"İnsanın Allah'a verdiği 'ahdi' bozması zulümdür"

Venhar cumartesi sohbetinde bu hafta Emin Yıldırım; Ahid/Misak konusunu anlattı.

19-01-2014


Ahd masdar olarak: Bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, söz vermek anlamlarına geldiği gibi, isim olarak, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz anlamlarına da gelebilir. Ahid’de hem yemin hem de kesin söz verme anlamı vardır. Ahd, sözcük olarak bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek demektir. İki taraf arasında sözleşmelere de ahd ve ahitleşme denir.

Tevrat ve İncil’den de ahid olarak söz edilmektedir. Böyle bir isim ile tanımlanmamış olsa da, anlamı ve kapsamı itibariyle Kuran’ da bir ahid’dir. Allah ile İsrailoğulları arasında yapılan ahdin hükümlerini içerdiği için Yahudi veya Hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid denmektedir. Ahd-i Atik’te, Allah İsrailoğulları ile antlaşma sözleşme yapmış, daha sonra Allah bu sözleşmeyi geçersiz kılarak İsa’nın şahsında insanlıkla Ahd-i Cedid’le yeni bir ahid yapmıştır. Kuran Yahudilerin de Hıristiyanların da ahitlerini bozduklarını söylemektedir. (Bakara:100)“Allah’a ne zaman söz verdilerse bir kısmı sözünden dönmedi mi?

Hayır, onların çoğu inanmıyor.”[1]

Kuran birçok ayette ahitleşmeyi Misak kavramıyla da ifade etmektedir. Misak, kavram olarak: “kendisiyle bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma” demektir. Güvenmek ve inanmak anlamındaki sika kökünden türemiştir. “Yemin ve söz verme ile pekiştirilmiş sözleşmedir.” Allah’a, Resulüne ve insanlara verilen sözü, yapılan her türlü anlaşmayı ifade eden bir terimdir. Kur’an misak kavramın Allah ile kulları arasındaki ahidleşmeyi ifade etmek içinde kullanılmaktadır. Ve-Si-Ka, veya Ve-Sü-Ka fiil kökünden gelmektedir. Fiil kökü, güvenmek, sağlam olmak, sağlam tutmak, sağlama bağlamak anlamlarına gelmektedir. Türkçe’de, belgeledi, sağlamlaştırdı, sağlama bağladı anlamlarına gelen “tevsik etmek” kelimesi ile belge, ispat anlamına gelen “vesika” aynı kökten türemiştir.

Kur’an’nın yüklediği anlam çerçevesinde “Misak” kavramını: insanın inancını ve yaşantısını nasıl düzenlemesi gerektiğine; görev, ödev ve sorumluluklarının neler olduğuna dair Allah’la yaptığı sözleşme olarak tanımlayabiliriz. Her sözleşmede/ahidleşmede olduğu gibi bu sözleşmede de iki taraf vardır. Taraflardan biri “yaratıcı” olan Allah, diğeri “yaratılmış” olan insandır. Allah “Beni Adem” e, yaradılışında kendisini tanıma ve gerçekleri görebilme sezgisi ve eğilimi vermiştir. İnsan dışsal hiçbir uyarıcı olmadan da bir yaratıcıyı ve varlığa dair gerçekleri kavrayabilecek, anlayabilecek temel donanıma sahiptir. Akıl, vicdan ve duygular bu donanımın önemli unsurlarındandır. “Mute’al kudretin varlığını sezme, algılama yatkınlığı yaradılıştan var olan bir özelliktir. Ancak bu unsur kesinlik içermediklerinden insanın sorumlu tutulması için yeterli görülmemiştir. İnsanın yeterli görülebilmesi için kesinlik içeren Kitap ve Peygamberin varlığı devreye girmiştir. Bu açıdan vahiy, insanla Allah arasında karşılıklı olarak yerine getirilmesi gereken unsurları içeren bir sözleşmedir. Değişik bir ifade ile Kur’an baştan sona bir misak ve ahidleşme metnidir denebilir.[2]

Evet İslam’a ilk adımımızı attığımız andan itibaren bu sorumluluğun bilincinde ve yerine getirmesi gereken kişi/kul oluyoruz. İslamı bir din ve yaşam biçimi olarak seçmek istediğimiz andan itibaren, Yaratıcının, yaratılmış olan insana yasalarını içeren bir sözleşme/ahidleşme metni sunmaktadır.”La” diyerek bu sözleşmenin ilk metnini imzalamış oluyoruz, yani Allah’tan başka ne kadar otorite ve sistem varsa “hayır” diyoruz. Ve bunun ardından “yaratıcı”, yaratılmış olan “insana” ikinci/asıl olan, metni/sözleşmeyi sunmaktadır.

Adem’in asıl sorumluluklarının başladığı ve gerçek bir sorumluğu yüklendiği an, “ilahe illallah” Allah’tan başka yaratıcı ve otorite/kanun koyucu olmadığına, yeryüzünün ve tüm kainatın, “Rabbi ve İlahı” yalnız Allah olduğuna “şahid” tutuluyoruz. Allah bu sözleşmeyle tam bir teslimiyet/koşulsuz itaat beklemektedir. Allah kendisiyle yapılan bu misak’ın, bilinçsizce imzalanmasını da kabul etmez. Bizlere daha çok, İbrahim’in Rab’ini bir kavrayış’la ve idrak ederek iman etmesi gibi, bizlerinde İbrahim gibi iman etmesini istemektedir. Çünkü idrak edilmeden yapılan bir kavrayış, çürük temeller üzerine kurulu bir bina gibidir;

Allah bu tür ahid’lerin örneklerini bizlere birçok kıssada göstermektedir. (Bakara 83) “Vaktiyle İsrailoğulları’na, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyi davranıp yardım eli uzatın. İnsanlara hep iyiliği teşvik edici sözler söyleyin; namazı hakkıyla kılın; zekatı verin.” diye emretmiş ve bütün bu hususlarda kendilerinden itaat sözü almıştık. Ancak çok geçmeden -pek azınız hariç- verdiğiniz sözden yine döndünüz. Nitekim geçmişte olduğu gibi bugün de haktan yüz çevirmektesiniz.”[3]

Bu sebeptendir ki Allah insanoğlundan, “idrak” ederek söz/taahhüt vermesini istemektedir. Allah Kur’an ile insanoğluna ağır bir sorumluluk yüklemektedir. (Ahzap: 72) “Gerçek şu ki, Biz (akıl ve irade) emaneti(ni) göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler. O (emaneti) insan üstlendi; zaten o, daima haksızlığa ve akılsızlığa son derece meyyal biridir.”[4] Allah Bu ağır olan sorumluluğun, harfiyen yerine getirilmesi gereken bir andlaşma/misak olduğunu üstüne basa basa belirtmektedir. Ve bunun da kolay bir yaşantıyla olamayacağını, yani günümüz “insanları ve birçok geçmiş toplumlarında da olduğu gibi, bir kenara çekilerek ruhbanlıkla, misak’ın yerine getirilemeyeceğini belirtmektedir; yeri geldiğinde canımız, evlatlarımız, eşlerimiz ve mallarımızla bu misak gereği Allah insanı “sınava” tabi tutacağını belirtmektedir. Ve bu sınavın da/sorumluluğu yerine getirmenin “kazanımının”, bedel ödenmeden olamayacağının altını çizmektedir.

İnsanoğlunun herhangi coğrafi kıta, farklı din ve kültüre sahip bir toplulukta, dünyaya gelip yaşamını idame etmesi, Allah’ın vahyinden muaf veya habersiz kılınacağı anlamına gelmemelidir; çünkü Allah insanı her ne şekilde olursa olsun hayatında birçok kez vahiy’le ve ahid ile/bir sözleşme ile, haberdar ederek muhatap alıp sorumlu kılmaktadır. Eğer insan bu sözleşmeyi reddedip veya imzaladıktan sonra bu ahdi bozma girişiminde bulunduğu takdirde, bunun cezasının çok ağır olduğunu ve cehennem ile cezalandıracağını belirtmektedir. Allah bu bağlamda Kur’an’a uymayanı “ahde vefasızlık” olarak belirtmektedir. Allah’la yapılan ahitleşmede, ahdine uymamak,  sadece insana has bir durumdur. Allah için böyle bir şey söz konusu değildir.

Ahde vefa’nın zıddı “gadr” dır. Bu gadr, en büyük zulümdür, insanın verdiği ahdi bozması.  Kur’an ahde vefa göstermeyeni yani yaptığı misaka uymayanı zalim olarak tanımlamaktadır. (Bakara: 27) “Onlar ki, (fıtratlarına) yerleştirildikten sonra Allah’a karşı taahhütlerini bozarlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar ve yeryüzünü fesada verirler: İşte bunlardır hüsrana uğrayanlar.”[5]

Yukarıdaki ayette de görüldüğü üzere Allah, geçmişte veya günümüzde yaşayan tüm “ehli kitabın” nasılda Allah’a verdikleri taahhütten sonra “gadr/zalim” olduklarını açıkça beyan etmektedir. Kur’an ahdini yerine getirmemeyi de ahde vefasızlık” olarak tanımlamaktadır; Allah çok az bir zümrenin taahhütlerine sadık kaldıklarını ve ayrıca bu ahde, ne pahasına olursa olsun sadık kalan bu topluluğu  “Muttakiler” olarak tanımlamaktadır. Bunun karşılığında da Cennet ile mükafatlandıracağını taahhüt etmektedir.

Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa keffaret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffaretle ortadan kalkmaz;[6] (Bakara: 40,41) “Ey İsrailoğulları! Vaktiyle size lütfettiğim onca nimeti bir düşünün! Bana verdiğiniz itaat sözünü tutun ki ben de size verdiğim vaadimi gerçekleştireyim. Benden, evet yalnız benden korkup çekinin. Elinizin altındaki Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdiğim Kuran’a inanın. Onun Allah kelamı olduğu gerçeğini inkar edenlerin öncüsü siz olmayın. Tevrat’taki emir ve yasaklarımı basit dünya menfaatlerine feda etmeyin ve yalnız benden korkup çekinin.”[7]    

 Ayeti-i kerimeden anladığımıza göre, Cenab-ı Hakka söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenab-ı Hak da onlara bir vaadde bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah, ahdinden asla caymayacağına göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah’a ibadet etmemek, O’nun yasaklarına uymamak ve O’na ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah’a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah’ın hükümlerini hakim kılmaları gerekmektedir. Ancak fasıklar ahidlerini bozarak Allah’la sözleşmelerini iptal etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefa göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysaki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükafat vereceğini vaad et-mektedir.[8

Kur’an, Allah ile insan, insan ile insan arasındaki karşılıklı bağlayıcılığı olan kesin antlaşmayı “Misak” olarak tanımlarken, yine Allah ile insan, insan ile insan arasındaki tek taraflı verilmiş olan sözleşmeyi “Ahid” olarak tanımlamaktadır. Kur’an insanların kendi aralarında ki yapmış oldukları ahitleşmelerde de insanı, Allah ile yapılan Misak gereği sorumlu kılmaktadır. İnsanların kendi aralarındaki ahidlerde, Allah ahidlerine riayet etmeyenlerin/ahdi bozanların, ne tür gerekçeleri olursa olsun kendisine yapılan taahhüt gereği Müminlerden kabul etmez, koşul ve şartlar ne olursa olsun, akraba bile olsa Allah adil olmayı, yani bir müminin ahde vefa göstermesini beklemektedir. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerinin gösterecekleri sebepleri de reddeder.

(Nahl: 92) “İçinizden bir gurubun daha güçlü ve nüfuzlu olması, sebebiyle yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın. İpini kuvvetlice eğirip sardıktan sonra onu bozmaya çalışan kadının bu aptalca durumuna benzer bir duruma düşmeyin. Allah sizi yeminleriniz konusunda özellikle sınıyor. Allah o kafirlerle tartıştığınız hususlarda kıyamet günü gereken açıklamayı yapacak ve gereken hükmü verecektir.”[9]

     Ahde vefa, Müslümanlar için temel ilkelerdendir. Vefa sahibi bir Müslüman, sürekli verdiği sözde durmanın zorunda olduğunun duygusuyla yaşar. Bu konuya özen göstermesi; vicdanın rahat olması ve kalben huzurlu olması için zorunlu bir gerekliliktir. Peygamber Efendimizin “Hudeybiye Antlaşması’ndan hemen sonra yanındaki Müminlerin itirazlarına rağmen kendisine sığınan Ebu Cendel’i antlaşmanın gereği olarak müşriklere vermesi” ahde uymanın ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir. -İslam verilen sözlerin ve antlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; İslam iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar etmez.

Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder. Gerek İslam toplumunun gerek İslam devletinin yapısı bu esaslar üzerine kurulur. Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslam’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlas, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslam’la tanışmalarına ve hidayet bulmalarına sebep olmuştur. Böylece Müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.

Bir müslümanın sözü gerçekten Allah’a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sadık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır.[10] (Nahl:95)“Allah’a verdiğiniz  ahde basit dünya menfaatleri uğruna sadakatsizlik etmeyin. Eğer bilirseniz, Allah’ın ahirette

vereceği mükafat sizin için çok daha değerlidir.”[11]

Müslüman, tercihlerinin tamamında Allah’la yaptığı ahdi dikkate alma zorundadır. Diğer önemli bir husus da şudur: vahyin mesajını terk etmek ne kadar ahdi bozmaksa, onu bağlamından koparmak da diğer bir deyimle çarpıtmakta o kadar ahdi bozmaktır. Kendilerini Müslüman olarak tanımladıkları halde vahye göre yaşamlarını düzenlemeyip, vahyin yol göstericiliği dışında, yol göstericiler edinenler, vahyi bağlamından kopararak ahidlerini bozmuş olurlar. Kur’an bu kimseleri dünya hayatı için ahret hayatını azaba atanlar olarak tanımlamaktadır:[12] (Ali İmran: 77)“Allah’a karşı taahhütlerini ve yeminlerini ufak bir kazanç karşılığında değiştirenler var ya; onlar, öteki dünyanın nimetlerinden asla nasiplenemeyeceklerdir, Allah, Kıyamet Günü, onlarla ne konuşacak, ne yüzlerine bakacak, nede onları günahlarından arındıracaktır; ve onları acıklı bir azap beklemektedir.”[13]                 

Allah kullarının kendisiyle olan ilişkilerinde, “Ahid ve Misak’larını” diri tutabilmeleri için “Namaz’a” dikkat! Çekmişdir, bunun en güzel örneği yine Maun suresidir, çünkü Ahid ve Misak’tan bihaber kılınan Namazın değeri yoktur. (Maun: 1,2,3,4,5,6,7) “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar

gösteriş yapanlardır; hayra da mani olurlar.”[14]

Allah her bir kıldığımız/eda ettiğimiz namazlarda ahdi hatırlattığı gibi, bir vaktinden bir sonraki vakit e varıncaya kadar, insanlardan her defasında ahidlerini yenilemelerini ve sağlamlaştırmasını/pekiştirmesini istemektedir. Ve bu iki vakit arasında, taahhütlerini ahde vefaya sadık kalarak yerine getirmesini beklemektedir. Kıldığımız her bir rekat ta bu sözleşmenin metnini okuyarak, Allah’a taahhüt vermekteyiz; (Fatiha: 5,6) “(Rabbimiz) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. “Rabbimiz sensin, ibadetimizde ancak Sanadır ve Senden başkasından da yardım dilemeyiz.”[15] Diyerek misakı tazelemiş/imzalamış oluruz. Ve bu taahhütten sonra ahde vefasızlık etmek, insanı zalimliğe sürükleyecektir.

Namaz insanın sadece ahdi/misak kavramında değil, bir Müslüman’ın yaşamın ve kuran kavramlarının tamamını “ kapsayıcı özelliği ile”, hatırlatan, ikaz eden, muhafaza eden, sağlamlaştıran, sakındıran, güven veren ve Allah’tan başka tüm şeytani düzen ve tuzaklara karşı koruyan, emin kılan anlamlarına geldiği gibi, ayrıca burada tam bir teslimiyetin ve itaatin önemini vurgulamaktadır.

Maun suresinde anlatıldığı gibi namazdan bihaber olmamak ve namazın insana her defasında ahdi/misakın önemini vurguladığının idrakine varılması gerekir. Allah, kendisine iman eden her bireyin, söylemiş olduğu her “söz ve tilavet yapmış / okumuş olduğu her bir vahiy’den Ahdi/Misak gereği sorumlu kılmaktadır insanı. Sahabenin içkinin haram olduğuyla ilgili ayetleri duyar duymaz o an içkiyi ağızdan boğaza geçmeden, tam bir teslimiyet göstererek terk etmeleri gibi, bir Müslüman’ında, haberdar olduğu her bir ayet ve hüküm için, ahdi/misak gereği tam bir itaat la teslimiyet göstermesi gerekmektedir. Açıkça şöyle diyebiliriz, insanın Allah ile yapmış olduğu sözleşme gereği sorumluluklarını bilmesi ve harfiyen yerine getirmesi gerekmektedir. Allah’ın emrettiği fiilleri harfiyen, tam bir teslimiyet göstererek yapmak, nehyettiği  fiillerden ise harfiyen ve yine tam bir teslimiyet göstererek kaçınmamız gerekmektedir.

 GALÛ; BELÂ

  Anlam kayması, çarpıtma ve bağlamından koparma bir çok konuda olduğu gibi misak ayetlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Ünlü birçok müfessir ve fıkıhçının da desteklediği, geleneksel kültürde Allah’ın “ruhlar aleminde” insanlardan “misak” aldığına inanılmaktadır. Bu inanca göre, Allah insanı yaratmadan önce “ruhlar aleminde” insanın ruhundan, insanların rabbi olduğuna dair söz almıştır.

“Elestü birabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sorusuna karşın ruhlar “bela” (evet) sen bizim rabbimizsin demişlerdir. Bu bakımdan “ne zamandan beri Müslümansın” sorusuna karşılık “Galu Bela’dan”beri diye cevap verilmektedir. Bu iddia:[16]

 (A’raf: 172,173) “VE SENİN RABBİN, her ne zaman Ademoğulları’nın sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?“ Onlar, cevaben: “Elbette!” derler, “Buna tanıklık ederiz!” (Bunu böylece hatırlatıyoruz ki) Kıyamet Gününde, “Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz, yahut: “Aslında, önce (biz değil,) atalarımızdı Allah’tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıranlar; biz sadece onların izinden yürüyen bir kuşağız; öyleyse, batılı ihdas edenlerin işlediklerinden dolayı bizi mi helak edeceksin?” demeyesiniz.”[17] ayetlerine dayandırılmaktadır.

Geneleksel hikayelerde insanoğlu yaratılmadan, ruhlar aleminde insanın ruhundan söz alındığına ne kadar inanılsa da, A’raf 172,173’de ve Kur’anın tamamına bakıldığında böylesi bir sözleşmeden bahsedilmemektedir. Buna dayanak olarak, kaynak olarak kullanılmaya çalışılan birçok yanlışlıklar bulunmaktadır.

1-) Geneleksel anlayışa göre, Allah ademin sulbünden, insanlığın soylarını çıkararak kendisini tanıklığa çağırmaktadır.

-Kur’ana göre ise, Allah ademin değil, ademoğlunun sulbünden insanın soylarını çıkararak kendisini tanıklığa çağırmaktadır. Allah, her yaratmış olduğu insanoğlunun, bellerinden zürriyetlerinin alındığı zamandan bahsetmektedir. Bir insanın belinden zürriyetinin alınması, buluğ çağına tekabül etmektedir yani akılbaliğ olduğu dönem. İnsanın akılbaliğ olduğu dönem ise idrak, kavrayış ve tek başına hayatını idame edebilme yeteneğinin verildiği buluğ çağıdır.

2-) Geneleksel anlayışa göre, ruhlar aleminden bahsedilmekte ve böyle bir yerin varolduğuna inanılmaktadır. Yani insan yaratılmadan ruhlar aleminin/ruhun yaratıldığına inanılmakta ve burada insanoğlundan söz alındığı bahsedilmektedir.

-Kur’an, böyle bir yerin varlığıyla ilgili, hiçbir ayette böylesi bir bilgiden bahsetmez. Eğer böyle birşey olmuş olsa idi herkesin bunu hatırlaması gerekirdi, ama her nedense ruhlar aleminde gerçekleştiğine inanılan bu sözleşme, hiçbir insanoğlu tarafından hatırlanmıyor olması büyük bir çelişki doğurmaktadır. Ayrıca insanın ve ilk insanın nasıl yaratıldığıyla ilgili ayetlere bakıldığında da böyle bir iddiayı kabul etmenin mümkün olmadığı; bunun Kur’an’la çeliştiği görülmektedir, ve ayrıca Kur’an insanoğlu için “ruh” ifadesi kullanmamaktadır.

 3-) Geneleksel anlayışa göre, ne zamandan beri Müslümansın, sorusuna karşın, “galu bela” dan beri denmektedir. Ama ne yazık ki, geleneksel anlayış tarafından “galu bela” derken, bunun ne anlama geldiği bilinmemekle beraber bütün temel konularda olduğu gibi araştırılmamaktadır.

-“Galu bela” (elbette-evet) anlamına gelmektedir. “Elestü birabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sorusuna karşın insan “bela” (evet) sen bizim rabbimizsin demişlerdir. Bu bakımdan “ne zamandan beri Müslümansın” sorusuna karşılık “Galu Bela’dan”beri diye cevap verilmektedir. Her insan sorumluluk yaşına ( buluğ çağına / belinden zürriyetinin alınabilecek çağa ) geldiği zaman, Allah kendisini (“elestü birabbiküm”) tanıklığa çağırmaktadır ve insan (“bela”) evet diyerek şahit olur ki –

“İşte bu şahitlik, kıyamet günü, “bizim bundan haberimiz yoktu.” Dememeniz yahut “Allah’tan başka varlıklara ilkin atalarımız tanrılık yakıştırdı. Biz onlardan sonra dünyaya gelmiş nesiliz. Rabbimiz! Bu bozuk inancı ortaya çıkaran atalarımızın yanlışları yüzünden bizi helak mi edeceksin?” diye mazeret üretmemeniz içindir.”[18]

KAYNAKLAR


[1] Bakara: 100

[2] İktibas Dergisi_2004_ Ağustos Sayısı

[3] Bakara: 83

[4] Ahzap: 72

[5] Bakara: 27

[6] Ahmet Kalkan _ Kuran Tefsiri

[7] Bakara: 40,41

[8] Ahmet Kalkan _ Kuran Tefsiri

[9] Nahl: 92

[10] İktibas Dergisi_2004_ Ağustos Sayısı

[11] Nahl: 95

[12] İktibas Dergisi_2004_ Ağustos Sayısı

[13] Ali İmran: 77

[14] Maun: 1,2,3,4,5,6,7

[15] Fatiha: 5,6

[16] İktibas Dergisi_2004_ Ağustos Sayısı

[17] A’raf: 172,173

[18] A’raf: 173

Etiketler : #İnsanın   #Allah'a   #verdiği   #'ahdi'   #bozması   #zulümdür   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN