununda gizlediğin veya aşikâr kıldığın hedefin her ne ise demokratik bir parti ile sadece demokrasiye varabilirsin. İslam, kendi amacını ve hedefini kendisi belirler. Bu amaca ve hedefe ulaşacağı ilke ve araçları da kendisi belirler. Dışarıdan kendisine dayatılan yöntemleri reddeder. Demokratik amaçlarla ancak demokrasiye ulaşabilirsin. Sorunuzun ikinci kısmına da cevabım şu: bu mülahaza demokrasiyi reddetme anlamına gelmiyor, kabul etme anlamına da gelmiyor. Burada şöyle bir ikinci incelik var: İslam, kendi dışındaki yöntemlerin yöntemini reddediyor. Dolayısıyla demokrasi kendi başına dünyanın en iyi rejimi bile olsa İslam’la demokrasi arasında, İslam’la liberalizm arasında veya İslam’la herhangi bir izm arasında bir temas noktası yoktur. Bu temas noktası yok tabirini de çok dikkatli ve bilinçli kullandığımı söylemeliyim. Öteki yöntemleri kötü oldukları için reddediyor değiliz.  O yöntemler dünyanın en iyi yöntemleri de olabilirler. Ancak İslam’a yabancı oldukları için o yöntemleri reddediyoruz. İslam kendi yöntemini kullanmak suretiyle kendi amacına ulaşır. Burada tabiî başka bir sürü sorular akla gelebilir…

Denilebilir ki, amaçlar araçları meşru kılar mı, kılmaz mı? Eğer Makyavel’in fikrini beğeniyorsan; evet, amaçlar araçları meşrulaştırır. Ama İslam’ın yöntemini benimsiyorsan, araçlar da amaçlar kadar kutsal olmak zorunda! Helal olan bir amaca haram olan bir araçla ulaşamayız.

Ümit Aktaş: Peki bu çekinceleriniz ne oldu? Sonuçta parti kuruldu ve yürüdü… Başta belirttiğiniz çekincelerinizle birlikte bir minval üzere bir yürüyüş gerçekleşti. Ayrıca bu sürecin negatif boyutlarını değerlendirdiniz. Ama pozitif boyutları da yok mu bu sürecin?

Rasim Özdenören: Bu güzel bir soru; bu soru bize o gün de soruldu. Biz bu sözlerimizi söyledik, bir gün sonra bu toplantı tekrarlanacaktı. Toplantıya sözcümüz olarak Mustafa Yazgan’ı belirledik. Fakat Mustafa Yazgan bizim söylediklerimizi işitmemiş gibi bir yaklaşımla söze başlayarak, Hocam dedi, sizin söylediklerinizi bütünüyle destekliyoruz ve bu partinin kurulmasını uygun buluyoruz. Ağzı laf yapıyor diye Mustafa Yazgan’ı seçtik, o da böyle söyledi. Bundan sonra da zaten kendisi partili oldu. Bize dediler ki, peki şimdi ne olacak? Biz söyleyeceğimizi söyledik. Şu an ayrı bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu partinin Rasim Özdenören nezdinde değeri nedir? O değer şudur: bizim mevcut düzenin yasal şartlarını yerine getirmiş olan dernekler, vakıflar, gazetelerimiz var mı? Var! Mevcut yasalar çerçevesinde okula gidiyorsak, ticaret yapıyorsak, gazete ve dergi çıkarıyorsak, bu da öyle, millet meclisi kürsüsünde benim hassasiyetlerimi dile getirecek bir enstrüman olarak kabul ettik.

Ümit Aktaş: Cevabınız bu muydu?

Rasim Özdenören: Evet, ama bu demek değildir ki bu siyasî partinin bütün görüşlerini paylaşıyorsun; bu demek değildir ki, bir partizan olarak bu hareketin içinde yer alıyorsun, hayır! Ben ve arkadaşlarım hiçbir zaman partizan olmadık. Nitekim Erbakan hoca, o tarihlerde Milli Gazete ve Yeni Devir gazetelerine manşet başlıklar önerir ve onlar yayınlanırdı. Ben, Akif ve Alaeddin Özdenören kendi gündemimizi kendimiz belirlerdik. Erbakan hoca her seferinde yazılarımızda partinin adını ve faaliyetlerini neden anmadığımızı sorardı? Yazar olarak ben de her defasında şunu söylerdim: hocam bakın buradaki arkadaşların tamamı partinin propagandasını yapıyor. Ama bizim hedefimiz parti değil! Ama partiyi de içine alan daha ötede hedeflerimiz var! Bizim yazdıklarımız bugün geçerli olduğu gibi yarın da geçerli olmaya devam eder. Günün birinde parti kapatılabilir. Böyle bir şeyi temenni etmeyiz, ama kapatıldığı zaman bizim için şaşılacak bir şey olmaz, olmamalıdır. Parti kapatıldıktan sonra da bizim bu yazdıklarımız okunur, kaldı ki -bütün şartlar aynı kalmak suretiyle- öyle bir okuyucu düşünelim ki sadece benim yazılarımı okuyarak kendi başına hareket edebilecek donanımı bulsun. Bu kişinin zaten o tarih itibarıyla Milli Selamet Partisi dışında rey vereceği başka bir parti yoktur. Bunun için benim ayrıca partinin adını zikretmeme gerek yok!  Nitekim söylediklerim doğru çıktı. 1973 yılında askerlik münasebetiyle Şırnak’ta idim. 1973 Kasım seçimini orada idrak ettik. Şırnak o tarihte Siirt’e bağlı bir ilçeydi. MSP’nin orada teşkilatı yoktu. Oradaki yakın çevremiz, arkadaşlarımız, öğretmen arkadaşlar, memur arkadaşlar, esnaftan arkadaşlar bana hangi partiye oy vereceklerini sorduklarında; ben de dedim ki elbette ki MSP’ye oy vereceğiz. İlçe teşkilatı olmamasına rağmen orada 83 oy aldı MSP. Şimdi bu ayrı bir şey! Ben, elan da parti marifetiyle İslami mücadele yapılabileceğine kani değilim! Bu hangi parti olursa olsun durum değişmez!

Ümit Aktaş: Peki burada siz ve Nuri Pakdil en net tutumu gösterdiniz. Bu yüzden mi edebiyatı bir mevzi olarak değerlendirdiniz?

Rasim Özdenören: Şimdi şöyle düşünürsek yanlış olur. En azından ben şahsen kendimi yanlış anlatmış olurum. Ben öykü yazarak, şiir yazarak, bir fikrin tebliğini yapmak için yola çıkmıyorum. Ya ne yapıyoruz? Yaptığımız işin hakkı ne ise o hakkı yerine getirmeye çalışıyoruz. Şiirse şiirin hakkını, öykü ise öykünün hakkını yerine getirmeye çalışmalıyız. Öykü ve şiir veya bir başka edebi ürün kendi hakkını yerine getirmiyorsa başka bir şeye de faydası ve hizmeti olduğunu söyleyemeyiz, kanaati var bende! Kökleşmiş bir kanaat olarak bu var. Ama bu ürünler her şeye rağmen bir kültürün hâsılası olarak ortaya çıkıyor. Şayet edebiyat ile uygarlık arasında korelasyon olduğunu söylüyorsak Müslüman bir zihnin ortaya koyduğu ürün aynı zamanda İslam kültürünün bir ürünüdür. Bu onun genlerinde kendiliğinden var olarak hâsıl olur.

Ümit Aktaş: Bunun kültürel bir strateji olduğundan şüphemiz yok, ama aynı zamanda bu bir siyasal strateji de olabilir mi? Veya da siyasal bir mevzi olarak kabul edilebilir mi?

Rasim Özdenören: Tabiî ki o da kabul edilebilir. Ama bir başına siyasal bir faaliyet midir, dersen hayır! Siyasal bir veçhesi var mıdır diye soruluyorsa, söylenecek şey kesinlikle evet! Önemli olan tarafı da şudur: o ürün –en azından ben kendi payıma konuşmuş olayım- siyasal olsun diye ortaya konmaz. Ancak buradan bir siyasal yaklaşıma veya başka bir neşveye ulaşmak isteyen varsa orası da ona açıktır. Daha da önemlisi edebiyat ürünü kendiliğinden –sadece onu hedeflememek şartı ile- bir telkin aracıdır. Oradan kalkarak Müslümanlığını fark eden birisi, o Müslümanlığı kendisi keşfetmiş olduğu için onu benimser ve içselleştirir.

Ümit Aktaş: Yani partiler dünyasında görmediğimiz saflığı edebiyat dünyasında mı görüyoruz?

Rasim Özdenören: Evet, çünkü bir siyasal parti olarak ortaya çıktığın zaman o siyasal partinin ahlakını da beraberinde taşımak zorunda kalırsın. İstesen de istemesen de o ahlakı benimsemek zorunda kalırsın. İnsanlardan oy isteyeceksin veya dileneceksin. Hâlbuki İslam ahlakında memur, yönetici görev talebinde bulunmaz. Hadim, o hizmeti yerine getirme adına bir makam ve mevkii talep etmekten arîdir. Ama demokratik mücadelenin bir unsuru olarak siyasî partiyi kurmuşsan ve demokrasinin öngördüğü ahlakı da benimsemişsen ister istemez diğer partilerle aynı düzlemde yarışmak ve aynı taleplerde bulunmak zorundasın. Rey isteyeceksin, rey istemenin de yöntemleri ne ise; para pul dağıtmak mıdır, hizmet dağıtmak mıdır, vaatlerde bulunmak mıdır? Bunlar benim bileceğim şeyler değildir. Ama bunlar yapılıyorsa ve sen bunları yapmayı düşünmüyorsan o zaman da bu partinin bir anlamı kalmaz. Bir partiye kimse durduk yere oy vermez! Ama oy verildiği takdirde bir beklentiye binaen rey verildiği için senden o beklentisinin karşılığını bekleyecek ve talep edecektir. O beklentilere cevap vermediğin takdirde de ikinci kez seçilmen mümkün olmayacaktır.

Ümit Aktaş: Bu gün geldiğimiz bu noktada, 90’lardaki MSP ve 2000’lerdeki Ak Partiden sonra bir anlamı ile öngörülerinizin doğruluğuna mı tanıklık ediyor?

Rasim Özdenören: MSP için evet! Ama Ak Partinin böyle bir talebi yok. Böyle bir hedefi de yok. İslam’la özdeşleşmiş bir talebi ve hedefi yok. Ama MSP ve ondan sonra aynı geleneği sürdüren diğer partilerin İslami bir hedefi vardı. Fakat o hedefte de şöyle bir şey var, araya başka konular girdi. Önüne İslami hedefler koyarak o hedeflere parti marifetiyle yürümek isteyenler kendi seçmenlerine lisanı hal ile aynı zamanda şunu söylemiş oluyorlar: Ey ahali bana rey verdiğin takdirde ben seni bu hedefe ulaştırma konusunda söz veriyorum. Hükümet olursam eğer bu hedefi gerçekleştireceğim. Fakat beni değil de başka bir partiyi seçtiğin takdirde de tasımı tarağımı toplayıp bu vaatlerimden vazgeçeceğim. Öyle kesintili bir şey olamaz! Arz edebiliyor muyum? Çelişkileri sormuştunuz, işte çelişkilerden biri de burada ortaya çıkar. Bunları ‘Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti’ kitabımızda uzun uzadıya anlatmıştım.

Ümit Aktaş: Çare nedir diye aklımıza sorular üşüşüyor? Alternatif bir hayatı üretmek nasıl mümkün olabilir?

Rasim Özdenören: Bize de aynı soruyu soruyorlar. Çareyi konuşmak için daha başlangıçta değindiğimiz konuya bir kere daha dönüyoruz.

1- Hicretimizi gerçekleştirmek…

2- Hicreti gerçekleştirebilmek için de kurulu düzenin sana asla kucak açmadığını ve kendinden daima uzaklaştırdığını fark etmek ve kabul etmek gerekir. Sana kucak açtığı anda seni o potada eritmek arzusu ile o kucağı açtığını fark etmek gerekiyor; bunu fark etmelisin ki tuzağa düşmeyesin! Son tahlilde o tuzağa düşmemek için kendimizi kapısı ve penceresi olmayan bir çelik küpün içinde farz edeceğiz. O küpün içinden çıkmadığımız takdirde orada boğulup kalacağımızı bilmeliyiz. Kendimizi böyle farz etmedikçe o zihinsel hicreti gerçekleştiremeyiz. Eğer o çelik küpün içine kıstırılmış olduğunuzu kabul ederseniz, küpün içinden çıkış umudu ve bir çıkış yolu bulmanın imkânı vardır. Biz bu gün bilemiyoruz onun yolunu. Çünkü kendimizi öylesine kıstırılmış olarak hissetmekten uzaktayız. Kral’ın Arşimed’e verdiği görevi hatırlayın. Şu altın tacın içinde altından başka bir karışım var mı yok mu, Ey Arşimed, bunu bul bakalım, diyor. Kuyumcuya bir kilo ağırlığında altın verdim. O da bana bir kilo ağırlığında bu tacı verdi. Bunu bulurken de tacın şeklini şemailini değiştirmeyeceksin. Eğer bunu eriterek bulacak olsan sana gerek kalmaz, bunu ben de yapabilirim.

Şimdi Müslüman’ın problemi böyle bir problem! O alaşımın içinde altından başka bir karışım var mı, yok mu? Bunu bulmak Arşimed’in yaşadığı dönemde imkânsız gibi bir şey. Arşimed bu problemin üstesinden geliyor. Özgül ağırlık kavramını keşfediyor ve sonuca ulaşıyor. Bizim çözümümüz de orada duruyor; keşfedilmeyi bekliyor.

Abdulaziz Tantik: Katı selefi bir anlayış var. Bu net durumdan dolayı tehlike sınırlarında gezinen bir yaklaşım gelişmektedir. Dolayısıyla bu şiddete yönelen bir tepkiselliğe dönüşüyor. Bu noktaya gitmemek için neler yapılabilir?

Rasim Özdenören: Tabiî şiddet son zamanların, ağırlıklı olarak 20. yüzyılın icat ettiği bir kavram. Biz kendi kavramlarımıza da sahip çıkmak zorundayız. Amerika kendi siyasetinin neticesine ulaşabilmek için savaş yapıyor. Irak’a giriyor, İran’a girmek istiyor, Afganistan’a giriyor, Somali’ye giriyor, girmediği yer yok. Girdiği yerlere de demokrasi adına girdiğini söylüyor. Avrupa ülkelerinin sömürge ülkelerine uygarlık taşıdıklarını ilan ettikleri gibi. Biz şimdi cihada şiddet mi diyeceğiz?

Abdulaziz Tantik: Hayır öyle demeyeceğiz…

Rasim Özdenören: İşte o zaman şiddet kavramının Müslümanlara ait olup olmadığı konusunu tefrik etmemiz lazım.

Abdulaziz Tantik: Çoluk, çocuk, kadın kızan insanların öldürülmesini nasıl değerlendirmeliyiz?

Rasim Özdenören: İslam’da şiddet yoktur, savaş vardır. Savaş eşit şartlar altında yapılır. En azından taraflar birbirinin gücünü tahmin edebilir. Asrısaadet döneminde birebir savaş vardı. Kişi kişiye meydan okuyarak birebir bir savaş yapar, daha sonra meydan muharebesine geçilirdi. Müslümanlar savaşı kazandıktan sonra da savaş şartları biter ve yaralıya, esire muamele genel teamüle uygun olarak gerçekleştirilirdi. Aşırılığa kaçılmamıştır. Köle kavramını bu günkü kölelik algısıyla anlarsak yine yanılırız. Sürekli Batı uygarlığından alınan ödünç kavramlarla düşünmeye çalışıyoruz. Bizi ayartan, ayağımızı kaydıran temel tutumlardan biri de bu! Adam hürriyet diyor, özgürlük diyor, bakıyoruz ki bu İslam’da da var. Hâlbuki Batının özgürlük algısı ile İslam’ın öngördüğü anlayışı arasında fark var. Fransız ihtilali dört kavram üretti. Her ne kadar bu kavramlar için ihtilal yapılmamış ise de ihtilalden sonra bu kavramlar ortaya çıktı. Adalet, Müsavat, Hürriyet, Uhuvvet, yani kardeşlik… Bu kavramların her birinin İslam’da karşılığı bulunmaktadır. Ancak bu kavramların Batılı ve Fransız ihtilal’indeki anlamı ile İslam’daki anlamı arasında muhteva farkı vardır. Bu farkı fark etmediğimiz için o günlerden bu günlere gelmişiz. Fark edilmediği için bugün Müslümanlar da demokrasi için mücadele vermeye çalışıyor. Demokrasi ile İslam’ın yolunun açılacağını zannediyor. Demokrasi için çalışılmasın mı? O da ayrı bir soru. Türkiye cumhuriyetinin mevcut kurulu düzeninde demokrasiye ihtiyaç var mı? El cevap, evet var! Mevcut vahim antidemokratik uygulamalar ortadan kalksın mı? El cevap, kalksın! Fakat bunu söylemek Türkiye’ye demokrasi geldiğinde onunla beraber bunun içinde İslam gelecek manası yoktur.  Onun için soruyu isabetli sormamız lazım. Soruyu isabetli soramazsak cevabını da isabetli alamayız. Sorunun isabetli olması için soruyu şöyle vazetmemiz lazım: bu konuşmayı yaptığımız Nisan 2009 tarihinde Türkiye demokrasinin neresinde? Hiçbir yerinde değil! Demokrasinin hiçbir yönü ile örtüşen bir tarafı yok. Tayyip Erdoğan’a rağmen örtüşen bir yanı yok. Çünkü mevcut anayasal düzen anti demokratik olarak tertip edilmiştir.

Ümit Aktaş: 12 Eylül 1982 anayasası ve aynı zamanda otuz yıldır da değiştirilmemiştir.

Rasim Özdenören: DPT, YÖK, RTÜK, MGK gibi vesayet kurumlarının yer aldığı, siyasallaşmış yargı gücünün hükümran kılındığı bir anayasaya ben demokratik anayasa diyemem. Bunlar tasfiye edilmedikçe, anayasanın 2, 3, 4. maddeleri değişmedikçe, anayasanın 176. maddesi değişmedikçe, geçici anayasa maddelerinde darbecileri koruyan kişiye özel hükümlerin kaldırılmadığı; yeni anayasal düzenlemelerin anayasanın temel ilkelerine uyumlu olması gerektiğini belirten anayasa maddelerinin evlere şenlik vasfı tasfiye edilmedikçe ve bunların yerine demokratik uygulamaları oluşturacak anayasa maddeleri konulmadıkça bu anayasaya demokratik demek mümkün değil. O halde soruyu yeniden soralım: Türkiye demokrasinin neresinde? Bu müstakil bir sorudur. Hiçbir yerinde değil diyoruz. Demokrasi İslam’ın neresinde? Bu soru da öbür sorudan müstakil bir sorudur. Demokrasi İslam’ın hiçbir yerinde değildir. İkisinin birbiriyle temas noktası yoktur. Bu söylediğim karışıklık Tanzimat kafasının getirdiği bir karışıklıktır. Tanzimat’tan bu yana gelen kafa karışıklığı tefrik edilmediği için bir silsileyi takip etmektedir. Ziya Paşa silsilesi, Mithat Paşa silsilesi, Ziya Gökalp silsilesi, İttihat ve Terakki silsilesi, Mehmet Akif Ersoy silsilesi, Yahya Kemal silsilesi, biz bunları da doğru dürüst bir değerlendirmeye tabi tutamıyoruz.

Mehmet Akif Ersoy’un ahlaki olarak düzgün biri olmasını siyasi düşünceleri ile karıştırıyoruz. Bu kafadan hareket ettiğimiz takdirde İttihatçılarla da bir alışverişimizin kalmaması gerekiyor. Hâlbuki İttihatçılar İslam referansı yerine ırkçı bir referansı getirme çabasına girdiler. Akif o çabanın içinde yer alan birisidir. ‘Sana yok ırkıma yok izmihlal’ sözünün hiçbir şekilde tevili mümkün değildir.

Abdulaziz Tantik: Irk kavramını millet yerine kullandığını söylüyorlar…

Rasim Özdenören: Öyle söyleyip avunabiliriz. Ama ben istiyorum ki biz bununla avunmayalım. Akif, ırk ile millet kavramını bilmeyecek kadar cahil biri değildir.

Ümit Aktaş: Irk’ın din anlamında olduğunu söylüyorlar ayrıca.

Rasim Özdenören: Bana göre hiçbir tevili yoktur. Aynı şekilde Yahya Kemal, bir şiirinde, bir Ramazan ayı iftara yakın bir zamanda Üsküdar’da Atik Valide camii sokağında tahayyül ediyor kendini, oruç tutmalarından mütevellit benzi sararmış kadın, erkek ve çocuklar görüyor. Birden kendi halini hatırlayarak oruçsuz olduğuna üzülüyor. Fakat arkasından da kendisini teselli ediyor. Oruç tutmadığım için üzülüyorum, iyi ki bu oruçlu insanların halini görünce oruç tutmadığım için kendime üzülebiliyorum diyerek teselli buluyor. Şimdi İslam’a baliğ olmadıkça istediğin kadar bu teselli ile avunabilirsin. Ama eline bir şey geçmez. Bu teselli seni İslam’a götürmez.

Ümit Aktaş: Yahya Kemal zaten kendisi de bu tesellinin işe yaramayacağını başka yerde ifade ediyor. Ama Akif’in, saltanata karşı mücadelesi, kurtuluş mücadelesi vermesi ve sonra Mısır’a gitmesi… Mısır’a gitmesi de mi yanlıştı veya Akif ne yapabilirdi? Burada doğru davranış ne olabilirdi?

Rasim Özdenören: Akif’in sonraki dönemlerinde ne olup olmadığını oturduğumuz yerden belirleyeceğimiz bir şey değil. Burada şu iki şeyi ayırmamız lazım. Akif’in ihlâslı bir adam olduğundan hiç şüphem yok! Sonuna kadar Müslüman kalmak istediğine dair de bir şüphem yok. Ama Akif’in her yanıyla düzgün ve iyi bir adam olması fikirlerinin isabetinin teminatı değildir.

Ümit Aktaş: O kaos ortamında insanların doğru bir duruş sergilemesi oldukça güç bir durumdur.

Rasim Özdenören: Mesela Nazım Hikmet, o da düzgün bir adamdı. Nazım Hikmet, Türkiye komünist bir ülke olsun derken aleyhte bir muhalif tavır geliştirmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor. Bu yüzden hapisleri göze almış, idam edilmeyi göze almış, çürümeyi göze almış, bütün bunlar şayanı takdir olaylardır. Ama bizim Nazım Hikmet’in şahsiyetindeki meziyeti beğeniyor olmamız, onun fikirlerini de beğenmemiz sonucunu doğurmaz. Akif için de aynı şey söz konusudur. O kaos ortamında doğru duruş sergilemek zor diyorsunuz. Elbette. Fakat insanların büyüklüğü de o zor ortamlarda ortaya çıkar.

Kişisel özellikleri, meziyeti dolayısıyla Mehmet Akif Ersoy’un siyasî görüşleri kabul görüyor. Hâlbuki Mehmet Akif Ersoy’un görüşleri Türkiye’de Müslümanların gelişmesinin önünü tıkayan görüşlerdir. Sadece Mehmet Akif Ersoy değil yaşça ondan küçük olsa da Muhammed İkbal de böyledir. Afgani, Abduh ve Reşit Rıza’lar da aynı fikrin sahipleri olarak vardırlar. Batının ilmini alalım ve ahlakını kendisine bırakalım söylemi bunlarındır. Böyle bir şey olamaz! Müslüman kendi ilmi ve ahlakı ile gelir. Bu tartışma devam edebilir. Ancak 1839’dan bu tarafa Avrupa’nın ilmini almışsın ve bu günlere kadar gelmişsin, onların ahlakını bırakabilmiş misin? Batı ilmi onun ahlakı ile birlikte gelir. O kendi içinde bir bütündür.

Abdulaziz Tantik: Konuyu artık toparlayalım isterseniz. Siyasi olarak Türkiye nereye gidiyor? Yeni yerel seçimlerde muhalefet partileri biraz kıpırdadı. İktidar partisi 8 puanlık bir düşüş yaşadı. Ergenekon meselesi devam ediyor. Amerikan başkanı Obama Türkiye’ye geldi. Türkiye’ye biçilen yeni bir rol var. Ve bütün bu hengâme içinde hemen herkesin kafasında soru işaretleri var. Türkiye nereye gidiyor?

Rasim Özdenören: Evet, bir sürü soru sordunuz ve her biri ayrı değerlendirilmesi gereken sorular. Türkiye’ye bir rol biçilmiş mi, biçilmemiş mi veya biz niye illa başkalarının Türkiye’ye rol biçtiğini düşünüyoruz bu da ayrı bir konu. Niye biz kendimize mahsus bir yerde durmadığımızı düşünüyoruz o da ayrı bir soru. Obama kim oluyor ki Amerikan politikasını değiştirebilsin! Bu ayrı bir soru. Amerikan’ın bir politika değişikliği içinde olup olmadığını bilemiyorum. Benim bilebildiğim şey şu: Eğer Amerika hakikaten politika değiştirmek istiyorsa, bu politikayı değiştirmek için de kendisine Obama tipinde bir adam lazımsa, Obama’nın Amerikan Başkanı seçilmesini açıklayabiliriz. Yoksa Obama’nın kendi kişisel kudretiyle, çabasıyla Amerika’ya Başkan seçildiğini, başkan seçildikten sonra da Amerikan politikasını değiştirmek istediğini düşünmek yanlış olur. Amerikan politikasını değiştirmek dünya siyasetini de Amerikan çıkarlarına uyumlu hale getirmek demektir ki, bunu Obama tek başına gerçekleştirme gücüne sahip değildir. Başka güçler olmasa bile Amerika’da siyaseti elinde bulunduran güçlerin tabiatına aykırıdır. O güçler, afakî, metafizik güçler değil, büyük şirketlerin şahsında somutlaşmış güçlerdir. General Motors vb. gibi iki yüz küsur şirket var. Amerikan politikalarını belirleyen güçler bunlardır. Sınaî, zirai, hizmet alanlarında bulunan şirketler bu gücü oluşturur ve Irak’ta savaşa onlar karar verir.

Zaten Amerika’da öyle isteyen herkes kolay kolay seçilme imkânı elde edemez. Ama Amerika politikaları bugünden yarına değişmez. Fakat bunun bir örneği 1970’li yılların başlarında Nixon’un başkanlığında görüldü. O zaman da Vietnam Savaşı vardı. Amerika Vietnam’dan çekilmek istiyordu. Nixon bir vesileyle görevden alındı. Bazı olaylar örtbas edildi. Ve yeni seçilen Amerikan başkanı ile de Vietnam’dan çekildi. Obama’nın gelişi için de buna benzer emareler var. Irak’tan çekilmek istediği söyleniyor. Afganistan’daki politikalarını değiştirmek istiyor. Ortadoğu’daki politikasını kısmen tesviye etmek istiyor. BOP’tan vazgeçiliyor. Gerçekten köklü bir siyasal değişiklik yapma sadedinde Obama başkan seçilmiş ise itirazımız yok.

Şimdi Türkiye’nin bu pozisyonda durumu ne olacak? Türkiye’de baştan beri ve Bush dönemi de dâhil şu iddiada bulunmuştuk: Amerika ile kafa kafaya vuruşmanın Türkiye’ye bir menfaatinin olmadığını söylüyorum. Bu şu demek değil! Amerika ile kafa kafaya girmeyeceksek onun dümen suyuna mı girelim? Hayır, bu o değil. Yani biz bir şeyi iddia ederken illa onun mefhumu muhalifinden bir şey çıkarmaya zorlanmamalıyız. Özellikle de dış politika da buna zorlanmamamız lazım. Dış politikada olsun, iç politika olsun bizim kendimize mahsus bir tanımımız var. Biz diyoruz ki, siyasette muhatabın gücünü kendi lehine imale edebiliyor musun? Amerika, İngiltere, Yunanistan veya bir başka güç olsun. Muarız demiyorum, muhatabın her kim ise onun gücünü kendi lehine kullanabilme istidadır, siyaset. Güce dayalı sporlarda da bu böyledir. Güreş, boks vb. sporlarda karşılaştığın sporcunun her hamlesini boşa çıkardığında onun gücünü kendi lehine kullanmış olursun. Boksta her savurduğu hamleyi ve oyunu boşa çıkardığın zaman hasmını yorarsın, ama sana isabet etse, o yumruğun sersemletici etkisiyle oyunu kaybedebilirsin. Siyasette de bu böyledir. Karşı tarafın gücünü kendi lehine kullanabilme marifetini gösterebiliyor musun? Bunu gösterebilecek siyasetçilere ihtiyacımız var. Türkiye vesayet altında yönetilmeye razı bir yönetime sahip olduğu için bu güne kadar bu inisiyatifini müstakil olarak kullanamamıştır. Mesela 2003, 1 Mart tezkere oylaması, benim kanaatime göre hiç de Tayyip Erdoğan’ın istediği istikamette gerçekleşmedi. Niye? Çünkü vesayet organları işin içine girdi. Milli Güvenlik Kurulu o tarihlerde -hafızalarımızı tazeleyelim- asli görevi savunma konularında tavsiye kararları almak olan o kurul oylamada hiçbir karar almadı. Hâlbuki bu oylamadan birkaç sene önce 1997/98 yılında eğitimin beş yıldan sekiz yıla çıkarılması ile ilgili, ekonomi ile ilgili envai çeşit konularda tavsiye kararları aldı. Bu kararların hiçbiri onun asli görevleri arasında yer almıyordu. MGK’nın anayasadaki yeri Savunma matlabı altındadır. MGK, asli görevi olan savunma konusunda o gün karar almıyor, ancak sınaî, ticari, eğitim ve enerji konusunda bir ton tavsiye kararı alabiliyor. Oylamadan birkaç gün sonra da MGK Genel Sekreterine niçin bir tavsiye kararı alınmadığı sorulduğunda, verilen cevap akıllara ziyan, evlere şenlik bir cevap oluyor. Diyor ki: Meclisi etki altında bulundurmak istemedik… Bu tam küstahça bir cevaptır. Sizin tavsiye kararı almanız meclisi niye etki altında bıraksın. Siz tavsiye kararı alın, gereği için meclis karar versin. Burada çok hince bir politika uygulandı, o da şu: neticeden kendisini sorumlu kılmak istemiyor. Böyle bir kurul siyaset ve toplumsal alanda tard olmaya ve kendisini lağv etmeye memur olur. Fonksiyonelliği biten bu tarz kurullar siyaseten ortadan kaldırılmalıdır. Bu kurul antidemokratik olduğu gibi vesayet kurumudur da, ayrıca üyelik kompozisyonu bağlamında da çarpıklıklar var ve yeniden düzenlenmelidir.

Abdulaziz Tantik: Türkiye siyasi olarak nereye gidiyor? Kurumları dile getirdiniz. Mesela Ergenekon davası?

Rasim Özdenören: Şu anda benim merak ettiğim şey, Ergenekon davası adı verilen dava sonuna kadar gidecek mi, gitmeyecek mi?

Abdulaziz Tantik: Üçüncü iddianame hazırlanıyor ve yeni dalgaların da geleceği söyleniyor. Gidebildiği yere kadar gideceğine dair bir iyimserlik var, diyebiliriz.

Rasim Özdenören: Şöyle bir netice ile teselli bulmamız mümkün. O da şu: bu dava bu şartlar altında sonuna kadar, yeni dalgalarla, yeni unsurlarla devam edebilir. Fakat her halükarda mahkeme safhası bittikten sonra bunun bir de Yargıtay safhası başlayacaktır. Yargıtay’da onaylanacak veya reddedilecektir. O safhaya geldikten sonra –yarın için bir şey söyleyemeyiz- ama bugünkü şartların yarın da devam edeceğine, yine bu tabiri kullanalım: ‘ceteris paribus, yani mevcut şartlar aynıyla devam edeceği’ yargısına istinaden söyleyelim. Mahkemenin hükmü Yargıtay’da reddedilse bile –ki Hüsamettin Cindoruk geçenlerde böyle bir şey söyledi; bu mahkeme boşuna çabalayıp duruyor, Yargıtay bunu reddedecek, dedi. Neye dayanarak bunu söyledi onu bilemiyorum. Gerçekten bunun ona sorulması lazım. Bu soru kişisel değil resmî olarak sorulmalı ve kendisinin hangi dayanaklarla ilerde olabilecek bir mahkeme safhasını şimdiden kefil olduğunu bildirmesi istenmelidir. Bunu bilme hakkımız olmalıdır.- her halükarda bu mahkeme neticelenecektir. Tutuklu şahıslar bırakılsa da mahkûm edilse de bu bir şeyin açığa çıkmasına neden olacaktır: Türkiye’yi vesayet altında bulunduran kişiler isim isim belirlenmiş olacaktır. Bu çok önemli bir kazançtır.  Bu kısa zamanda olur olmaz bilemeyiz. Ama Türkiye’nin önündeki ışıklardan biri de budur. Elbette bu ülkede adaletin önünde duran kurumsal tuhaflıkları göz ardı ederek konuşuyoruz. Askerî mahkemelerin olduğu yerde adalet açısından bir tuhaflığın olduğu bellidir. Sivil mahkemelerin verdiği kararların askerî yargıda nasıl bozguna uğratıldığı bilinmeyen bir şey değil. Geçelim.

Diğer bir ışık; -bunu İslami açıdan konuşmuyoruz, kurulu düzenin iç mantığı açısından konuşuyoruz- Türkiye hayatında ilk defa bir take off noktasını geçti. Şimdiye kadar darbeler vasıtasıyla take off noktasında uçağın burnuna vurup havalanmasına engel olunuyordu. 27 Mayıs, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat ve 27 Nisan 2007 e-bildirgesi de dâhil bu darbeler böyle darbelerdir. İlk defa 27 Nisan 2007 e-bildirgesi darbesi sivil merciler tarafından geri çevrildi. Geldiği yere iade edildi. Bu nokta aynı zamanda Türkiye’nin bir take off noktasıydı. Statükocuların bir kısmını bu Ergenekon davası münasebetiyle görüyoruz. Bunlar da boş durmayacaklar. Bu bir güç mücadelesidir. Halkın gücü ile bürokrasinin gücünün kavgası. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde ortaya konanlar ve sonuçta seçimle birlikte halk ne istediğini bir kez daha göstermiş oldu. Şimdi hâlihazırdaki siyasi parti yelpazesinde bu işe sahip çıkmış, yani cunta iradesini, vesayet iradesini bertaraf etmeye aday yegâne parti Ak Parti görünüyor. Diğer partilerin maalesef bu noktada Ak Partiye yardımcı olacaklarını göremiyoruz. MHP de dâhil olmak üzere, CHP’den zaten olumlu bir umut beklemiyorum. CHP gölge etmesin yeter. Ancak o gölge ediyor, hem de vesayet rejimi adına ve halkın karşısında durarak bunu gerçekleştiriyor. Kafalarındaki ön yargılar ve kişilere yönelik beklentileri yüzünden sivil iradeye sahip çıkmıyorlar. Bu o kadar yaygın ki, 12. Dalga operasyonunda bir profesör hanımın yaşını başını söz konusu etmek suretiyle, eğitim burslarını söz konusu etmek suretiyle radyo, televizyon ve gazetelerde şuna benzer şeyler işletiliyor. Argumentum at hominem (kişisel özelliklere vurgu yapma) ile bir savunma gerçekleştiriliyor. Türkan hanımın evinin aranması ve özel bir hastalığa sahip olması, burslar veren bir derneğin kurucusu olması, bütün bunlar onun siyasi faaliyetlerini göz ardı etmemizi sağlar mı? Maalesef Türkiye’de sağcısı, solcusu, dindarı, laiki böyle yapıyor. Biraz önce daha başka  bir bağlamda bu aynı duruma gene değinmiştik. Benzer bir durum Tayyip Erdoğan için de işletiliyor. Geçmişinde İslamcılık olan Erdoğan radikal dinci olarak lanse ediliyor ve Amerikan sisteminin onu Türkiye için ılımlı İslamcı olarak pompaladığı varsayımı üzerine bir siyasî kurgu inşa edilerek siyasî veya ekonomik başarıları göz ardı ediliyor. Bu kurgu sürekli bir baskı unsuru olarak üzerine boca ediliyor.

(Röportaj: Abdulaziz Tantik - Ümit Aktaş / Özgün İrade)

Etiketler : #Dünya   #bizim   #için   #‘Mekke’   #   #farkında   #değiliz!   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN