"Mahalle, kentin yoksullarına idame-i hayat imkânı sağlıyor"

Alev Erkilet: Mahalle, özellikle yoksul kesimler açısından önemli idame-i hayat imkânları sağlıyor. Sulukule’de yaptığımız görüşme ve gözlemlerde en çok altı çizilen hususlardan biri, hiç geliri olmayan ailelerin bile mahalle bakkalının veresiyesi ya da komşuların desteği ile gündelik ihtiyaçlarını karşılayabildiklerine dair değerlendirmelerdi. Modern kurumlar, örneğin market zincirleri, doğaları gereği bu tür işlevler göremiyorlar. Bu nedenle de yoksul kesimler doğal mahalle ortamları dışına çıktıklarında hayatlarını devam ettirmekte ciddi anlamda zorlanıyor ve yeniden bir mahalle ortamına dönme eğilimi gösteriyorlar.

19-04-2010


Yaşadığımız kent ve bu kentin oluşturduğu yaşama biçiminin zihinlerimizi işgal eden algısını derinden tartışmaya başlayamadık. Hâlbuki ekmek, su gibi doğal bir yaşama sahip oluyoruz bu kentlerde. Çoğu kez kentlerimiz dönüşümlere tabi kılınırken çoğumuzun bilgisi olmadığı gibi bizi ilgilendirmez bir havada yaşamımızı sürdürürüz. İstanbul, sürekli kentsel dönüşüm projelerinin gündemleştiği bir mekândır. Fakat görülen o ki bu kentsel dönüşüm, kent yaşayanlarının hayatlarını kolaylaştıran bir özellik taşımıyor, taşımadığı gibi sonuçlarını da tartışamıyoruz.

İşte olup bitenin ne olduğuna dair merakımızı birinci elden biri ile konuşarak gidermeye çalıştık. Uzun yıllardır kentsel dönüşüm projelerinde çalışan, entelektüel birikimi tartışılmayan Alev Erkilet hanım ile İstanbul, kentsel dönüşüm, göç ve yoksulluk meselesini kent bağlamında konuştuk. Kendisine verdiği cevaplar için müteşekkiriz. Farklı bir dünyanın kapılarını aralamanın ve bir kez daha yaşadığımız mekân ve hayat algımızı gözden geçirme dileği ile okuyucularımı söyleşi ile baş başa bırakıyorum.

 

1994 yılından itibaren İstanbul, Milli Görüş geleneğinden gelen kişiler eliyle yönetiliyor. Elbette ki eski belediye yönetimleri göz önüne alınırsa kentin önemli sorunları aşıldı. Ancak İstanbul’un silueti daha da modernleşti, kapitalizmin simgesi olan gökdelenler, minarelerin zarif siluetini gölgede bıraktı. Bir başka görüntü mümkün değil miydi? Yoksa sahip olunan kültürün kodları zaten böyle miydi? 

Sahip olunan kültürün kodlarından ne kastettiğinizi bilmiyorum ya da başka bir görüntünün mümkün olup olmadığını. Ama bu bağlamda iki şeyden söz edilebilir. Bunlardan birincisi İstanbul’un var olan/elde kalan kültürel mirasının korunması ile ilgili sorunlardır. İkincisi de yeni yapıların ruhuna sinmesi gereken yeni bir inşa anlayışı nasıl yaratılabilir konusudur. Bunların ikisi de aslında özgün İstanbul İslam mimarisinin nasıl korunabileceği ve yeniden üretilebileceği ile ilgilidir. Ancak bunun sadece Osmanlı tarzının taklidi ile gerçekleştirilebilecek bir ideal olmadığı ortada. Sonuçta Osmanlı döneminde yaşamıyoruz.

 

Kastımız İslami bir mimari yaratılabilmiş midir?

MİMARİ, AHLAK VE DİNİN BİR ÜRÜNÜ OLMALIDIR

Burada sözünü ettiğimiz şey daha ziyade günün ihtiyaçları ile bağını koparmamış özgün bir İslam mimari anlayışının yaratılabilmesidir. Ancak ben bunun yokluğunun sadece bir parti ya da yönetim anlayışı ile açıklanabileceğini düşünmüyorum. Bu konu üzerinde kafa yoran özgün mimarların yetişmesi lazım. Hâlbuki 1980’lerden bu yana merhum Turgut Cansever hoca dışında bu konu ile canla başla ilgilenen fazla isim çıkmadı. Turgut hoca İslam’da Şehir ve Mimari adlı kitabında, mimariyi, “farklı varlık düzeylerinde (maddi, biyo-sosyal, psikolojik, ruhi/akli) ortaya çıkan problemleri değerlendirmek, tercihlere dayalı kararları almak ve mümkün seçenekleri ayıklamak suretiyle geliştirilen bir insan ürünü olması hasebiyle -estetiğin ve teknolojinin değil- ahlak ve dinin bir ürünü” olarak tanımlamaktadır. Bu derinlikteki bir algıdan kaynaklanmayan her hangi bir üretim gerçek anlamıyla İslami olmayacaktır.

 

Bir mimari algının oluşmasından bahsedebilir miyiz?

BİR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ SORUNU BU!

Nitekim günümüzde yapılan da, daha ziyade Osmanlı tarzının tarihi yarımadada üretilen modern binalara giydirilmesi şeklinde özetlenebilir. Demek ki ana sorun, modernitenin ya da onun mimari anlayışınının bugün geldiği noktanın aşılmasına yarayacak ve kesinlikle bugünün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir anlayışı üretmenin önkoşulu olan yaratıcı düşüncelerin henüz tarafımızdan geliştirilememiş olmasıdır. Bana kalırsa, bunu sadece kurumsal yapılardan beklemek doğru değil. Alanda uzman olan herkesin katkıda bulunabileceği bir düşünce üretimi sorunu bu. Müslümanlarda her zaman mevcut olmuş bulunan ‘son teknolojiyi alma’ eğiliminin de bu tür yaratıcı faaliyetleri gözden düşürdüğü söylenebilir. Sahip olunan kültür kodlarından kastınız buysa eğer.

 

İstanbul yapısal bir değişikliğe uğratılıyor. Ancak İstanbul kent profili açısından bir Osmanlı şehrine benzemekten çok modern kent görünümüne kavuşuyor. Bu görünümün kendisi, yaşayan insanlar açısından bir kimlik edinme noktasında nasıl bir işlev görecektir? 

MODERNLEŞME CİDDİ BİR MESAFE KAT ETMİŞTİR

Bu sorunun cevabını bir önceki soru bağlamında konuşmuş olduk aslında ama burada değinmek istediğim bir şey daha var. Modern kent görünümünün Müslüman bireyin kimlik edinmesi bakımından dönüştürücü bir işlevi olabileceğini kast ediyorsunuz sanırım bu soruyla. Evet doğru. Ama bu, tersi de aynı şekilde geçerli olan bir önerme. Bir başka deyişle, bu modern mimari ürünlerinin zaten modern toplumsal kodları ziyadesiyle içselleştirmiş olan bireylerin, ziyadesiyle modern olan zihin dünyalarının ürünü olduğu ya da bu nedenle bu denli iştahla iktibas edildiği de söylenebilir. Burada ilişki karşılıklıdır. Yani sadece modern binalar insanları etkilemiyor, insanlar da bu tür binaların arayışı içinde ve onları yeniden üretiyorlar. Benim kişisel kanaatim, son yirmi yıldır bu modernleşme sürecinin, gerekli maddi temel ile birlikte ciddi bir mesafe katettiği yönünde. Bu süreçte insanlarla birlikte kent de dönüşüyor.

 

İstanbul açısından baktığımız zaman bir sınıfsal ayrımın yaşandığını gözlemliyoruz. Yani kent yoksullarıyla varsıl sınıflar, aynı şehirde yaşamıyorlar, kullandıkları mekânlar kadar zamanlar da farklı. Kentsel dönüşüm projesi bu mekânsal ve zamansal ayrımı daha da derinleştirmekte değil mi?

‘GATED COMMUNİTİES’ KAPALI YAŞAM ALANLARI

Demin bıraktığımız yerden devam edecek olursak, bu sorunun cevabına geliriz zaten. Mesele sadece gökdelenler değil çünkü. Bir de ‘gated communities’ dediğimiz kapalı ve kapılı yaşam alanları var. Bunlar giderek daha fazla sayıda insan tarafından tercih edilen yaşam alanları haline geliyor. Özelliği tek sınıflı topluluklar olması. Genelde yoksulları dışarıda bırakan, güvenlikli siteler şeklinde karşımıza çıkan kapalı yaşam alanları, geleneksel Müslüman mahallesinin yoksulu gözeten ve bakımını da üstlenen dayanışmacı ağlarını geri dönülmez bir şekilde yok ediyor. Müslüman orta sınıf bu alanları yoğun olarak tercih ediyor. Bu, kentten beslenmek ve ondan aldığını kente geri vermek olanaklarını giderek zayıflatan bir süreçtir. Çünkü iş saatlerinde modern iş/üretim alanlarında olan bireyler, iş dışı saatlerde de kendi alanlarına çekiliyor ve genelde alışverişlerini de -mahalle içi alışveriş olanakları olmadığından- büyük alışveriş merkezlerinden yapıyorlar. Çocukları servislerle özel okullara gidiyor ve bu hayat döngüsü içinde yoksulların zaten erişemediği alanlarda vakit geçiriliyor.

 

Bir sınıfsal ve kültürel ayrışma mı gerçekleşiyor?

MODERN ÜRETİM VE TÜKETİM KODLARINA MAHKÛM OLUNUYOR

Modern üretim ve tüketim kodlarına mahkûm olunuyor. Zanaatkârın el üretimi, Eminönü türü açık çarşılardan ya da pazardan yapılan alışveriş kentte kalıyor. Çocukları için tehditlerle dolu olduğunu düşündükleri kentte. Bu sadece sınıfsal olarak değil, kültürel bakımdan da bizden farklı olanlarla etkileşime girme imkânlarını yok ediyor. Bu anlamda kentin kozmopolit doğasına karşın, son derece tek biçimli bir hayat döngüsü oluşuyor. Kentsel dönüşüm projeleri bunun sadece bir boyutu. Arkasında bu denli ciddi bir müşteri talebi olduğu sürece de önü alınamayacak bir süreç. Ben yine başa dönmek istiyorum bu noktada. Mahalleye, mahallenin çok kültürlülüğüne, çok sınıflılığına, insanların farklılığına sahip çıkmaktan vazgeçmiş, modern kente dair paranoyaları besleyen insan tipleri çok fazla ve bunların talepleri, meşru görmeleri nedeniyle bu derece hızla ilerleyebilen bir dönüşüm söz konusu. Bu nedenle sorunun kaynağını, olup biten her şeyi bu denli sorgusuz kabullenen sıradan insanlarda yani kendimizde aramak lazım diye düşünüyorum.

 

Belediyelerin görevi, biraz da mahalle hayatını ve kültürünü canlı tutmak iken, kentsel dönüşüm projeleri, modern görünümlü ve dikey bir kültür-kent oluşturmak adına, yatay mahalle kültürünü ve yaşama tarzını yok etmekte değil mi? Sulukule, Dolapdere gibi yerleşim yerleri ortadan kaldırılırken, orada yaşayan kültürlerin devamı konusunda bir şeylerin yapıldığını gözlemleyemiyoruz. Kentsel dönüşüm bu anlamı ile aslında kültürel dokuyu ortadan kaldırırken yeni bir kültür dokusunu mu öne çıkarıyor? Müslümanların modernliğe karşı eleştirilerinin geldiği nihai nokta burası mı?

MAHALLE, YOKSUL KESİMLERE İDAME-İ HAYAT İMKÂNLARI SAĞLIYOR

Mahalle, özellikle yoksul kesimler açısından önemli idame-i hayat imkânları sağlıyor. Sulukule’de yaptığımız görüşme ve gözlemlerde en çok altı çizilen hususlardan biri, hiç geliri olmayan ailelerin bile mahalle bakkalının veresiyesi ya da komşuların desteği ile gündelik ihtiyaçlarını karşılayabildiklerine dair değerlendirmelerdi. Modern kurumlar, örneğin market zincirleri, doğaları gereği bu tür işlevler göremiyorlar. Bu nedenle de yoksul kesimler doğal mahalle ortamları dışına çıktıklarında hayatlarını devam ettirmekte ciddi anlamda zorlanıyor ve yeniden bir mahalle ortamına dönme eğilimi gösteriyorlar. Bu açıdan bakıldığında, esas olan belirli kültürleri doğal ortamları dışında yapay yöntemlerle korumaya ya da geliştirmeye çalışmaktan çok, onların gündelik döngüleri içinde kullandıkları yöntemlere duyarlı olmak gibi görünüyor. Onların zaten varolan yaşama ve kültür aktarma yollarını zedelememek bile kendi başına hayatiyetleri açısından önemli bir katkı sayılabilir.

 

Kent ve aidiyet meselesini ve bu kentin sosyal ve toplumsal yaşamı ile aidiyet arasındaki bağı nasıl yorumluyorsunuz. İstanbul’un bugünkü halini de dikkate alırsak eğer, aidiyet meselesini çözen bir kültür oluşturulabilmiş midir? Sözgelimi Fatih, farklı kültürleri ayrı mahallelerde iskân ederek, çok kültürlülüğü korumayı amaçlamıştır. Bugünkü yönetimin böylesi bir kaygısı var mı? Farklı kültürler, mekânlar ve zamanların birbirine geçiştiği bir şehrin ortak dilini oluşturmaya dair bir çaba var mı? Yahut da son yüzyıl içerisinde neredeyse yok edilmiş olan bir Ermeni, Rum, Yahudi, Arnavut, Çerkez, Roman kültürlerini canlandırmak gibi bir arzu var mı?

KENTLERİN KÜRESELLEŞTİĞİ BİR DÖNEM

Malum, kentlerin küreselleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu açıdan bakıldığında, kentin özgün bir kültürel dünyanın temel gösterenlerinden biri olduğu zamanları epey geride bıraktığımız söylenebilir. Bugün dünya kentlerinin hemen tamamı aynı döngünün içinde, işlev paylaşıyorlar. İstanbul için biçilen işlev de hizmet sektöründe uzmanlaşmış bir kent olması. Küresel eğilimlerden bir diğeri de kentin metalaşması. İçinde bulunduğumuz yeniden yapılanma süreci, kenti, yaşayanlarının aktif parçası olduğu tedrici bir dönüşüm yerine, hızlı müdahalelerle başkalaştırıyor. İstanbul bu bakımdan özgün değil, dünya kentlerinin birçoğu ile aynı kaderi paylaşıyor. Bu bakış açısında kent, aidiyetin bir parçası, oluşturanı olamaz. Modernitenin bir göstereni olabilir ancak. Kent ve aidiyet ilişkisi, bu bağlamda yeniden oluşturulması ciddi çaba gerektirecek denli kopmuştur.

 

Tarihsel mimariyi koruma bir işleve sahip olabilir mi?

OLUŞTURUCU KÜLTÜRÜN TÜMÜ KORUNMALI VEYA YENİDEN ÜRETİLMELİDİR

Tarihsel sivil mimari örneklerinin korunması ya da restorasyonu da bu aidiyeti sağlamaz çünkü esas olan kültürün sadece fiziksel ögelerinin değil somut olmayan ögelerinin de korunması, en azından buna elverişli bir ortamın sağlanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, mesele sadece çeşitli etnik kültürlerin korunması değil, esnaf kültürünün, imalat kültürünün, çıraklık kültürünün ve daha birçok üretme/eyleme biçimlerinin korunması ve yeniden üretilebilmesidir. Maalesef bunların hepsinin arkaik dönemlerin kalıntıları olduğu yönünde bir bakış açısı yaygınlaşıyor. Ben, kişisel olarak bu bakış açısını çok doğru bulmuyorum.

 

Kent kültür ve aidiyet meselesi aynı zamanda siyasi ve felsefi bir arkaplanı hesaba katmalıdır. İstanbul kentinin felsefi ve siyasi yönelimi veya bunun kentin oluşumuna ve aidiyet sorununa etkisi nedir? İstanbul kozmopolit bir dünya şehri olmayı ve buna uygun bir kültür ve zihniyeti oluşturabildi mi?

İSTANBUL, KÜRESEL TRENDLERLE UYUMLU DÖNÜŞÜYOR

Kentlerin değil onun insanlarının felsefi ve siyasi yönelimleri olur, onlar kentsel oluşumlara yön verirler desek daha doğru olur galiba. İşte benim anlatmak istediğim de bu. İstanbul dünyadaki küresel trendlerle orantılı olarak dönüşüyor ve İstanbullular da buna dair ciddi bir sorgulama içinde değiller.

 

Göç alan kentler sürekli bir değişim sürecinde demektir. Bu değişim sürecinin doğru yönetilebilmesi için gereken şeyler nelerdir? Türkiye’de yeterince kent kültürü ve bilincinin olduğunu düşünüyor musunuz?

GÖÇ İSTANBUL’UN EN ÖNEMLİ GERÇEĞİDİR

Göç, İstanbul’un en önemli gerçeklerinden biri. En azından son 40 yıldır her gün büyüyen ve insan bileşimi bakımından giderek karmaşıklaşan bir kent burası. Konunun kaynağı sadece İstanbul olmadığı için göç sorununun ve göçün yarattığı sorunların sadece İstanbul bazlı ele alınması yetmiyor. En azından zorunlu göçle gelenler açısından bakıldığında bu böyle. İstanbul’un göç konusunda planlanması meselenin ulusal çapta ele alınmasıyla mümkün gibi görünüyor. Ama göçün İstanbul’da başarılı bir şekilde içersenebilmesi de gerekiyor. Kente gelen bu en tutamaksız kesimlerin, yaşam tarzları ya da yapıp etme biçimleri nedeniyle ikinci bir kez dışlanarak travmaya uğratılması, sorunları herkes açısından ciddi anlamda ağırlaştıracaktır diye düşünüyorum.

 

İstanbul’un en temel sorunlarından biri de sürekli çoğalmaya başlayan iş sorunu ve yoksul kesimlerin yaşam alanlarının sığlaştırılmasıdır. Bu sorun nasıl çözümlenebilir?

KENT YOKSULLUĞU İLE SÜRDÜRÜLEBİLİR SOSYAL POLİTİKALARLA MÜCADELE EDİLEBİLİR

Bu açıdan bakıldığında, kent yoksulluğu ile sosyal politikalar anlamında mücadele edilirken -yardımları değil gerçek sürdürülebilir çözümleri kast ediyorum-, kenti sadece yeni orta sınıfın mekânı olarak gören anlayışın da terk edilmesi gerekiyor. Kentsel merkezlerin sağladıkları formel ve informel iş imkanları ile yoksulluğu azaltıcı işlevleri var. Bu işlevlerin sürmesine izin vermek lazım ki, insanlar umarsız kalmasın ve kendi çabaları ile burada tutunabileceklerine dair inançları kırılmasın. Kent kültürü dediğiniz şey, yeni orta sınıfın burjuva kültürü değilse eğer ki sanırım siz de bunu kast etmiyorsunuz, zamanla yeniden ve yeniden oluşacak dinamik bir şey.

 

Sürekli yeniden geliştirilmeye açık bir kültürel yapı olarak mı düşünülmeli?

KENTSELLİK FARKLILIĞI BAŞARILI BİR ŞEKİLDE EMEBİLMEKTİR

Farklı kültürlerin, farklı yaşam deneyimlerinin kentsel ortamda karşılıklı etkileşim içinde geliştirdikleri bir şeydir. Süleymaniye’de bekâr odalarında kalan ve çoğu bölgedeki imalathanelerde çalışan gençlerin iletişimlerinde facebook kullandıklarını hesaba katacak olursak, göçle gelen insanların da bu kentin hayatına aslında ne denli hızlı ve istekli olarak katılmaya çalıştıklarını görebiliriz. Yeter ki hayatın doğal ivmesi içinde kendilerine bir yer bulabilsinler, sosyal, kültürel, ekonomik ve mekânsal olarak dışlanmasınlar. Kentsellik bu farklılığı başarılı biçimde emebilmektir. Yoksa, ‘eskiden İstiklal Caddesi’ne insanlar takım elbisesiz çıkmazlardı’ türünden nostaljik kentselliklere gideriz ki, bence Türkiye’nin de İstanbul’un da bugün böyle yaşam tarzları üzerinden tanımlanacak kentselliklere özenme lüksü yok.

(Söyleşi: Abdulaziz Tantik / Özgün Duruş)

Etiketler : #Mahalle   #   #kentin   #yoksullarına   #idamei   #hayat   #imkânı   #sağlıyor   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN