"Rabıta-i Şerife"ye Kur'anî bir yaklaşım

Biz bu yazımızda, müteveffa Abdülhakim Arvasi'nin "Rabıta-i Şerife" isimli eserine dikkat çekecek, bu kitaptaki rabıta konusunda anlatılanlar ile ilgili mülahazalarımızı belirteceğiz. Bu yazının esas amacı, Kur'ân'dan ve sünnetten kaynaklar gösterilen bu edimin gerçekte ne oranda Kur'âni ve sünni olduğunu dikkatlere sunmak olacaktır.

13-08-2017


Mehmed DURMUŞ/venharhaber.com

Tasavvuf mesleğinin önemli esaslarından biri de râbıta'dır. Bu Arapça kelimenin anlamı, alâka, ilgi, birlik bağlanmış şey olup tasavvufi ıstılahta, müridin şeyhini ya da mürşidini teemmül tefekkür ve tezekkürdür. Yani müridin, şeyhini ister diri isterse ölü daima hatırında tutması, onu düşünmesi ve sürekli gözünün önünde canlandırmasıdır.

Biz bu yazımızda, müteveffa Abdülhakim Arvasi'nin "Rabıta-i Şerife" isimli eserine dikkat çekecek, bu kitaptaki rabıta konusunda anlatılanlar ile ilgili mülahazalarımızı belirteceğiz. Bu yazının esas amacı, Kur'ân'dan ve sünnetten kaynaklar gösterilen bu edimin gerçekte ne oranda Kur'âni ve sünni olduğunu dikkatlere sunmak olacaktır.

Esasında bir zühd hareketi olarak başlayan ve sonunda, Kuran’ın genel ilah anlayışıyla çatışacak derecede Vahdet-i vücut düşüncesine kadar uzanan tasavvuf, birçok müessesesiyle İslam'ın genel esaslarıyla çatışmaktadır. Sözkonusu müesseselerin hemen hepsinde İslam dışı bazı komşu kültürlerin izinin görülüp hissedilmesine rağmen bu müesseseler ısrarla, İslam'ın iki temel esası olan Kitab ve Sünnete dayandırılarak legalize edilmek istenmiştir. Oysa bunlara, bu iki kaynaktan referanslar bulmak oldukça zordur.

Her halde bunu bildiklerinden dolayıdır ki, mutasavvıflar, yine tasavvufun kendine has bilgi teorisi(!) içinde yeni izahlar geliştirmişler; "bu söz zahir ehline göre hadis olmasa da batın ehline göre hadistir" diyerek meseleleri tartışmaya kapatmışlardır.

İşte biz bu yazıda Seyyid A.Hakim Arvasi'nin kitabında rabıta'ya dayanak gösterilen ayetlerin ne derece öyle olduğunu işlemeye çalışacak ve genel olarak rabıtanın İslami esaslara göre bir değerlendirmesini yapmayı deneyeceğiz.

RABITA NEDİR?

Abdulhakim Arvasi, mürid olmak isteyen birisine yazdığı mektupta zikir için gerekli olan zaman, abdest ve tenha bir yer seçi­mi gibi şartların teminini hatırlattıktan sonra şöyle diyor:

Sonra, bir fatiha ve üç ihlas okur ve kainatın efendisiyle Şeyh Muhammed Bahauddin, Şah-ı Nakşibend ve Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani hazretlerine hediye edersiniz. Ve onların ruhaniyetlerinden şu istirhamda bulunursunuz: "Beni de yolunuz ve tarikatiniz bağlılarından ve mü'minlerinden, hesabı görülmüşlerinden ve nisbeti yerine getirilmişlerinden sayınız." Ruhaniyetinden istirhamda bulunulması gerekenler sadece bunlar değildir. Mevlana Halid Bağdadi ve diğerleri da bunlar arasındadır.(1)

Anlaşılacağı üzere bu yola yeni sülük eden kişiye tavsiye edi­len bu uygulama, rabıtanın, diğer bir tabirle, tasavvufun ulularıyla kurulması gereken irtibatın ilk basamağını oluşturuyor.

Rabıta, sadece belli bir tarikat silsilesinde her müridin kendisinden bir üst seviyedeki zata yaptığı bir bağlanma değildir. Rabıta, ilahi-zati sıfatlarla tahalluk etmiş ve müşahid makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafazasıdır (2).

Rabıta yapılacak şeyh, vaktin imamı ve halifesidir. Kutuplar onun makamından düşen gölgeyle kanaat halindedirler. Bu zatlar ancak çok uzun zamanlarda bir gelirler. Nazarları, kalb marazlarını defe ve teveccühleri manevi illetleri kaldırmaya yetmektedir.(3)

Rabıta, salikin, şeyhi ile hem-hal olması, onun ahlakı ile ahlaklanması yani şeyhde yok olmasıdır (Fena fiş şeyh). Bu olay, saliki eğitmek, ona ilahi marifetten tattırmaktır... Allah'da yok olmanın( fena fillâh) yolu şeyhde yok olmaktan geçmektedir.

Seyyid Arvasi, daha açık olarak rabıtayı şöyle tanımlıyor: "Tezekkür-ü mevt denilen, ölümü düşünmek ve kendinizi ölmüş, teneşirde yatıyor hatta mezarda yatıyor kabul edeceksiniz. İşte me­zarda iken mürşid, pir ve Allah ile sizin aranızdaki vesile ve vasıta zatı aklınıza getirip O'nu o an yanınızda ve karşınızda farzedip "yüce alnına" yani "iki kaşı ortasına" gözlerinizi dikeceksiniz. Ve keskin bir aşk iradesiyle "vesileye yapışınız" ayeti mucibince o zatın ulu simasını kalbinizde hayal hazinesinde durduracaksınız .(4)

Arvasi'ye göre rabıta üç kısımdır. Birincisi, pirin suretini (yü­zünü) sadece hayalinde tasarlamaktır. Bu tür rabıta, zikrin başlangı­cında lazımdır. İkincisi pirin suretini kalbinde tasavvur etmektir. Bu suret, zikir esnasında ihtiyarsızca zuhur ederse onu kalbinde durduracak ve zikre devam edecektir. Üçüncüsü ise, pirin kıyafet ve heyetine aynen bürünmek ve kendini mürşid şeklinde görmektir.

Artık o anda ortadaki sanki kendisi değil pirdir. Bu kısım rabıta ibadetlere mahsustur. Mesela Kur'ân ve Delail dinler ve okurken, vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken, kendisini mürşidin kıyafet ve hey’etinde hayal eder. Namazda kıyam, oturma ve kıraat fiillerini icra eden sanki şeyhdir, kendisi değil!

İşte rabıtanın bu üçüncü türüne "telebbüsi rabıta" (kılığa bürünme rabıtası) denmektedir. (5)

Görüldüğü gibi Arvasi'ye göre şeyhle rabıta, müridin şeyhe mutlak bir teslimiyetini gerektirmektedir. Fena Fillah'a giden yolun fena fiş şeyh basamağından başka bir şey değildir bu rabıta. Zaten bunu açıkça ifade etmektedir: "Hakiki matlup Allah'da fani mukaddimesi, şeyhde fani olmayı gerçekleştirmekten ibarettir. (6)

ŞEYH'İN, ÖLÜMDEN SONRAKİ TASARRUFU

Arvasi'ye göre rabıta yapılacak şeyhin hayatta veya ölmüş olmasının hiçbir anlam ve önemi yoktur. Hatta şeyh öldükten sonra dirisinden daha fazla rabıtaya cevap vermektedir. Çünkü şeyhin ruhaniyeti zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Nerede bulunursa bu­lunsun şeyhi tasavvur ve rabıta ettiğinde onun feyzini hemen yanıbaşında bulacaktır .(7)

"Ebul Hasan eş-Şazeli Hazretleri buyuruyor: "Evliyadan bazı­ları vardır ki sadık müride, vefatından sonra, hayattayken olduğun­dan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, ruhaniyetleri vasıtasıyla ilahi emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun... Böylelerinin irşadı güneşin nuruna benzer. Kast ve iradeye bağlı olmaksızın bütün aleme feyz dağıtıcıdır. Hele kast ve iradesi eklenecek olursa..."(8)

Arvasi'ye göre, veliler sağken gösterilen hürmetin ölüyken de aynen gösterilmesi gerekmektedir. Bir velinin kabri ziyaret edilince ziyaretçiyi tanır ve selamını alır. Onunla beraber veli de Allah’ı zikreder. Veli vefat edince diğer evliya ile Peygamberin ruhları onun üstüne namaza dururlar .(9) Ayrıca velinin öldükten sonraki tasarrufunu inkarın, Rasul'deki ırsi tasarrrufa da sirayet etmesi ihtimalinde dolayı bu Allah'a sığınılması gereken bir olaydır.

KUR’AN VE SÜNNETTE RABITA

Yukarıda da değindiğimiz gibi tasavvuf ehline göre mistik düşünüş ve yaşayış tarzının hiçbir esası İslam dışı değildir. Bu bağlamda Arvasi'nin eserinde "Rabıta-i Şerif"e, Kur'ân'dan, hadisten icmadan deliller getirilerek, Allah'ın emri, Rasulü'nün sünneti ve ulemasının tecviz ettiği bir olaymış gibi sunulmaktadır.

Arvasi Kur'ân'dan birkaç ayeti zikrederek, ayetlerin bu anlamda şeyhlerle rabıta yapmaya delalet ettiğini vurgulamaktadır. Bunlar­dan birisi, sıkça ve ayetin sadece "vesile arayınız" (kendince, "vesileye yapışınız") kesitini dile getirdiği Maide Suresi'nin 35. ayetidir.

Ayetin meali şöyledir: "Ey iman edenler Allah'dan kor­kup sakının ve sizi O'na (yaklaştıracak) vesile arayın: O'nun yo­lunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz" Diğer bir ayet, Tevbe Suresi'nin 119. ayetidir ve onun da meali şu şekildedir: "Ey iman edenler ! Allah'dan sakının ve doğrularla beraber olu­nuz." Diğer ayetlerin birisi , "De ki eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun..." şeklindeki Ali İmran Suresi 31 ve öteki de, 'Andolsun, kadın onu arzulamıştı, eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıtını görmeseydi o da onu arzulamıştı..." şeklindeki Yusuf Suresi'nin 24. ayetidir.

Sünnetteki deliline gelince, Arvasi'ye göre, "hâdiseler ve tecel­liler karşısında hayrete düşenleri ruhaniyetlere başvurmağa davet" mealinde bir hadis mevcuttur. Ve hadis'e(!) itiraz edenler bu keyfi­yetten uzak kimselerdir. Üstelik bu hadis, hadis usulüne göre hadis kabul edilmese dahi gerçeğe aykırı değildir, ve bu söz üzerine "keşf ehli"nin ittifakı yeterlidir.(10)

Ayrıca İmam Buhari'nin ifade ettiğine göre "Ebu Bekir hazretleri, Allah Rasulü'nün ruhaniyet cihetinden helada bile gözünün önünde bulunmasından ve ayrılmamasından şikayet etmiştir. "(11)

Diğer yandan Arvasi'ye göre Nakşi yolunun bütün şeyh ve mensupları, Maveraün-nehir, Buhara, Semerkant ve Hindistan'ın üstün alimlerinden olup bu da, hanefi ulemasının icması anlamına gelir. Ayrıca Şazeliyye'nin "Kemal erbabı"nın hepsi Şafi, Nakşilik bağlılarının tümü tümü Hanefi, Kadiriliğin büyük çoğunluğu da Hanbeli olmakla, bu, büyük bir icmal husule getirmekte; buna karşı itiraz etmekse, şeriata aykırı bir tutum içine girmektir.(12) 

DEĞERLENDİRME

Rabıta-i şerife adına söylenen şu sözlerin İslam'la bir alakası olacağını ve İslam'ın izin verdiği uygulamalar olacağını düşünmek dahi abestir.

Yukarıda sıraladığımız, rabıtaya dayanak teşkil ettiği söylenen Kur'ân, Hadis ve icma nasslarına değinmeden önce şu hususun altı­nı çizmek istiyoruz. İlk olarak Hasan Basri gibi Tabiinle başlayan zühd hareketi bilahare başka bazı din ve düşünce tarzlarından etki­lenerek batini, mistik ve ezoterik mahiyetli bir tasavvuf doktrini ha­line dönüşmüştür. Tasavvuftaki bazı inanç ve kavramlarda, bilhas­sa Hind düşüncesinin izleri dikkat çekicidir. Arada oldukça enteresan benzerlikler vardır. Rabıta da bunlardan birisidir.

Rabıta şeyhi düşünme yani şeyhte fena bulma, Allah'da fena bulma sürecinin başlangıç halkasını oluşturmaktadır. Bunun, Hint düşüncesin­deki Nirvana'ya ulaşma inancından ne farkı var acaba?! Bakınız, Hint filozofu ve azizi Shankara (D .686) Nirvana erincini nasıl izah ediyor: "Kurtuluşa giden adımlardan birincisi, ebedi olmayan bütün şeylerden feragat etmektir."

"Mürit, Atman'ın(13) gerçeğini işittikten sonra onun üzerinde düşünmeli ve durmaksızın uzun bir müddet için onun üzerinde te­fekküre dalmalıdır. Böylece mürit süje ve obje şuurluğunun yokolduğu ve sadece bölünmez ve sonsuz şuurluluğun geriye kaldığı, en yüksek duruma ulaşır. Dünya üzerinde yaşıyorken Nirvananın mutluluğunu tanir."(l4)

Bir başka yerde Nirvana için egzersizler tarif ediyor: "Duygu nesneleri üzerinde durmayı reddet, kalbinde huzur uyanacak. Kalp huzurlu olduğu zaman Atman'ın görüntüsü gelir." " İnsan, sakin, sabırlı, tatmin ve kendini kontrol etmiş, derin bir şekilde murakabeye dalmış olduğu zaman kendi kalbi içinde atman’ı idrakle sürdürülen bir tefekkürle ulaşılacığını da belirtmek­tedir Shankara.

Nirvana inancına göre, kalbi saflaşan insan ilahi atmanı idrak eder; böylece dünyaya, köke ve herşeye olan bağını imha eder.(16)

Esasında rabıta doktrini, tasavvuftaki, varlığın birliği (vahdet-i vücud) düşüncesinden bağımsız ele alınamaz. Bu ekole göre kai­nat, Allah'ın tecellisinden başka birşey olmadığı gibi; Shankara felsefesine göre de kainat Brahman'ın bir neticesidir. "O asla Brah­man'dan başka birşey olamaz." Kainatın Brahman'dan müstakil bir mevcudiyeti yoktur. Böyle olduğunu zanneden kimse Shankara'ya göre "uykusunda konuşan kimse" gibidir.(l7)

Nirvana'ya ulaşma cehdi ile Brahman'da sonsuz huzura kavuşan mürid gibi. Allah'da fena bulan sufi de sonsuz huzura erişecektir. İki düşünce arasındaki benzerlik, Beyazit Bistami gibi, Allah'ı aramak için göklere çıkan ve fakat Allah'ı orada bulamadığı için O'nun Arş'daki yerine oturan(!) bir vahdet-i vücutçu sufinin, kendisini tasavvufa girdiren ve fena fit tevhid'i öğreten mürşidin, İslam'a girmiş bir Hintli olan Ebu Ali es-Sindi olduğu ve Bistaminin, Shankara felsefesinin te­şekkül devrinde yaşadığı(18) göz önüne alınırsa daha iyi anlaşılacaktır.

Rabıtanın Kur'ân ve hadise dayandırılmasına gelince: bu tama­men indidir ve Bektaşi'nin, Kur'ân'ın namaz kılmaktan menettiği şeklindeki mantığından farksız bir üslupla nasslardan böyle bir anlam çıkarılmaktadır. Zaten tasavvuf ehli Kur'ân-ı Kerim’i bir kitap kılığına büründürmüşlerdir. İstedikleri âyetleri kendi felsefeleri doğrultusunda yorumlamaktadırlar. 

Seyyid A.Hakim Arvasi'ye göre Maide Suresi'nin 35. ayeti, tarikat erbabına, şeyhlerine rabıta yapmaları imkanını, hatta emrini vermektedir. Zira bu âyetin Allah'u Teala "... vesile arayınız" buyurmaktadır. Oysa âyetin siyak ve sibakına bakan birisi, âyetin böyle bir anlama gelmediğini hemencecik anlayacaktır. Ayeti sibakında Allah'u Teala Adem'in iki oğlunun (ulema bunlara Habil Kabil demişlerse de doğrusunu Allah bilir) kıssasını anlattıktan sonra, Allah ve Rasulü'ne önce tevbe etmeleri halinde affolunacaklarını açıklamaktadır.

İşte bundan sonra da (35. ayet), şöyle buyur­maktadır: "Ey iman edenler, Allah'dan korkup sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın. " "Vesile" kendisiyle bir maksadın elde edilmesine yardımcı olan şeydir"(19) Ayetin anlamı gayet açıktır. Allah'u Teala mü'minlere, O'nun rızasını kazanacak, mağfi­retini hak ettirecek davranışlarda bulunmalarını istiyor(20).

İbni Kesir'in verdiği bilgiye göre Katâde, Allah'a itaat ederek ve O'nun hoşlanacağı amelleri yaparak O'na yaklaşın demektir şeklinde yo­rumlamıştır .(21)

İslâm'da ruhbanlık yoktur. İslâm'da Allah ile kulu arasında kimsenin bulunamayacağı prensibi gayet açıktır. Allah Rasulü(s) kendisinin dahi bu şekilde, taabbüdi bir tazim ve hürmetle ululaştırılmasından son derece endişe etmiş ve mü'minleri uyarmıştır. Eğer, Kur'ân âyetlerinden herkes hevasının istediği manayı çıkara­caksa, biz de bu zatlara şu âyeti hatırlatırız: "(Resulüm) De ki: Allah'ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler."

"Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rablarının azabı sakınmağa değer. "(22)

Arvasi’nin rabıtaya mesned teşkil ettiğini sandığı diğer bir ayet de, ‘Ey iman edenler, Allah'dan sakının ve doğru olanlarla birlikte olun’ mealindeki Tevbe Suresi'nin 119. âyetidir. Surenin 118. ayetinde Allah'u Teala, Tebuk Savaşı'na katılmayan üç sahabenin durumuna işaret ederek onların tevbesini kabul ettiğini bildirmektedir. Bilindiği üzere Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi ve Hilal b. Ümeyye Tebük Savaşı'na katılmamışlar, savaş dönüşünde Resulullah(s) bunları çağırıp özürlerini dinledikten sonra bu üç müslümanı cemaattan dışlayıp sosyal boykot cezası vermiştir. Elli günden sonra Allah işte 118. ayette bunların af olunduklarını ilan etmiştir. Ayeti bu manzara çerçevesinde düşünürsek Allah'u Teala müslümanlara, doğru söyleyin, doğruluğa yapışın ve doğru söyleyenlerle beraber olun buyurmuştur.(23)

Yani bir anlamda, cihaddan geri kalmayıp, cihada katılanlarla beraber olun. Katılmadığınızda da bahaneler uy­durmayın, diyor Allah.

Elbette ki inananların, sadıklarla yani doğru, adil hakkaniyet sahibi dindaşlarıyla beraber olmaları gerektir. Zaten müslümanlar kardeştirler. Mü'minlerin velileri Allah, Rasulü ve namaz kılıp zekat veren mü'minler olduğu bildirilmiştir(24) Ama yukarıda açık­landığı şekilde bir rabıta anlayışına ayetten ufak bir gönderme dahi bulmak imkansızdır.

Yusuf Suresi 24. ayetinde de, Mısır azizinin karısının Yusuf’u ayartma çabası karşısında Allah'ın O'na verdiği bir "burhan" (kesin kanıt) olmasaydı Yusuf(s)'un da kadına meyledeceği bildirilmektedir. Ama herhangi bir mürit-mürşit ilişkisinden ya da rabıta yapılan bir kişiden söz etmemektedir. Bu burhan, Allah'dan Yusuf’a gelen O'nun uyarıcı bir ilhamı ya da vahiydir.(25)

Ali İmran Sure'sinin 31. âyetine gelince bu ayette de, ‘De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun.." buyurulmaktadır. Allah ve Rasulü'ne tabi olup O'nun getirdiği nizamı kabul edip, Allah’a çağırısına boyun eğecek mü'minler Allah'ın rızasını kazanacaklardır.

Arvasi'nin eserinde, peygamberimizin, "hadiseler ve tecelliler karşısında hayrete düşenleri ruhaniyetlere başvurmaya" çağırdığına ilişkin söz asılsızdır. Zaten buna sadece hadis diyerek geçmiştir. Sözde hadisi tanıtıcı hiçbir bilgi ve not yoktur. Diğer taraftan sözün hadis kabul edilmesi için "keşif ehli"nin ittifakının yeterli olduğu söyleniyor.

Tabiki bu tavır ilmi olmaktan uzaktır ve sadece sözün sahibini bağlar. Diğer taraftan -eğer gerçekse- Hz. Ebu Bekir'in, Resul(s)'ın ruhaniyetinin helada dahi gözünün önünde dolaşması kadar tabii birşey olamaz. Kalbe doğan ilham ya da hayal bilgi değildir. Herhangi bir gereklilik de doğurmaz.

Allah Resulü(s) de bir beşerdir. Hem de bizim gibi bir beşer ama ne var ki, misyonu farklı: "De ki şüphesiz ben sizin benzeriniz olan beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim rabbına kavuşmayı umuyorsa artık salih bir amel işlesin. Ve Rabbına ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın."(26)

Allah Rasulü, Rabbından aldığı sözlerle, Allah'dan başka hiç kim­seden medet umulmaması, hiç kimseye perestij yapılmaması ve hiç bir insanın dinde nüfuz sahibi kılınmaması için mesajlar sunmuş­tur. "Ben de sizin gibi bir beşerim" derken Allah önünde O'nun da bir insan olduğunu ama görev açısından farklı olduğunu anlatmak istemiştir. Aksi takdirde İslâm'da da Cennet parselleyen, ahiret emlakçılarının türemiş olması doğal olurdu.

Yani kullar Allah'a yak­laşmak için aracılara ihtiyaç duyacaklardı. Bunlar da, fakihler, müderrisler, imam- hatipler, veliler, şeyhler, mürşitler, kutuplar olacaktır. Ama İslam, açık seçik olarak bu dindışı adetleri kesinlikle izale etmiştir.

İcma olayına gelince değişik tarikat mensupları degişik fıkhi mezheplerin mukallidi olabilirler. Ya da değişik mezhep mensupları sözkonusu tarikatlara sülük etmiş olabilirler. Bunlar sürekli değişebilecek şeylerdir. Değişmeyen, Allah'ın kitabı'dır. Akabinde Rasulü’nün (s), dinin esasını tefsire matuf olan örnek yaşantısı gelir.

Hiçbir zaman hakikatler, insan adetleriyle doğru orantılı değildirler. Kaldı ki meşhur dört mezhep imamlarından hiç birinin böyle bir rabıta ve vahdeti vücutla ilgili tasdik edici görüşleri de yoktur. Zaten bu tarihi gerçeklere de ters düşerdi. Zira bu fikirlerin İslam aleminde zuhuru imamlardan epeyce sonradır. Bu imamlardan Ahmed bin Hanbel'in ve O'nun tilmizi İbni Teymiyye'nin, kulları aracı yapmaya delalet edecek en ufak bir davranışa bile tahammülsüz oldukları da iyi bilinen gerçeklerdendir.

Şeyhlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunmaları ve müritleriyle beraber olmaları inancı da bir ayrı batıldır. Müslümanlar daha ne güne kadar din yerine hurafelerle yaşayacaklardır. Hangi Kur'ân ayetinde hangi sahih sünnette, kabirdeki çürümüş kemikler­den bir fayda ummayı mümkün gören bir ifade bulunmaktadır?... Nedense İslami topluluklar kişiler diriyken değil de, öldükten sonra istimdat etmede epeyce ileri düzeydedirler.

Aslında bu adamlar, dolaylı yollardan Allah Rasulü'nü yalancı saymaktadırlar. Zira, eğer gerçekten mezardaki kemiklerden bir fayda dokunabilirse ve bunun dini bir dayanağı varsa Allah Rasulü açık-seçik söylemeliydi. Hatta, madem ki O, ümmetini çok seven biriydi (ki gerçekten öyleydi), o halde, öldükten sonra kendisinin de ümmeti darda kalınca imdatlarına yetişeceğini, ölü iken de tasarrufda bulunacağını, gerek zorluk gerekse refah halinde mezarının başına koşup O'na ellerini açmalarını tavsiye etmeliydi. Bunu yap­madığına göre, bu önemli gizleri çok az sayıdaki sır sahiplerine ifşa ettiğine göre O, (tenzih ederiz) davasına ihanet etmiştir. Bu ise im­kansızdır.

Arvasi'nin yazılarında, müridlere, şeyhlerine hitaben "beni de ...hesabı görülmüşlerden sayınız" diye yakarmaları salık veriliyor. Aslında hesabı görecek olan yalnızca Allah'tır. O'ndan başka hiç kimsenin hesap görme diye bir yetkisi yoktur. Tabir caizse, dinde hiç kimsenin "köşe" olmasına izin verilmemiştir ve de olamaz. Peygamber dahi hiç kimsenin hesabını görüp defterini kapatamaz.

Diğer taraftan, müridin şeyhi sürekli gözü önünde tutması, iki kaşının ortasına bakması ve hatta ibadetlerde dahi gözünün önünde tutmasının mantığı ve gerekçesi nedir bilmiyoruz. Namaz sadece Allah içindir. Namaz sadece Allah'ı düşünmenin gereği (huşu) namazda Allah'dan başkasını düşünmek namazın sebeb ve gayesine de aykırıdır. Namazda şeyhi düşünmek Allah'ı düşünme olacaktır. Ama ne yazık ki, gerçekten günlük hayatta bunun örneklerine sıkça rastlıyoruz. Günün belirli saatlerinde ve şeyhlerini hep gözleri önünde canlandıran ehli tarik hanımefendiler, bunu sair mü'mine kadınlara da ısrarla tavsiye etmekte ve batıllarına (şirklerine) bunları da ortak etmektedirler.

Asıl bunun acı tarafı, bunların dine maledilmeleridir. Herkes, istediği kişinin hayalini gözünün önünden ayırmaz, onunla hemhal olur. Şeyhinde fena olur, feyziyle feyzyâb(!) olur, buna kimse bir şey demez. Ama yeter ki bu masallar dine maledilmesin.

SONUÇ

Ne Allah'ın Kitabı'ında, ne de sahih sünnette, sufi kitaplarında karakterize edilen türde düşünce ve inançların İslam'ın genel tevhid ve rububiyet esaslarıyla bağdaşması mümkün değildir. İslam, apa­çık ve normal akıl standardında anlaşılıp yaşanacak bir dindir. İslam'ı Hint ve Uzakdoğu dinlerindeki gibi ezoterik bir dua dini veya bir yoga mistisizmi derecesine düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Eğer bu Kur'ân bize oyun ve eğlence olsun diye indirilmediyse, teori ve pratiğimizin Allah rızası için Kitab'a uygun olup ol­madığına bakmalıyız.

İslam'ın en hassas olduğu temalardan biri de ruhbanlık olayıdır. İslam ruhbanlığı tamamen imha etmiştir. İslam'daki irade ve ferdi hürriyet ile ruhbanlık arasında telifi imkansız bir uçurum var­dır. Tevbe Suresi'nin 31. ayeti, Allah'ın dışında bir takım ruhban ve din adamlarını ilahlar edinenleri şiddetle tekdir etmektedir.

Özellikle, yeniden bir İslam'a yönelişin başladığı zaman da bilhassa genç müslümanların "dinlerini kimden ve nasıl", din adına ne aldıklarına çok iyi bakmaları gerekmektedir.

Gerçek rabıtanın, sadece Allah ile kurulacak olan olduğunu unutmayalım.



(1) Seyyid Abdulhakim Arvasi, Rabıta-i Şerife, Sadeleştiren: N .Fazıl İst. 1981. 3.Baskı. s.9.
(2) a.g.e.,s. 18
(3) İbid, s. 19
(4) İbid, s. 10
(5)İbid, s.10-1
(6)İbid, s.18.
(7)İbid, s.26.
(8)İbid,s.19.
(9)İbid, s.24.
(10) İbid, s. 31.
(11) İbid, s. 24-25.
(12) İbd, s.31.

(13) Atman, doğumsuz ve ölümsüzdür, zeval bulmaz. Değişmez ebedidir. Tabiatı saf şuurluluktur. Bölünmezdir. Bir ikincisi olmayan biridir. Bkz. Shankara, Tefrik Etme Hazinesi, Dergah Y.İst. 1976 s.66-67.
(14) a.g.e., s. 56.
(15) İbid, s. 97-98.
(16) İbid, s. 69
(17) İbid, s. 81.
(18) İslam Felsefesi Tarihi, İklim Y. İst. 1987- s.192-193.
(19) İbni Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri C.:5 s.2268. ^
(20) Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Y. İst 1990-s.2,s.518
(21) İbni Kesir, a.g..,C.5, s.2268.
(22) Kur’an, İsra 56-57.
(23) İbni Kesir, a.g.e. C.: 7, s. 3695-3696.
(24) Kur’an, Maide: 55.
(25) Mevdudi, Tefhimul Kur'ân, İnsan Y .İst. 1986, C.:2 s.:424.
(26) Kur'ân, Kehf: 110.

Kaynak: Tasavvuf ve İslam, Ercümend Özkan, s. 159-170. 

İKTİBAS DERGİSİ, C.9 SAYI:150

Etiketler : #Rabıtai   #Şerifeye   #Kur'anî   #bir   #yaklaşım   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN